150. DERS (Hud Suresi, 96 - 109) Firavunun Yolu

96- وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ “Andolsun, biz Mûsâ’yı âyetlerimizle ve sultan-ı mübin ile gönderdik.”

Ayetlerden murat, Tevratın ayetleri veya mu’cizeler olabilir.

Sultan-ı mübin, muhataplarını iknaya sevkeden mu’cizeler veya asa’dır.

Ayetin evvelinde “ayetler” den söz edilmişken ayrıca bunun nazara verilmesi, en ziyade yarar sağlayanın bu olmasındandır. Ayetler ve sultan-ı mübinden aynı şeyin murat edilmesi de caizdir. Yani, biz O’nu, hem ayetlerimizden olan ve hem de nübüvvetine delil olan şeyle gönderdik.

“Ayet” kelimesi emare olan ve katî delil olan şeyleri içine alır. “Sultan” kelimesi ise katî delil için kullanılır. “Mübîn” kelimesi de açık olan delillerde kullanılır.

 

97- إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ “Firavun’a ve onun ileri gelen adamlarına.”

فَاتَّبَعُواْ أَمْرَ فِرْعَوْنَ “Ama onlar Firavun’un emrine uydular.”

Ama onlar Musayı inkâr edip, Firavunun emrine uydular.

Veya onlar hakka sevk eden, apaçık mu’cizelerle teyid edilen Musa’ya uymadılar da, dalalet ve tuğyana sapan Firavunun yoluna uydular. Hâlbuki azıcık aklı olan biri bile, onun yolunun bozuk olduğunu hemen anlar. Demek onlar aşırı cahillikleri ve basiretsizlikleri sebebiyle böyle yanlış bir yol tuttular.

وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ “Hâlbuki Firavun’un tuttuğu yol doğru bir yol değildi.”

Hâlbuki Firavun bir mürşid değildi, gittiği yol da makul bir yol değildi, tam bir tuğyan ve açık bir dalaletten ibaretti.

 

98- يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ(Firavun), kıyamet gününde kavminin önüne geçer ve onları ateşe götürür.”

O, dünyada kavminin önüne geçip dalalete sevk ettiği gibi, kıyamet günü de onları ateşe götürür.

Ayet metninde “götürdü” şeklinde mazi (geçmiş zaman) sığasıyla gelmesi, tahakkukunda mübalağa içindir.

Ayette, ateşe götürmek suya götürmekle ilgili kelimeyle anlatıldı.[1>

وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ “Ne kötü bir su kaynağıdır orası!”

Hâlbuki götürdüğü su kaynağı, ne kötü bir su kaynağıdır.

Çünkü su kaynağına yanan ciğerleri ferahlatmak ve susuzluğu teskin için gidilir. Firavunun götürdüğü ateş ise, bunların tam zıddıdır.

Ayet, biraz önce ifade edilen“Hâlbuki Firavun’un tuttuğu yol doğru bir yol değildi.” (Hûd, 97) ayetine bir delil gibidir. Çünkü akıbeti böyle olan birisi, elbette emrinde rüşd sahibi olmayan birisidir.

Veya ayete bir tefsir gibidir. Yani, bir işin reşid (doğru) olmasından murat, akıbetinin iyi olmasıdır.

 

99- وَأُتْبِعُواْ فِي هَذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ “Hem burada, hem de kıyamet gününde lanete uğradılar.”

Yani onlar dünya ve ahirette mel’un oldular.

بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ “Onlara verilen bu destek ne fena bir destektir!”

Onlara verilen bu lanet desteği ne kötü bir destek oldu.[2>

 

100- ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْقُرَى “İşte bu, helâk olmuş beldelerin haberlerindendir.”

نَقُصُّهُ عَلَيْكَ “Sana onu kıssa olarak anlatıyoruz.”

مِنْهَا قَآئِمٌ وَحَصِيدٌ “Onlardan bir kısmı ayakta, bir kısmı da biçilmiş halde.”

Sana anlattığımız o beldelerden ayakta olanlar da var, biçilmiş ekin gibi olanlar da var.

 

101- وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ “Biz onlara zulmetmedik.”

Biz onları helak etmekle, onlara zulmetmedik.

وَلَكِن ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ “Lakin onlar kendilerine zulmettiler.”

Lakin onlar, helaki gerektiren şeyleri yaparak kendilerine zulmettiler.

فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ مِن شَيْءٍ لِّمَّا جَاء أَمْرُ رَبِّكَ “Allah’ı bırakıp da taptıkları ilahlar, Rabbinin emri gelince kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.”

