93. DERS (En'am Suresi, 95 - 110) Allahı İdrak

95- إِنَّ اللّهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى  "Şüphesiz ki Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir.”

يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ  “O, ölüden diriyi çıkarır.”

وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ “Diriden de ölüyü çıkarandır.”

ذَلِكُمُ اللّهُ “İşte (vasıfları anlatılan) Allah!”

İşte hayatı ve ölümü veren Allah, ibadete layık olandır.

فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ “Öyleyse (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?”

 

96- فَالِقُ الإِصْبَاحِ  “O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır.”

Sabahın ilk aydınlığını gecenin karanlığından yarıp çıkarandır.

وَجَعَلَ اللَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًا “Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da belirlemek için birer hesap ölçüsü kıldı.”

Geceyi bir sükûnet zamanı kıldı. Gecenin o sükûnetinde günün yorgunluğunu atar, istirahat edersiniz.

ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ “İşte bu, Azîz – Alîm olanın takdiridir.”

 “İşte bu” ifadesi, güneş ve ayın, insanların vakti bilmeleri için tanzim edildiğine işarettir.

“Azîz-Alîm olanın takdiridir.”

Azîz olan Allah güneş ve aya hükmetmiş, kendilerine has yörüngelerde onları seyrettirmiştir. Onların tedbirini yapmış, her ikisi için en faydalı dö- nüş şekillerini ilmiyle belirlemiştir.

 

97- وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُواْ بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ “O ki, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları tanzim etti.”

قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ “Şüphesiz biz, bilen kimseler için âyetleri fasıl fasıl açıkladık.”

Çünkü ayetlerin bu şekilde fasıl fasıl anlatılmasından istifade edenler onlardır.

 

98- وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ “O ki, sizi bir tek nefisten yarattı.”

“Tek nefis” Hz. Âdeme işarettir.

فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ “Sizin bir karar kılma yeriniz, bir de emanet bırakılma yeriniz var.”

Sizin için baba sulbünde veya arz üzerinde yerleşmek ve ana rahmine veya yerin altına bırakılmak vardır.

قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ  Şüphesiz biz, anlayan kimseler için âyetleri fasıl fasıl açıkladık.”

Önceki ayette yıldızların aydınlatmasını nazara verirken “bilen kimseler için ayetleri fasıl fasıl açıkladık” denilmişti. Çünkü yıldızların bu yönü açıktır, malumdur. Burada ise “anlayan kimseler için ayetleri fasıl fasıl açıkladık” denildi. Çünkü insanların bir nefisten yaratılmaları ve muhtelif hallerde çevrilmeleri, dakik ve kapalı bir durumdur, aklı kullanmayı ve ince bir nazarı gerektirir.

 

99- وَهُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء “O ki, gökten bir su indirdi.”

Buluttan veya sema canibinden size yağmur indirdi.

فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ  İşte biz her çeşit bitkiyi onunla çıkardık.”

Ayetin evvelinde Allahu Teâlâ’dan “indirdi” şeklinde gıyabî olarak söz edilmişken, devamında “biz her çeşit bitkiyi onunla çıkardık” denilerek hitapta telvîn yapıldı.[1>

Bir başka ayette “Bunların hepsi bir tek su ile sulanır.” (Ra’d, 4) denildiği gibi aynı sudan muhtelif, çeşit çeşit bitki türlerinin çıkması, Allahu Teâlânın kudretini ortaya koymaktadır.

 فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا “Derken ondan bir yeşillik çıkardık.”

نُّخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُّتَرَاكِبًا  “Ondan da (o yeşillikten) birbiri üzerine binmiş taneler çıkarıyoruz.”

وَمِنَ النَّخْلِ مِن طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِّنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ “Hurma ağacının tomurcuğundan da aşağıya sarkmış salkımlar (çıkarıyoruz), ayrıca üzüm bahçeleri, zeytin ve nar (meydana getiriyoruz).

مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ  (Bunlar) birbirine benzer ve birbirinden farklı şekilde.”

 “Birbirine benzer ve birbirinden farklı şekilde” ifadesi, evvelindeki narın hâlini anlattığı gibi, bahsi geçen bütün nimetlerin bir özelliği de ola- bilir. Çünkü bütün bunlar birbirine benzer olduğu gibi; görünüm, miktar, renk ve tatta birbirinden farklı da olmaktadırlar.

