97- مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً “Erkek olsun kadın olsun, mü’min olarak her kim salih bir amel işlerse, muhakkak onu hoş bir hayat ile yaşatacağız.”Cenab-ı Hakkın, insan nevinin iki kısmını da sayması, tahsis anlaşılmasın diyedir.
“Mü’min olarak” Çünkü, kafirlerin amellerinin sevaba liyakat hususunda bir önemi yoktur. Onların salih amelleri, ancak azabın hafifletilmesinde işe yarar.
“Onu hoş bir hayat ile yaşatacağız.”
İşte biz ona, dünyada hoş bir hayat veririz. Çünkü imkânları genişse, zaten hoş bir hayatı olur. Ama, geçim sıkıntısı çeken biri ise,
-Kanaatle,
-Kısmetine rıza ile,
-Ahirette büyük bir mükafat umarak yaşadığından, hoş bir hayat yaşamış olur.
Ama kâfir böyle değildir. Dünyada geçim sıkıntısı çekiyorsa, zaten sıkıntılı bir hayatı vardır. Ama, imkânları geniş biri ise,
-Açgözlülük,
-Ve elindekini kaçırma korkusuyla yaşadığından, hoş bir hayat yaşayamaz.
Denildi ki: Ayette bildirilen hoş hayat, ahirettedir.
وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ “Ve elbette yapmakta oldukları amellerin en güzeliyle mükafatlarını vereceğiz.”
98- فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Şimdi Kur’ân okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”Bir başka ayette “Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide, 6) denilip bununla “namaz kılmayı murat ettiğinizde” manası kastedilmesi gibi, burada da mana “Kur’an okumayı murat ettiğinde” demektir.
“Allah’a sığın.”Allahtan, seni onun vesveselerinden korumasını iste, ta ki okurken sana vesvese veremesin.
Ekser âlimler, burada emrin vücup değil, mubahlık ifade ettiğini söylerler.
İbnu Mesuddan şöyle rivayet edilir: Rasûlullahın huzurunda Kur’an okurken “kovulmuş şeytandan Semi’-Âlime sığınırım” diye okumaya başladım. Bana dedi ki: “Euzü billahi mineş şeytanir racim” (Kovulmuş şeytandan Allaha sığınırım) diye oku! Cebrail (as) bana kalemden, levh-i mahfuzdan böyle okudu.”
99- إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “Şüphesiz ki iman eden ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir hâkimiyeti yoktur.”
Çünkü onlar şeytanın emirlerine (direktiflerine) uymazlar, vesveselerini kabul etmezler. Ancak nadiren ve bir gaflet anında şeytana aldanırlar. Bundan dolayı da Allaha sığınmak ile emrolundular.
Ayette “Onun, ehl-i iman üzerinde bir hâkimiyeti yoktur” manasının, ondan Allaha sığınmanın emredilmesinden hemen sonra nazara verilmesi, muhatapların istiaze emrinden dolayı “kendisinden sığınılması emredildiğine göre, acaba şeytanın insanlar üzerinde bir hâkimiyeti mi var?” vehmine kapılmamaları içindir.
100- إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُم بِهِ مُشْرِكُونَ “Onun hâkimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah’a ortak koşanlaradır.”
Onun hâkimiyeti, ancak ve ancak,
- Onu seven ve itaat edenlere,
- Ve Onu Allaha ortak koşanlara
- Veya o şeytan sebebiyle şirk içinde olanlaradır.
1ّ01- وَإِذَا بَدَّلْنَا آيَةً مَّكَانَ آيَةٍ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُواْ إِنَّمَا أَنتَ مُفْتَرٍ “Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman, –ki Allah neyi indireceğini en iyi bilendir- “Sen, ancak bir müfterisin” dediler.”
Şayet biz nesh yoluyla lafzan veya hükmen bir ayeti bir başka ayetle değiştirir, nesheden ayeti neshedilen ayet yerine koyarsak, buna itiraz ederler.[1>
Böyle bir nesh olduğunda, kâfirler şöyle dediler:
“Sen Allah adına böyle şeyler uyduruyorsun! Bir şeyi emrediyor, ardından fikir değiştirip onu yasaklıyorsun.”