Allahtan başka taptıkları o batıl ilahlar azap geldiğinde onlara bir fayda vermedi, kendilerine gelen helaketi def edemedi, hatta onlara zarar verdi.

وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ “İlâhları onların sadece ziyanlarını artırdı.”

Sadece ve sadece onların helâk ve hüsranını artırdılar.

 

102- وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ “İşte Rabbin, zalim beldeleri cezalandırdığı zaman böyle cezalandırır.”

Beldelerin cezalandırılması, orada yaşayanların cezalandırılmasıdır. O beldeler zâlim iken cezalandırıldığının nazara verilmesi, insanların zulümleri sebebiyle cezalandırıldığını anlatmak ve nefsine zulmeden her zalime veya diğerlerine zulmün akıbetinin vahim olduğunu hatırlatmaktır.

إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Çünkü O’nun cezası çok elîm, çok çetindir.”

Allah cezalandırdığında böyle acı cezalandırır, böyle bir ceza geldiğinde kurtuluş yolu söz konusu değildir.

Bu, tehdit ve uyarıda son derece etkili bir anlatımdır.

 

103- إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّمَنْ خَافَ عَذَابَ الآخِرَةِ “Şüphesiz, ahiret azabından korkanlar için bunda bir ibret vardır.”

Helâk olan ümmetler hakkında inen veya Allahın kıssalarını anlattığı bu olaylarda bir ibret vardır.

Ve bu ibret, “onların başına gelen bu olaylar, Allahın ahirette suçlular için hazırladıklarına bir nümunedir” diye intikal edebilenler içindir.

Veya bu ibret, bunları düşünüp de azabı gerektiren hallerden sakınanlar içindir. Çünkü bu cezalar, irade sahibi bir ilahın tasarrufudur, dilediğine azap verir, dilediğine merhamet eder. Zaten ahireti inkâr eden ve bu âlemin faniliğini imkânsız zanneden biri, Fail-i muhtarın (Allahın) varlığını da kabul etmez. Bu olayları, helâk olanların günahlarına vermez, o günlere rastlayan bazı tabiat olaylarına verir.

ذَلِكَ يَوْمٌ مَّجْمُوعٌ لَّهُ النَّاسُ “İşte bu, insanların toplanacakları bir gündür.”

“İşte bu” ifadesi, kıyamet gününe ve ahiret azabına işaret eder.

O gün insanlar muhasebe ve amellerinin karşılığını görmek üzere bir araya getirilirler.

وَذَلِكَ يَوْمٌ مَّشْهُودٌ “Ve işte bu, şahitli bir gündür.”

Gök ve yer ehli o gün şahit tutulurlar.

 

104- وَمَا نُؤَخِّرُهُ إِلاَّ لِأَجَلٍ مَّعْدُودٍ “Biz onu sadece belli bir süreye kadar tehir ederiz.”

Biz o günü adedi belli, sayılı, sınırlı bir müddete te’hir ederiz.

 

105- يَوْمَ يَأْتِ لاَ تَكَلَّمُ نَفْسٌ إِلاَّ بِإِذْنِهِ “O gün geldiği zaman Allah’ın izniolmadan hiçbir kimse konuşamaz.”

O hesap gününde hiçbir nefis Allahın izni olmadan fayda verecek ve kurtaracak bir cevap veya şefaatte bulunamaz. Ayette şöyle bildirilir: “Rahmân’ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz, o da doğruyu söyler.” (Nebe, 38) Bu, kıyamet menzillerinden bir durumu ifade eder.

“Bugün, konuşamayacakları gündür. Kendilerine izin de verilmez ki, özür beyan etsinler.” (Mürselat, 35-36) ayeti ise başka bir menzili anlatır.

Veya kendisine izin verilenler hak cevabı verecek olanlardır. Konuşma izni verilmeyenler ise, batıl özür sahipleridir.

فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ “Artık onlardan bir kısmı şakîdir, bir kısmı da saîd.”

Onlardan bir kısmı, ilâhî uyarı muktezasınca kendisine cehennem ateşi vacip olan şakîlerdir, bir kısım da ilâhî vaad gereği cenneti hak eden saîdlerdir.

 

106- فَأَمَّا الَّذِينَ شَقُواْ فَفِي النَّارِ “Şakî olanlara gelince; ateştedirler.”

لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ “Onlar için orada bir zefîr ve şehîk vardır.”