انظُرُواْ إِلِى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ “Bunların meyvesine, ilk meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın.”

İlk meyve verdiğinde bir işe yaramaz haldedir. Ama gittikçe olgunlaşır, kıvamını bulur, faydalı ve lezzetli hâle gelir.

إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (Ey muhataplar!) Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için ayetler vardır.”

İşte bunlarda sizin için Kadir-i Hakimin varlığına ve birliğine delâlet eden ibretler, alâmetler vardır. Çünkü çeşitli cinslerin ve farklı türlerin tek bir asıldan meydana gelmesi, bir halden başka hâle nakli, bunları ayrıntıla- rıyla bilen, hikmetinin iktizasına göre çeşitli ihtimaller içinde tercihte bulunan bir kudret sahibinin yaratmasıyla meydana gelmektedir.

Ona fiilinde engel olacak bir şerik söz konusu değildir, O’na karşı çıkacak biri yoktur. Bundan dolayı, sonraki ayette Allaha ortak koşanlar kınandı ve görüşleri çürütüldü. Şöyle ki:

 

100- وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء الْجِنَّ “Bir de cinleri Allah’a birtakım ortaklar yaptılar.”

Meleklere ibadet etmek sûretiyle onları Allaha şerik kıldılar ve dediler ki “Melekler, Allahın kızlarıdır.”

Ayette “cinler” şeklinde bunun ifade edilmesi, gözle görülmemelerindendir ve bunu yapanları tahkir içindir.

Veya “cinlerden” murat şeytanlardır. Çünkü bu müşrikler Allaha itaat eder gibi şeytanlara itaat etmişlerdir.

Veya şeytanların teşvik ve tahrikiyle putlara tapmaları bu şekilde ifade edilmiştir.

Mecusiler gibi, bazılarının “Allah hayrın ve bütün faydalı şeylerin yaratıcısıdır, şeytan ise şerrin ve bütün zararlı şeylerin yaratıcısıdır” demeleri de ayetin şümulüne girebilir.

وَخَلَقَهُمْ “Oysa onları O yarattı.”

Hâlbuki onlar da bilmektedir ki, kendilerini yaratan Allahtır, cin değil. Yaratan, yaratmayan gibi değildir.

وَخَرَقُواْ لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ “Bilgileri olmadan Allah’a oğullar ve kızlar uydurdular.”

Bazı Yahudiler “Üzeyir, Allahın oğlu” dediler.

Hristiyanlar “Mesih, Allahın oğlu” dediler.

Arab müşrikleri “Melekler Allahın kızları” dediler.

“Bilgileri olmadan”

Onlar bunu söylerken bir ilme dayanmadan, dediklerinin hakikatini bilmeden ve buna herhangi bir delil getirmeden söylediler.

سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ “O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”

Allah, bir şeriki veya çocuğu olmaktan münezzehtir.

 

101-  بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır.”

أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُن لَّهُ صَاحِبَةٌ “O’nun bir eşi olmadığı hâlde,nasıl bir çocuğu olur?”

وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ “Hâlbuki her şeyi O yarattı.”

وهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Ve O, her şeyi bilendir.”

Hiçbir şey O’na gizli kalmaz.

Ayette “her şeyi O yarattı” denildikten sonra “O, her bir şeyi bilendir” denildi. Burada “her şey” ifadesinin tekrarı, Allahın ilminin yarattıklarıyla sınırlı olmadığını nazara vermek içindir.

Ayette, çok cihetlerle Cenab-ı Hakkın çocuk sahibi olmaktan münezzeh olduğuna istidlalde bulunulmuştur. Şöyle ki:

-Allah, gökleri ve yerleri yoktan yaratmıştır. Bunlar, yaratılmış olmakla beraber kendilerine çocuk nispet edilmezken, Allahu Teâlânın çocuk nispet edilmekten yüce oluşu evleviyetle sabittir.

-Öte yandan, birinin çocuğu onun nazîridir. Allahın ise naziri yoktur, öyleyse çocuğu da olamaz.

-Çocuk, aynı cinsten olan bir erkek ve dişiden meydana gelir. Allahu Teâlâ için ise başkasıyla aynı cinsten olmak söz konusu değildir.

-Çocuk, babaya denk olur. Allah için ise, iki cihetle denk bir şey yoktur.

1-Allahın dışında her şey O’nun mahlûkudur. Dolayısıyla O’na denk bir şey olamaz.