Hâlbuki Allah neyi indirmenin maslahatlı olduğunu en iyi bilendir. Çünkü bir vakit maslahat olan bir şey, başka zamanda zararlı hâle gelebilir, Allah da onu hükümden kaldırır. Eskide maslahat olmayan bir şey şimdi maslahat olabilir, Allah eskisinin yerine yeni hükmü getirir.
“Allah neyi indireceğini en iyi bilendir” ifadesi, kâfirleri bu sözlerinden dolayı şiddetle kınamaktır, senetlerinin (gerekçelerinin) bozuk olduğuna bir tenbihtir.
بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ “Doğrusu onların çoğu bilmezler.”
Onların çoğu hükümlerin hikmetlerini bilmezler, hatayı savabdan, eğriyi doğrudan ayıramazlar.
102- قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ “De ki: Ruhu’l - Kudüs onu iman edenlere sebat vermek,hakka teslim olanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinden hak olarak indirdi.”
Ruhu’l-Kudüs (Kutsal ruh) Hz. Cebraildir.
Ayet metnindeki “tenzil” ifadesinde, Kur’anın inişinin tedrici olduğuna, ayetlerin maslahatlara göre peyder pey indirildiğine, bu da bazı ayetlerin zamanla değişmesini iktiza ettiğine işaret vardır.
Kur’anın tedricen indirilmesi, Allahın ehl-i imanı, Kur’anın O’nun kelâmı olduğu hususunda imanlarında sabit kılması içindir. Çünkü onlar yeni hükmü işitip onda olan hikmet ve maslahata riayet edilişini görünce, inançları kökleşir, kalpleri mutmain olur.Ayette, ehl-i iman için Kur’anın bu özellikleri taşıdığının bildirilmesi, ehl-i küfür için de bunların zıdları olduğuna bir tarizdir.
103- وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ “Muhakkak biliyoruz ki onlar: “Ona bir insan öğretiyor” diyorlar.”
Bununla, Amir Bin Hadramî’nin Cebra isimli Rum kölesini kastediyorlardı.
Denlidi ki: Bundan murat Cebra ve Yesara isimli iki Rumdur. Bunlar Mekkede kılıç yapıyorlardı. Tevratı ve İncili okuyan kimselerdi. Hz. Peygamber bunlara uğrar, okuduklarını dinlerdi.
Denildi ki: Bundan murat, Selman-i Farisi’dir.
لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ “İsnat ettikleri kimsenin dili yabancıdır.”
Onların haktan saparak nisbet ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Arabça değildir.
وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ “Bu (Kur’ân) ise, apaçık bir Arabçadır.”
Bu Kur’an ise, beyan ve fesahat özelliğine sahip apaçık Arabça dili üzeredir.
Yani, Hz. Peygamberin dinlemiş olduğu şey, yabancı bir kelâmdır, onu ne kendisi anlar ne de siz. Kur’an ise Arabçadır, en küçük bir dikkatle bile onu anlarsınız. Böyle olunca, bu Kur’anı nasıl olur da Arab olmayan birinden kapmış olabilir? Farz-ı muhal Hz. Peygamberin o kimseyi dinleyerek manayı öğrendiği, lafzı ise ondan almayıp kendisi ifade ettiği düşünülse bile, yine iddiaları geçerli olamaz. Çünkü Kur’an mana cihetiyle mu’cize olduğu gibi, lafız yönüyle de mu’cizedir. Ayrıca Kur’anda olan pek çok ilimlerin, bu ilimlerde üstün bir muallimle uzun süre beraber olmadan öğrenilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Hz. Peygamber nasıl olur da ara sıra uğramış olduğu çarşıdaki bir köleden bu ilimleri öğrenmiş olabilir? Kaldı ki, o kölenin dili yabancıdır, Arabça değildir.
Onların bu gibi cılız sözlerle Kur’anı tenkid etmeye çalışmaları, son derece acze düştüklerine bir delildir.
