145. DERS (Hud Suresi, 25 - 49 ) Hz. Nûh Kıssası

25- وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ “Andolsun, biz Nûh’u kavmine elçi olarak gönderdik.”

إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ(Onlara şöyle dedi:) “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”

Size azabı gerektiren halleri ve bunlardan kurtuluş yolunu gösteren apaçık bir uyarıcıyım.

 

26- أَن لاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.”

إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ “Doğrusu ben sizin adınıza elîm bir günün azabından korkuyorum.”

“Elîm” kelimesi gerçekte azap görenin bir sıfatıdır. Lakin bununla azap ve azabın zamanı vasfedilir. Bu tarz tavsifte, “onun gündüzü oruçtur” cümlesinde olduğu gibi, mübalağa vardır.

 

27- فَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قِوْمِهِ “Buna karşılık kavminin inkâr eden ileri gelenleri dediler ki:”

مَا نَرَاكَ إِلاَّ بَشَرًا مِّثْلَنَا “Biz, seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz.”

Senin bize karşı nübüvveti ve sana itaati gerektirecek bir meziyetin yok.

وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلاَّ الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ “İlk bakışta, sana uyanların ancak basit görüşlü alt tabakamızdan başkası olmadığını görüyoruz.”

Derin araştırmaya lüzum kalmadan ve gayet açık bir şekilde Sana tâbi olan kimselerin düşük seviyeli kimseler olduğu gözler önündedir.

Bunlar fakir kimselerdi. Hz. Nûha inanmayan kavmin önde gelenleri ise, şu dünya hayatından sadece bir dış görünüş biliyorlardı. Onlara göre en ziyade haz ve lezzet içinde olanlar en şerefli, bunlardan mahrum olanlar ise en değersiz kimselerdi.

وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ “Sizin bize karşı herhangi bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.”

Sende ve sana uyanlarda, nübüvvete ve peygambere tâbi olmaya ehil kılacak bize karşı bir üstünlük görmüyoruz.

بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ “Aksine sizin yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz.”

Seni nübüvvet iddiasında, onları da senin doğruluğunu bilme iddialarında yalancılardan sanıyoruz.

 

28- قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّيَ وَآتَانِي رَحْمَةً مِّنْ عِندِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنتُمْ لَهَا كَارِهُونَ “Nûh dedi ki: Ey Kavmim! Söyleyin bakalım; şâyet ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, kendi katından bana bir rahmet vermiş de siz ona karşı kör kalmışsanız, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğiz?”

Şayet ben Rabbimden davamın sıhhatine şehadet eden bir delil üzereysem, O da bana delil veya nübüvvetle bir rahmet vermişse ve size de bu gizli kalmışsa, onunla hidayet bulmanız için sizi zorlayacak mıyız? Zorla mı kabul ettireceğiz?

 

29- وَيَا قَوْمِ لا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالاً “Ey kavmim! Buna karşı ben sizden herhangi bir mal istemiyorum.”

“Buna karşı” derken kastedilen, tebliğdir. Her ne kadar zikredilmemişse de, daha önce zikrolunanlardan ne olduğu anlaşılmaktadır.

إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ “Benim ecrim ancak Allah’a âittir.”

وَمَآ أَنَاْ بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُواْ “Ve ben o iman edenleri kovacak değilim.”

Kavmi, “etrafındaki düşük seviyeli kimseleri yanından kov” demişlerdi.

إِنَّهُم مُّلاَقُوا رَبِّهِمْ “Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır.”

“Rablerine kavuşacaklar, kendilerini tard edeni dava edeceklerdir.”

Veya “onlar Rablerine kavuşacaklar, O’nun kurbüne müşerref olacaklardır. Ben böyle insanları nasıl kovarım?”

وَلَكِنِّيَ أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ “Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”

Siz ise Rabbinize kavuşacağınızı bilmiyorsunuz.

Veya siz onların kıymetlerini bilmiyorsunuz.

Veya onları kovmamı istemekle cahillik yapıyorsunuz.

Veya onları “seviyesiz kimseler” görmekle seviyesizlik yapıyorsunuz.

