84. DERS (En'am Suresi, 1 - 10) İnsan Peygamber

1- الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulümat ve nuru (karanlıkları ve aydınlığı) var eden Allah’a mahsustur.”

 

Allahu Teâlâ bu ifadeyle hamde ehil olduğunu haber verdi ve hamdeden olsun veya olmasın bu büyük nimetlere karşılık hamdedilmeye layık olduğuna tenbihte bulundu. Bu ifade, Rab’lerine şerik edinenlere karşı bir delildir.

 

Arz da semaya misil iken, arzın tekil, semavatın ise çoğul gelmesi, semavat tabakalarının bizzat muhtelif olması, eserleri ve hareketlerinin farklı farklı bulunmasındandır.

 

Semavatın arzdan önce zikredilmesi ise,

 

-Şerefi,

 

-Konumunun yüceliği,

 

-Daha önce yaratılmış olması sebebiyledir.

 

Zulümat ve nurun meydana getirilmesi

 

Allahu Teâlâ, göklerin ve yerin yaratılışından söz etti, ardından zulümat ve nurun meydana getirilmesini nazara verdi. Zulümat ve nurun meydana getirilmesinin nazara verilmesi, bunların kendi başına kaim olduğunu iddia edenlere bir reddiyedir.

 

Zulümatın çoğul gelmesi, sebeblerinin ve bunları taşıyan cirimlerin çokluğundandır.

 

Veya zulümattan murat dalalet, nurdan murat ise hidayet olabilir. Hidayet birdir, dalalet ise çeşit çeşittir.

 

Zulümatın nurdan önce gelmesi, melekelerde yokluk halinin önce olmasındandır.[1>

 

ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِرَبِّهِم يَعْدِلُونَ “Böyleyken kâfirler hâlâ başkalarını Rablerine denk sayıyorlar.”

 

Yani, Allahu Teâlâ kullarına nimet olarak yarattıklarına karşılık hamdedilmeye layıktır. Ama O’nu inkâr edenler bazı şeyleri Allaha denk tutarak O’nun nimetini inkâr ederler.

 

Ayette “Rablerine” denilmesi, şuna tenbihte bulunur: Onları terbiye eden Allah bütün bunları onların varlığı ve maişetlerini temin için birer sebep olarak yarattı. Dolayısıyla, O’nun hakkı bu nimetlere mukabil inkâr edilmek değil, hamd edilmek olmalıdır.

 

O, kendisinden başka hiçbir şeyin güç yetiremeyeceği şeyleri yarattı. Ama onlar bunlardan hiçbirine güç yetiremeyen putları Allaha denk tuttular.

 

2- هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ “O ki, sizi çamurdan yarattı.”

 

O, sizi yaratmaya çamurdan başladı. Çünkü çamur, insanın ilk maddesidir. İnsanlığın atası olan Âdem de ondan yaratılmıştır.

 

Veya “sizi çamurdan yarattı” “Atanızı çamurdan yarattı” manasını da ifade edebilir.

 

ثُمَّ قَضَى أَجَلاً “Sonra bir ecel takdir etti.”

 

وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ “Ecel-i müsemma (belirlenmiş bir ecel) O’nun nezdindedir.”

 

Birinci ecel, insanın ölümü,

 

İkinci ecel ise, kıyamet olabilir.

 

Birincisi, yaratılış ve ölüm arasında geçen süre, ikincisi ise ölümle haşir arasında geçen süre olabilir. Çünkü ecel ifadesi, bir müddetin sonuna denildiği gibi, müddetin tamamına da kullanılabilir.

 

Denildi ki: Birinci ecel uyku, ikinci ecel ise ölümdür.

 

Birincisi ölüp gidenlere, ikincisi geride kalanlar ve yeni gelenlere bakar.

 

Buna ecel-i müsemma denilmesi, sabit, belirli ve değişmeyi kabul etmemesindendir. Bu ecelin Allah nezdinde olması, ecelde Allahdan başkasının ilmi ve kudreti olmadığını nazara vermek içindir.