Zefir, nefes vermek şehîk ise nefesi geri almaktır.

Bu kelimeler, merkebin anırmasının evvel ve ahirinde kullanılır.

Cehennem ehli hakkında bunların kullanımı gam ve kederlerinin şiddetine delâlet içindir. Bunda, onların hallerini kalbini hararet saran ve ruhu orada daralan kimseye benzetmek söz konusudur.

Veya onların feryatlarını merkebin sesine benzetmek için bu kelimeler kullanılmıştır.

 

107- خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ “Onlar, gökler ve yer durdukça orada kalacaklardır.”

Ayetten murat, onların cehennemde kalışlarının gökler ve yerin devamına bağlı olduğunu anlatmak için değildir. Çünkü bu konuda gelen nass’lar (ayetler ve hadisler) onların cehennemde devamına ve göklerin ve yerin de son bulmasına delâlet eder. Bu durumda “Onlar, gökler ve yer durdukça orada kalacaklardır” ibaresinden murat, onların cehennemde devamını teyit ve bunu beliğ bir tarzda anlatmaktır. Çünkü Arablar “gök ve yer devam ettikçe” ifadesini temsil yoluyla ebedilik için kullanırlar.

Faraza, onların cehennemde kalmaları gökler ve yerin devamına bağlı da olsa, gökler ve yerin zeval bulmasından onların azabının da son bulması lazım gelmez.

Veya azabın devamından göklerin ve yerin de devamı gerekmez.

Şöyle de denildi: Ayetteki semavat ve arzdan murat, ahiret semavat ve arzıdır. Cenab-ı Hakkın şu ayeti buna delâlet eder: “O gün yeryüzü başka bir yeryüzüne ve gökler başka göklere çevrilecek.” (İbrahim, 48) Elbette cennet ehli için de bir yerleşim yeri ve üzerlerinde onları gölgeleyen bir sema olacaktır.

Ancak bu yorum çok da isabetli görülmemektedir. Çünkü bunda ekser insanların varlığını ve devamını bilmedikleri bir şeye benzetme vardır. Bilen de ancak onu sevap ve cezanın devamına delalet etmesi manasıyla bilir. Bu durumda teşbih ona yeni bir mana ifade etmez.

إِلاَّ مَا شَاء رَبُّكَ “Ancak Rabbinin dilemesi başka.”

Ayetin bu kısmındaki istisna, cehennemdeki ebediliktendir. Çünkü, tevhid ehli olan fasık (günahkar) insanlar zamanla oradan çıkacaklardır. Bu mana, istisnanın sıhhatinde yeterlidir. Çünkü, küll’den bir hükmün zevalinde bazısının zevâli yeterlidir.[3>

Ve onlar, ayetin devamında gelen cennet ehlinden de istisna edilmişlerdir. Çünkü cehennem azabında kaldıkları süre içinde, cennetten ayrı kalmışlardır. Zira belirli bir başlangıçtan itibaren devam edecek durum, başlangıç itibariyle nakzedilebildiği gibi nihayet itibarıyla da nakzedilebilir. İşte cehennemden cennete gidecek olan bu kimseler her ne kadar isyanlarıyla şakî olsalar da, imanlarıyla da saîdlerden olmuşlardır.

Ancak buna bakıp da “Artık onlardan bir kısmı şakîdir, bir kısmı da saîd” ayeti sahih bir taksim olamaz, zira sahih bir taksimin şartı, her kısmın özelliği diğer kısımdan farklı olmalıdır” denilemez. Çünkü bu şart, hakiki bir ayırım veya cem edilmeye mâni bir durum içindir. Burada ise murat şudur: Ahiretteki insanlar şu iki zümreden birinde yer alırlar ve halleri saadet ve şekavetten hâli değildir. Bu ise bir şahısta farklı iki itibarla her iki hâlin beraber bulunmasına mâni değildir.

Bu istisna ile ilgili bir başka yorum ise şöyledir: Cehennem ehli bazan cehennemden zemherire ve ondan başka bir azaba alınırlar. Benzeri şekilde cennet ehli de Cenab-ı Hakkın rüyetine mazhariyet, rızasına ve likasına nailiyet gibi cennetten daha üst nimetlere mazhar kılınırlar.

Veya ayetteki istisna, hükmün aslındandır. Hesap için mahşerde bekletilmeleri, haklarında verilmiş olan ebedi cehennem hükmünden müstesna kılınmıştır. Çünkü ayetin zahiri, diğer âlem geldiğinde cehennemde olmalarını iktiza eder.