 

30- وَيَا قَوْمِ مَن يَنصُرُنِي مِنَ اللّهِ إِن طَرَدتُّهُمْ “Ey kavmim, ben onları kovacak olursam, kim beni Allah’tan kurtarabilir?”

Onlar bu özellik ve bu kıymette kimseler iken, ben onları kovarsam Allahın benden intikam almasına karşı kim bana yardım edebilir?

أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ “Siz hiç tezekkür etmez misiniz?”

Düşünmez misiniz, ta ki onların kovulmasını benden istemenin ve iman etmeyi buna bağlamanın doğru olmadığını bilesiniz.

 

31- وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ “Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum.”

Ben size “Allahın rızık ve mal hazineleri benim yanımdadır” demedim ki faziletimi inkâr edesiniz.

وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ “Gaybı da bilmiyorum.”

“Ben gaybı biliyorum” demedim ki bunu akıldan uzak görüp beni yalanlayasınız.

Veya “Gaybı da bilmiyorum.” derken ona tâbi olanlar hakkındaki zanlarına cevap vermektedir. Yani, “ben gaybı bilmem ki, bana tâbi olan bu kimselerin basiretsiz, kalben tasdik etmeden bana uyduklarını göreyim, onların seviyesizliğini anlayıp yanımdan kovayım.”

وَلاَ أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ “Ben bir meleğim” de demiyorum.”

Ta ki “sen de bizim gibi bir insansın” diyesiniz.

وَلاَ أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَن يُؤْتِيَهُمُ اللّهُ خَيْرًا “Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah, onlara asla hayır vermez” de demiyorum.”

Çünkü Allahın ahirette onlara hazırladığı, size dünyada verdiğinden çok daha hayırlıdır.

Ayet metninde “gözlerinizin ayıpladığı kimseler için…” derken bu ayıplamanın göze isnadı, mübalağa ifade eder. Ayrıca onların sadece eskimiş elbiselere ve fakirliklerine bakıp, onlarda olan ve mana ve kemalata nazar etmeden yanlış hükme vardıklarına tenbihte bulunulmuştur.

اللّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنفُسِهِمْ “Allah onların içlerinde olanı en iyi bilendir.”

إِنِّي إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ (Böyle bir şey söylersem veya onları kovarsam), o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum.”

 

32- قَالُواْ يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَا “Dediler: Ey Nûh! Bizimle mücadele ettin ve bunda da çok ileri gittin.”

إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ “Eğer doğru söyleyenlerden isen, vaat ettiğini getir de görelim.”

İddia ettiklerinde ve bize geleceğini söylediğin azap vaadinde sadık isen, haydi onu bize getir. Çünkü bizimle münazaran bize etki etmiyor.

 

33- قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُم بِهِ اللّهُ إِن شَاء “Nûh dedi: Onu size, dilerse ancak Allah getirir.”

Onu size hemen veya ilerde getirecek olan Allahtır.

وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ “Ve siz âciz bırakamazsınız.”

Siz, azabı men edemezsiniz veya ondan kaçmakla kurtulamazsınız.

 

34- وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ “Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizi yoldan çıkarmak istemişse, öğüdüm size fayda vermez.”

Ayet, Allahın iradesinin iğva, yani yoldan çıkarmaya taallukunun sahih olduğuna ve Allahın muradına aykırı bir şeyin imkânsızlığına bir delildir.

İğvaya “helak etmek” manası da verilmiştir.

هُوَ رَبُّكُمْ “O, Rabbinizdir.”

O, sizin Rabbinizdir,

Sizi yaratan, iradesine göre sizde tasarrufta bulunandır.

وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ “Ve O’na döndürüleceksiniz.”

Dönüşünüz de O’nadır, amellerinize göre size karşılık verecektir.

 

35- أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ “Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar?”

قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي “De ki: Eğer uydurdumsa vebali benim boynumadır.”

وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تُجْرَمُونَ “Ben sizin işlemekte olduğunuz suçlardan uzağım.”

 

36- وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلاَّ مَن قَدْ آمَنَ “Ve Nûh’a şöyle vahyedildi: Bil ki, kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir.”

فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ “Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme.”

Allahu Teâlâ bununla artık onların iman etmeyeceklerini, dolayısıyla Hz. Nûhun da onların yalanlamaları ve ezalarından dolayı kederlenmemesini bildirdi.

 

37- وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemi yap.”

وَلاَ تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُواْ “Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme.”

Onlar hakkında bana müracaat etme, azabın onlardan kaldırılması için dua yapma.

إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ “Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”

Onlar hakkında boğulmak hükmü verilmiştir. Bunun kaldırılması söz konusu değildir.

 

38- وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ (Nûh), gemiyi yapıyordu.”

Ayet, geçmişteki olayı hikâye yoluyla şimdi zamanda ifade etmektedir.

وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلأٌ مِّن قَوْمِهِ سَخِرُواْ مِنْهُ “Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı.”

Hz. Nûh gemiyi sudan uzak bir yerde yapıyordu. Bundan dolayı gülüyorlar “bir zamanlar nebi idin, şimdi de marangoz oldun!” diyerek dalga geçiyorlardı.

قَالَ إِن تَسْخَرُواْ مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ “Dedi ki: Bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz.”

Siz şimdi bizimle dalga geçiyorsunuz ama dünyada tufan, ahirette niran (ateş) sizi yakaladığında biz de sizinle dalga geçeceğiz.

 

39- فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ “O perişan edici azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin başına ineceğini ilerde bileceksiniz.”

Ayette iki azaptan söz edilmiştir.

-Bunlardan birincisi, dünyada onları perişan edecek suda boğulma azabıdır.

-Diğeri ise ahiretteki daimi ateş azabıdır.

 

40- حَتَّى إِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ “Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca Nûh’a) dedik ki: Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.”

Tennur, kendisinde ekmek pişirilen tandırdır.

Feveran kelimesi, suyun tencerede kaynaması gibi kaynayıp fışkırmasını ifade eder. Suyun fışkırmasının tennurdan başlaması, harikulâde ve sıra dışı bir durumdur.

Gemi Kufe’de, şimdiki Kufe mescidinin orada idi.

Veya Hindde idi.

Tennur’un “yeryüzü” veya yeryüzünde en şerefli yerlerden biri olduğu da söylenir.

Ayette, Hz. Nûhun ailesinden gemiye binmesi yasaklananlar, oğlu Ken’an ve hanımı Vâile’dir. Bu ikisi kâfirlerdendi.

وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ “Ama, onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti.”

Gemiye binenlerin sayısının Hz. Nûh dışında yetmiş dokuz olduğu söylenir. Bunlar mü’min olan eşi ve üç oğlu, yani Sam, Ham ve Yafes, bir de bunların hanımları, ayrıca erkek ve kadın toplam yetmiş kişi.

Rivayete göre Hz. Nûh gemiyi iki yılda yaptı. Uzunluğu üçyüz, genişliği elli ve yüksekliği otuz arşın idi. Üç kat olarak yaptı. En alt kata hayvanları, orta kata insanları, en üst kata da kuşları yerleştirdi.

 

41- وَقَالَ ارْكَبُواْ فِيهَا “Dedi: Binin ona.”

بِسْمِ اللّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا “Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.”

Ona Allahın adını söyleyerek binin, hareketinde ve demir almasında “bismillah” deyin.

Rivayete göre Hz. Nûh gemiyi hareket ettirmek istediğinde “bismillah” dedi, gemi hareket etti. Durmasını istediğinde yine “bismillah” dedi, gemi durdu.

إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ “Şüphesiz Rabbim Ğafur, Rahîm’dir (çok bağışlayandır, çok merhamet edendir).”

Şayet sizin hatalarınıza karşı mağfireti ve size karşı rahmeti olmasaydı, sizi kurtarmazdı.

 

42- وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ “Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu.”

Suların dalgaları her biri büyüklük ve yükseklikte bir dağ gibiydi. “Sular yer gök arasını kaplamıştı. Gemi, suların içinde gidiyordu” şeklinde diyen olmuşsa da, bu sabit bir durum değildir. Meşhur olan durum ise, suların dağların tepelerini de aşmasıdır.

وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ “Nûh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna nida etti:”

يَا بُنَيَّ ارْكَب مَّعَنَا “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin!”

Burada medar-ı bahs olan Nûhun oğlu, Ken’andır. Ken’anın Hz. Nûhun üvey oğlu olduğu, hatta Hz. Nûh ve Lûtun hanımlarıyla alakalı “Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikâhı altında idiler. Ama onlara hıyanet ettiler.” (Tahrim, 10) ayetinden hareketle gerçekte Nûhun oğlu olmadığı söyleyenler olmuşsa da, bunlara itibar edilmez. Çünkü peygamberler böyle

çirkin bir halden korunmuşlardır. Ayette nazara verilen hıyanet, din noktasında hıyanettir, kocasını aldatmak değildir.

وَلاَ تَكُن مَّعَ الْكَافِرِينَ “Kâfirlerle beraber olma!”

Dinden ayrı kalmada kâfirlerle beraber olma!

 

43- قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء “O,“Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi.”

قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ “Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi.”

وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ “Derken aralarına dalga girdi de oğlu boğulanlardan oldu.”

 

44- وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ “Denildi ki: Ey arz! Suyunu yut!”

وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي “Ey sema! Suyunu tut.”

Sema ve arza, ilim sahibi olan insanlara nida edildiği gibi nida edildi ve onlara emredildiği gibi emredildi. Bunda Allahın kudretinin kemâli ve onların da Allahın dilediğine boyun eğmeleri, bir temsil üslûbuyla anlatılmaktadır.

Nasıl ki emri nâfiz bir zât, emrine itaat edene emreder, o da o zâtın azametinin heybetinden ve cezasının şiddetinden süratle emrine itaat eder. Onun gibi, gök ve yer Allaha tam bir itaat halindedir.

وَغِيضَ الْمَاء “Ve su çekildi.”

وَقُضِيَ الأَمْرُ “İş bitirildi.”

İş bitirildi, vaad edildiği şekilde kâfirler helâk edildi, mü’minler kurtarıldı.

وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ “Gemi de Cûdî’ye oturdu.”

Cûdînin, Musul veya Şamda bir dağ olduğu söylenir. Rivayete göre Hz. Nûh gemiye Recep ayının onunda binmişti, Muharrem ayının onunda ise indi, o günde oruç tuttu, bu sünnet haline geldi.

وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ “Zalimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” denildi.”

Ayet son derece fesahatlidir. Bunları şöyle sayabiliriz:

-Ayette kullanılan lafızlar azametlidir.

-Nazmı gayet güzeldir.

-Manayı ihlal etmeyecek şekilde gayet veciz bir ifadeyle anlatılmıştır.

-“Denildi ki: Ey arz, suyunu yut…” şeklinde fail söylenmeden mefulün anlatılması, bu tasarrufta bulunanın tazimine; ve O’nun hadd-i zâtında bilindiği için ayrıca sarih olarak ifade edilmesine ihtiyaç olmadığına delâlet eder. Çünkü böyle fiilleri Vahid u Kahhâr olandan başkası yapamayacağı bilindiğinden, vehim bu noktada bir başka fail aramaz.

 

45- وَنَادَى نُوحٌ رَّبَّهُ فَقَالَ “Ve Nûh Rabbine niyaz edip dedi ki:”

رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي “Ey Rabbim! Oğlum benim ehlimdendir.”

وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ “Senin vaadin de elbette haktır.”

Senin vaat ettiğin her şey haktır, vaadinin olmaması düşünülemez. Benim ehlimi kurtaracağını vaat etmiştin, oğlumun hâli nedir? O niçin kurtulmadı?

وَأَنتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ “Ve sen hakimler hakimisin.”

Çünkü Sen her şeyi bilen ve en âdil olansın.

 

46- قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ (Allah) dedi: Ey Nûh! O asla senin ehlinden değildir.”

Çünkü mü’minle kâfir arasında velayet bağı kesilmiştir.

إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ “Çünkü o, salih olmayan bir ameldir.”