 

ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ “Sonra siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.”

 

Ayetin bu kısmı, onların şüphe içinde olmalarının ne kadar da yersiz olduğunu anlatır. Çünkü Allah hem onları, hem de atalarını yaratmıştır. Ecelleri gelinceye kadar kendilerine hayat verecektir. Dolayısıyla bu maddeleri yaratmaya ve toplamaya, bu maddelere hayat vermeye ve dilediği kadar hayatı devam ettirmeye kâdir olan, elbette bu maddeleri ikinci defa toplamaya ve onlara hayat vermeye kâdirdir.

 

Bu durumda birinci ayet tevhidin delilidir, ikinci ayet ise haşrin delilidir.

 

3- وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ “O, göklerde de Allah’tır, yerde de.”

 

Yani, göklerde ve yerde ibadete layık olan sadece O’dur, başkası değil. Şu ayette de benzeri bir mana vardır: “O ki, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” (Zuhruf, 84)

 

يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهرَكُمْ “Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da.”

 

Yani, Allahu Teâlâ, göklerde ve yerde olanları eksiksiz bilmesiyle, sanki her ikisinde de bulunur.[2>

 

وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ “Sizin ne kesbettiklerinizi de bilir.”

 

Hayır ve şer olarak her ne iş yaparsanız Allah onu bilir ve sevap veya ceza olarak karşılığını verir.

 

“Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da” ifadesinden murat nefsin gizli ve aşikâr hâlleri, “Sizin ne kesbettiklerinizi de bilir” ifadesinden murat ise azaların amelleri olabilir.

 

4- وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُواْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ “Onlara Rab’lerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.”

 

Onlara delil olarak her ne gelse, mu’cize olarak hangi mu’cizeyi görseler, Kur’anın ayetlerinden herhangi bir ayete muhatap olduklarında bunlara tefekkür nazarıyla bakmazlar, bunlara yönelmezler.

 

5- فَقَدْ كَذَّبُواْ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ “Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar.”

 

Onlara Kur’an geldiğinde onu yalanladılar. Ayetin bu kısmı, öncesinin lâzımı gibidir. Sanki şöyle denilmiştir:

 

Onlar, bütün ayetlerden yüz çevirerek, kendilerine geleni yalanlamış oldular.

 

Veya ayetin bu kısmı, önceki kısma delil gibidir: Yani, Kur’an en büyük ayet iken ondan yüz çevirdiler ve onu yalanladılar. Bunu yaptıktan sonra, diğerlerinden nasıl yüz çevirmesinler?

 

فَسَوْفَ يَأْتِيهِمْ أَنبَاء مَا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ “Alaya aldıkları şeylerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir.”

 

Dünya ve ahirette azap başlarına geldiğinde, dalga geçtikleri şeyin hakikat olduğu kendilerine zâhir olacak.

 

Veya İslam’ın galip gelmesi ve şanının yücelmesiyle bunu anlayacaklar.

 

6- أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ “Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi?”

 

Ayette geçen “karn” ortalama bir insan ömrü olan yetmiş senedir. Seksen olduğu da söylenir.

 

Denildi ki: Karn, müddeti az veya çok, kendisinde bir peygamber veya ilimde seçkin birinin bulunduğu zamana denilir.

 

مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ “Arzda size vermediğimiz imkanları onlara vermiştik.”

 

Onlara yeryüzünde yerleşecekleri bir mekân verdik, orada kendilerini yerleştirdik. Orada tasarrufta bulunmaları için kendilerine kuvvet ve aletler verdik.

 

Ey Mekke ahalisi! Size vermediğimiz genişlik mal, güç, kuvvet, sayıca çokluk gibi imkânları onlara verdik.

 

وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا “Onlara gökten bol bol yağmur indirdik.”

 

وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ “Altlarından da ırmaklar akıttık.”

 

Böylece nehirler, meyveler arasında bolluk içinde yaşadılar.

 

فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ “Fakat onları günahlarından dolayı helak ettik.”