Veya burada yapılan istisna, dünyada ve berzahta kalma süreleridir. Bu, hükmün mutlak olması, o günle kayıtlı olmamasına göredir. Ve bu te’vile göre, senin de bildiğin gibi istisnanın ebedi cehennemden olması ihtimal dâhilinde olur.

Ayrıca, “Onlar için orada bir zefîr ve şehîk vardır” ifadesinden istisna olduğu da söylendi.

إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِّمَا يُرِيدُ “Şüphesiz Rabbin, istediğini yapandır.”

O, itiraz olmaksızın dilediğini yapandır.

 

108- وَأَمَّا الَّذِينَ سُعِدُواْ فَفِي الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ “Saîd olanlara gelince, gökler ve yer durdukça kalmak üzere cennettedirler.”

إِلاَّ مَا شَاء رَبُّكَ “Ancak Rabbinin dilemesi başka.”

عَطَاء غَيْرَ مَجْذُوذٍ “Bu, onlara hiç bitmez bir lütuftur.”

Ayet, açık bir şekilde sevabın hiç kesilmeyeceğini bildirir, sevaptaki istisnadan muradın sevabın kesilmesi olmadığına tenbihte bulunur. Bunun için sevap ve cezanın arasında teyid yönüyle bir fark vardır.

 

109- فَلاَ تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّمَّا يَعْبُدُ هَؤُلاء “Sakın şunların taptıkları şeylerde bir şüpheye düşme.”

İnsanların akıbeti ile ilgili sana indirilenlerden sonra bu müşriklerin ibadetinin yoldan çıkmak olduğunu ve Sana kıssalarını anlattığım önceki ümmetler gibi batıl mabutlara ibadetlerinin sonucu olarak başlarına belâ gelmesine yol açacağına sakın tereddüt etme.

Veya, tapmış oldukları batıl mabutların zarar verecekleri, fayda vermeyecekleri hususunda bir şek içinde olma.

مَا يَعْبُدُونَ إِلاَّ كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُم مِّن قَبْلُ “Onlar sadece, daha önce atalarının taptığı gibi tapıyorlar.”

Şüpheden yasaklayan hükmün illetini beyan eder: Yani, onlar ve ecdatları şirkte eşittirler. Onların ibadetleri ancak atalarının ibadetleri gibidir.

Veya onların taptıkları, ancak öncekilerin de taptıkları putlardır. Sana, onların ecdadının başına gelen azap haberleri geldi, bunların da başına bir benzeri gelecektir. Çünkü sebeplerde temasül, neticelerde de temasülü gerektirir.[4>

وَإِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصِيبَهُمْ غَيْرَ مَنقُوصٍ “Şüphesiz biz onlara nasiplerini eksiksiz olarak vereceğiz.”

Biz onlara, ecdatlarına yaptığımız gibi, azaptan nasiplerini tam vereceğiz.

Veya onların rızıktan nasiplerini tam vereceğiz.

Bu da azabı gerektiren durum olmakla beraber, bunun tehirindeki hikmeti bildirir.

“Eksiksiz” kaydı, onların nasiplerini tam alacaklarını gösterir. Çünkü mesela sen “hakkını verdim” dediğinde velev mecazen de olsa hakkının bir kısmını verdiğini kastedebilirsin. İşte ayetteki bu kayıt, böyle bir tevehhümü def içindir.


[1> Kavmini ateşe götüren Firavun için bu tabirlerin kullanılması hayale şunu getirir: Su arayan bir kavim var. Firavun bunların önüne geçip “benim peşimden gelin, sizi suya götüreceğim” diyor. Fakat sonunda onları dehşetli bir ateşe teslim ediyor.

[2> İyi insanlar vefat ettiğinde rahmetle anılırlar. Onların her hatırlanışında “Allah rahmet etsin…” şeklinde kullanılan ifadeler onlara manevi bir destektir. Firavun ve adamlarına gelince, tarih boyunca onlar da anıldı. Ama hep lanetle yâd edildiler. Dolayısıyla onlara verilen destek, çok kötü bir destek oldu.

[3> Mesela, “bütün kazlar beyazdır” hükmünün bozulması için bir tek siyah kaz göstermek yeterlidir. Bu durumda ilk cümleyi “kazlar genelde beyazdır” şekline getirmek gerekir.

[4> Aynı sebepler, aynı sonuçları doğurur.

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
11. Hûd
Gönderi tarihi: 07-02-2014
1,743 kez okundu
Block title
Block content