2-Allahu Teâlâ zâtıyla her türlü malumatı bilendir. Allahın dışında olanlar için ise, -icma ile sabit olduğu üzere- zatından bir ilim söz konusu değildir.

 

102- ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ “İşte sizin Rabbiniz Allah.”

لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ “O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.”

خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ “O, her şeyin yaratıcısıdır.”

فَاعْبُدُوهُ “Öyle ise O’na ibadet edin.”

Bütün bu sıfatları cem eden zât, elbette ibadete layıktır.

وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ “O, her şeye vekildir.”

O Allah, bu sıfatlarla beraber, sizin işlerinizi de yürütendir. Öyleyse O’na tevekkül ediniz. O’na ibadet ile maksatlarınıza ulaşmaya çalışınız. O, amellerinizi görüp gözetendir, yaptıklarınıza göre size karşılık verecektir.

 

103- لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ “Gözler O’nu idrak edemez.”

Mu’tezile, bu ayetle rüyetullahın olmayacağına delil getirdi. Ama bu, delil olmaktan uzaktır. Çünkü idrak, mutlak rü’yet değildir.

Ayrıca ayette bütün vakitlerde bunu nefyetmek söz konusu değildir. Bu durum, bazı hallere mahsus olabilir.

Ayetin ifadesi “Her göz sahibi O’nu idrak edemez” demektir. Bu ise,bazı şahısların rü’yetine mani bir ifade değildir. Ayrıca, bir şeyi nefyetmek, onun imkânsız olmasını icap etmez.

وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ “O ise gözleri idrak eder.”

وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “O, Latîf’dir – Habîr’dir.”

Ayette leff-i neşr-i mürettep vardır. Yani, “Gözler O’nu idrak edemez, çünkü O Latif’tir. O ise gözleri idrak eder, çünkü O Habîr’dir.” Bu durumda, ayetteki “Latîf” ifadesi, istiare yoluyla kesîf kelimesinin mukabili olarak kullanılmıştır.

Çünkü Latîf olan, duyularla idrak edilmez.

 

104- قَدْ جَاءكُم بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ  “Rabbinizden size basîret nurları geldi.”

Beden için “basar” yani göz ne ise, ruh için de basîret odur.

فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ “Artık kim gözünü açıp görürse kendi yararınadır.”

وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا “Kim de körlük ederse kendi zararınadır.”

وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ “Ben başınızda bekçi değilim.”

Ben ancak bir uyarıcıyım.

Allah ise, üzerinize bir hafizdir, amellerinizi hıfzeder, onların karşılığını verir.

Ayet, Hz. Peygamberin lisanı üzere varid olan bir kelâmdır.[2>

 

105- وَكَذَلِكَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ وَلِيَقُولُواْ دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ “Onlar, “Sen iyi ders almışsın” desinler ve bilen bir toplum için onu (Kur’an’ı) açıklayalım diye âyetleri değişik biçimlerde işte böylece açıklıyoruz.”

Ayetler aslında bütün insanlara beyan edilmiştir. Ama bunlardan faydalananlar, bilen insanlardır.

 

106- اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ “Rabbinden sana vahyedilene uy.”

لا إِلَهَ إِلاَّ هُو “O’ndan başka ilâh yoktur.”

وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ “Müşriklerden yüz çevir.”

Onların sözlerine itibar etme! Görüşlerine iltifat gösterme!

Bazıları, bu ayetin “seyf ayeti” ile mensuh olduğunu söylerler.

Onlar “müşriklerden yüz çevir” ayetini “onlardan elini çek, hiçbir şekilde mukabelede bulunma!” şeklinde yorumlarlar.[3>

 

107-  وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكُواْ “Allah dileseydi, ortak koşmazlardı.”

Allah onların tevhide gelmesini, şirk koşmamasını dileseydi, şirk koşmazlardı.

Ayette, Allahu Teâlânın, kâfirlerin imanını dilemediğine ve Onun muradının mutlaka vaki’ olacağına delil vardır.

وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا “Biz, seni onlar üzerine bekçi yapmadık.”

وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ “Sen onlara vekil de değilsin.”

 

 

108- وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ “Onların, Allah’ı bırakıp taptıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler.”

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre, Hz. Peygamber onların batıl mabutlarının ayıplarını söylüyordu. Dediler ki: “Ya ilahlarımıza kötü söz söylemeye son verirsin, ya da biz de senin ilahını hicvederiz.” Bunun üzerine üstteki ayet nâzil oldu.