 

Ama bu geniş imkânlar, onlardan böyle bir azabı gidermedi.

 

وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ “Ve kendilerinden sonra başka bir nesil yarattık.”

 

Onlara bedel başkalarını getirdik.

 

Yani, Allahu Teâlâ sizden önceki devirlerde Âd ve Semud gibi kavimleri helak edip onların yerine başkalarını getirerek o beldeleri mamur kıldığı gibi, size de benzerini yapmaya kadirdir.

 

7- وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فِي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِأَيْدِيهِمْ لَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ “Eğer sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak da onu elleriyle tutsalardı, yine de o kâfirler “bu ancak apaçık bir sihirdir” derlerdi.”

 

Onlar mu’cize gördüklerinde “gözlerimiz büyülendi” diyorlardı. Bu defa elleriyle dokunacakları bir kitap sana indirsek, inatla “bu ancak apaçık bir sihirdir” derler.

 

8- وَقَالُواْ لَوْلا أُنزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌ “Bir de dediler ki: Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!”

 

Bu, “Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya!” (Furkan, 7) demeleri gibi bir istekleridir. Yani, “keşke O’nunla beraber bir melek olsa da O’nun peygamber olduğunu bize söylese”

 

وَلَوْ أَنزَلْنَا مَلَكًا لَّقُضِيَ الأمْرُ ثُمَّ لاَ يُنظَرُونَ “Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı.”

 

Ayet, onların sözlerine bir cevaptır ve isteklerinin yerine getirilmesine engel olan durumu beyandır. Yani, onların talep ettiği gibi gözle görecekleri bir melek indirilse, helâk olmayı hak ederler. Çünkü onlardan öncekilerde Allahın kanunu böyle cereyan etmiştir.

 

Azap geldikten sonra ise, göz açıp yumuncaya kadar da olsa kendilerine göz açtırılmaz.

 

9- وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَّجَعَلْنَاهُ رَجُلاً وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِم مَّا يَلْبِسُونَ “Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (sûretinde) yapardık ve onları düştükleri kuşkuya yine düşürürdük.”

 

Müşrikler kâh “Peygambere bir melek indirilse ya”, kâh “Rabbimiz dilese bir meleği peygamber olarak gönderirdi” diyorlardı. Ayet, her ikisine de cevap gibidir.

 

Yani, “Şayet biz bir meleği onların gözle görecekleri şekilde Sana yardımcı versek veya peygamberi bir melek kılsak, Cebrailin Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde temessül ettirilmesi gibi, onu bir adam şeklinde temessül ettirirdik.”

 

Çünkü insanî kuvveler, meleği asıl sûretinde görmeye güç yetiremez. Ancak peygamberler onları kudsî kuvveleriyle görebilmişlerdir.

 

Böyle olunca gönderilecek melek ve peygamber insan sûretinde olacak, dolayısıyla yine “bu da ancak sizin gibi bir insan” diyecekler, durum yine kendilerine karışık gelecek.

 

10- وَلَقَدِ اسْتُهْزِىءَ بِرُسُلٍ مِّن قَبْلِكَ “Senden önce de peygamberlerle alay edilmişti.”

 

Ayet, Hz. Peygamberin kavminden gördüklerine karşı bir tesellidir.

 

فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُواْ مِنْهُم مَّا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ “Fakat onlardan alay edenleri, alay ettikleri şey kuşatıverdi.”

 

O alay ettikleri azap her taraftan kendilerini kuşatıverdi.

 

Veya, istihzalarının vebâli başlarına geldi, cezasını çektiler.


[1> Mesela, cehalet bir karanlıktır, ilim ise bir nurdur. İnsan önce cahildir, zamanla ilim öğrenir.

[2> Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Mekânın yaratıcısı olan Allah, mekândan münezzehtir. Allah, göklerde ve yerde ilmiyle hazır ve nazırdır. Mülkünde cereyan eden her şey O’nun bilgisi ve izni dairesinde cereyan eder..

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
6. En'am
Gönderi tarihi: 14-09-2012
2,406 kez okundu
Block title
Block content