Ayetin bu kısmı, onun ehlinden olmadığının sebebini bildirir: Çünkü senin oğlun fasit bir amelin sahibidir.

Ayetteki anlatımda “o salih olmayan bir ameldir” denilmesi, daha etkin bir ifadedir. Sanki onun şahsı, amelin ta kendisi kılınmıştır.

فَلاَ تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme!”

Doğru olup olmadığını bilmediğin bir şeyi benden isteme.

Cenabı-ı Hakkın Hz. Nûhun nidasını sual (istemek) olarak ifadesi, Hz.

Nûhun ehlinin kurtuluşu vaadini zikretmesinde, zımnî olarak oğlunun kurtulmasını istemiş olmasındandır.

Veya onun hakkında uygulamaya mâni olan durumu sormasındandır.

Veya onun hakkında, artık olmayacak bir şeyi istemesindendir.

إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ “Ben seni cahillerden olmaktan sakındırırım.”

Cenab-ı Hakkın böyle bir talebi cehalet olarak nitelemesi, aslında daha önce beyan edilen “kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen” ifadesinde buna bir delâlet olması ve suale ihtiyaç bırakmamasıdır. Lakin evlat sevgisi Hz. Nûhu bundan meşgul etmiş, durum kendisine netleşmemiştir.

 

47- قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ “Nûh dedi: Ya Rabbi! Bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım.”

وَإِلاَّ تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُن مِّنَ الْخَاسِرِينَ “Beni bağışlamazsan ve bana merhamet etmezsen, hüsrana düşenlerden olurum.”

 

48- قِيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلاَمٍ مِّنَّا وَبَركَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِّمَّن مَّعَكَ “Ona denildi ki: Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden bir selam (esenlik) ve bereketlerle (gemiden) in.”

Hoşa gitmeyen şeylerden sâlim olarak, veya bizden bir selamla ve üzerine bereket inmiş, neslin ziyade olacak şekilde gemiden in. Öyle ki, insanlar için ikinci bir Âdem ol.

Hz. Nûhla beraber olanlara “birçok ümmet” denilmesi, grup grup olmalarından veya ilerde ümmetlerin bu nesillerden gelmesindendir.

Veya “seninle beraber olanlardan meydana gelen ümmetler” demektir. Bu ümmetlerden murat, mü’minlerdir.

Ayetin devamında ehl-i imana mukabil gelenler nazara verilir. Şöyle ki:

وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ “Daha birtakım ümmetler de olacak ki, biz onları (dünyada) yararlandıracağız, sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap dokunacak.”

Seninle olanlardan bazı ümmetler de olacak ki, biz onları dünyada azıcık nimetlendiririz, sonra ahirette can yakıcı bir azap onlara dokunur.

Bunlardan murat, Hz. Nûh ile beraber olanların neslinden gelen kâfirlerdir.

Denildi ki: Bunlar Hûd, Salih, Lût ve Şuayb aleyhimüsselamın kavimleridir. Azap ise, onların başına gelen azaplardır.

 

49- تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ “İşte bunlar gayb haberlerindendir.”

Hz. Nûhun bu kıssası, Sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir.

نُوحِيهَا إِلَيْكَ “Bunları sana vahyediyoruz.”

مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَذَا “Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin.”

Ayette “Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin” denilmesi, Hz. Peygamberin bunu başkalarından öğrenmediğini ifade eder.

Hz. Peygamberin kavmi, hayli kalabalık olmalarına rağmen böyle bir şey bilmiyorlardı, duymamışlardı.

فَاصْبِرْ “O halde sabret!”

Öyleyse Nûhun sabrettiği gibi Sen de risalet görevinin zorluklarına ve kavminin eziyetlerine sabret.

إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ “Şüphesiz akıbet, müttakilerindir.”

Dünyada ve ahirette akıbet, müttakilerin yani kendini şirkten ve günahlardan koruyanlarındır. Bunlar dünyada zafer ile ahirette de kurtuluş ile muvaffak kılınırlar.

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
11. Hûd
Gönderi tarihi: 23-08-2013
2,248 kez okundu
Block title
Block content