Denildi ki: Müslümanlar, onların ilah kabul ettikleri şeylere sövüyorlardı. Onların bu hâli, müşriklerin Allah hakkında ileri geri konuşmasına yol açmasın diye, bundan men edildiler.

Ayette, büyük bir masiyete sebebiyet verme durumunda, aslında tâat olan şeyin terkinin vacip olduğuna bir delil vardır. Çünkü şerre yol açan şey, şerdir.

كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ “Bunun gibi her ümmete amelini süslü gösterdik.”

Böylece biz her ümmete, hayır ve şer olarak yaptıkları amelleri süslü kıldık.

Hayırlı işlerde tevfik ile, şerli işlerde inayetimizden mahrum bırakarak kendilerine imkan verdik, yaptıkları amele sevk ettik.

Ayette nazara verilen amelin, kötü amel ve “her ümmet” ile kastedilenin de kâfirler olması caizdir. Çünkü kelâm, onlar hakkındadır. “Bunun gibi” ifadesinde nazara verilen ise, Allah hakkında uygunsuz sözler söylemelerinin kendilerine süslü kılınmasıdır.

ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ “Sonra dönüşleri ancak Rab’lerinedir.”

فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ “O da yapmakta olduklarını tek tek kendilerine haber verecektir.”

Allah onlara yaptıkları amelleri haber vermesi, bu amellerinden dolayı kendilerini hesaba çekmesi ve cezalandırmasıdır.

 

109- وَأَقْسَمُواْ بِاللّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِن جَاءتْهُمْ آيَةٌ لَّيُؤْمِنُنَّ بِهَا “Eğer kendilerine (başka) bir ayet gelirse, mutlaka ona inanacaklarına dair en güçlü yeminleriyle Allah’a yemin ettiler.”

Onları buna iten sebep, mu’cize talebinde Hz. Peygambere baskı yapmak ve gördükleri mu’cizeleri küçük saymalarıydı.

قُلْ إِنَّمَا الآيَاتُ عِندَ اللّهِ “De ki: Ayetler ancak Allah katındadır.”

Allah, o talep etmiş olduğunuz mu’cizeleri getirmeye kadirdir, bunlardan dilediğini izhar eder. Bunlar benim kudret ve irademle olacak şeyler değildir.

وَمَا يُشْعِرُكُمْ أَنَّهَا إِذَا جَاءتْ لاَ يُؤْمِنُونَ “Onlara (mu’cizeler) geldiğinde de iman etmeyeceklerini siz nerden bileceksiniz?”

Bilemezsiniz, istemiş oldukları mu’cize geldiğinde, bunlar yine iman etmezler.

Ayette, istenen bu mu’cizeler geldiğinde onların iman etmeyeceğini Allahu Teâlânın bildiğine bir tenbih vardır.

Ayette hitap mü’minleredir. Çünkü mü’minler onların imanını umarak mu’cize gelmesini temenni ediyorlardı. Bunun üzerine ayet nâzil oldu.

 

110- وَنُقَلِّبُ أَفْئِدَتَهُمْ وَأَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُواْ بِهِ أَوَّلَ مَرَّةٍ “Onlar, önce iman etmedikleri gibi, biz onların kalblerini ve gözlerini çeviririz (de sonra da iman etmezler.)

Nerden bilirsiniz, ayetler geldiğinde biz onların kalplerini haktan çeviririz, bir şey anlamazlar, gözlerini çeviririz, bir şey görmezler. Dolayısıyla, o mu’cizelere inanmazlar.

وَنَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ “Ve onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın bir halde bırakırız.”

 


[1> Buna “iltifat sanatı” denilir.

[2> Mukadder “De ki” ifadesi bazan hazfedilebilmektedir, burada da böyledir.

[3> Karanlığa küfretmektense bir mum yakmak daha hayırlıdır. Müşriklerle cedelleşmektense, İslamın güzelliğini yaşamak ve muhtaç olanlara bildirmek çok daha hayırlıdır. İslamda esas olan savaş değil, barıştır. İslamın asıl gelişmesi barış ortamında olmaktadır. Hudeybiye barışı, bunun en güzel örneklerindendir. Savaş, diğer yollar kapandığında müracaat edilecek son çaredir.

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
6. En'am
Gönderi tarihi: 16-02-2013
1,923 kez okundu
Block title
Block content