1ّّ04- إِنَّ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللّهِ لاَ يَهْدِيهِمُ اللّهُ “Allah’ın âyetlerine iman etmeyenleri, muhakkak ki Allah hidayete erdirmez.”
Allahın ayetlerinin O’nun katından olduğuna inanmayanlar var ya, Allah onları hakka veya kurtuluş yoluna sevketmez.
Denildi ki: Cennete sevketmez.
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Ve onlara elem verici bir azap vardır.”
Ahirette onlar için elim bir azap vardır.
Allahu Teâlâ, onların Kur’an hakkındaki şüphelerini ortaya koyup tenkitlerini reddettikten sonra, onu inkârlarından dolayı kendilerini tehdit etti. Sonra da işi kendi başlarına çevirip şöyle buyurdu:
1ّ05- إِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللّهِ “Ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar (Kur’an hakkında) yalan iftira eder.”
Yani, müfteri olan Hz. Peygamber değil, ancak Allahın ayetlerine inanmayan bu kimselerdir. Çünkü, aslında onları inkârdan caydırması gereken bir azaptan korkmamaktadırlar.
وَأُوْلئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ “Ve işte onlar yalancıların ta kendileridir.”
Gerçekte yalancı olan da onlardır.
Veya yalanın kemâli (zirvesi) onlardadır. Çünkü Allahın ayetlerini yalanlamak ve böyle hurafe şeylerle ona saldırmak, yalanın en büyüğüdür.
Veya, yalan söylemek onların âdeti olmuştur. Ne bir din, ne de bir mürüvvet, onları yalandan alıkoyar.Veya onlar “Sen ancak bir müfterisin.” “Ona bir insan öğretiyor” demelerinde yalancıdırlar.
1ّ06- مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde küfre zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, işte onlara Allah’tan bir gadab vardır.”
Ayette, imanın kalp ile tasdik olduğuna bir delil vardır.
Ayette bildirilen ceza, küfre gönül hoşluğuyla itikad eden kimseler içindir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ “Ve onlar için çok büyük bir azab vardır.”
Onun cürmünden daha büyük bir günah olmadığından, ona verilen azap çok büyük bir azap olacaktır.
Rivayete göre Kureyş kavmi Ammarı ve onun anne- babası olan Sümeyye ve Yasiri dinden dönmeye zorladılar. Hz. Sümeyyeyi iki deve arasına bağlayıp “Sen erkekler yüzünden Müslüman oldun!” diyerek bir mızrakla öldürdüler, sonra Yasiri de öldürdüler. Bu ikisi, İslamın ilk şehitleridir.
Ammar ise, zorlama karşısında diliyle onların talep ettiği şeyleri söyledi. Hz. Peygambere “ya Rasûlallah, Ammar küfre girdi” diye durumu anlatıldı. Hz. Peygamber, “asla!” dedi, Ammar baştan ayağa imanla doludur. İman, onun dem ve damarlarına işlemiştir.”
Sonra Ammar ağlayarak Hz. Peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber O’nun gözlerini silmeye başladı ve şöyle dedi: “Onlar tekrar aynı şeyi yaparlarsa, sen de yine onlara böyle söyle.”
Ayet, ikrah (zorlama) hâlinde küfrü söylemenin caiz olduğuna bir delildir. Ama efdal olan, Ammarın anne-babasının yaptığı gibi, dinin izzetini göstermek için küfür kelimesini söylemekten kaçınmaktır. Nitekim şöyle rivayet edilir:
Müseylime-i Kezzap, iki müslümanı yakaladı, birisine sordu:
-Muhammed hakkında ne dersin?
-O, Allahın Peygamberidir.
-Peki benim hakkımda ne dersin?
-Sen de öylesin.
Müseylime, bunu serbest bıraktı.
Sonra diğerine sordu:
-Muhammed hakkında ne dersin?
-O, Allahın Peygammeridir.
-Peki, benim hakkımda ne dersin?
-Ben sağırım, duymuyorum.
Müseylime, soruyu üç defa tekrarladı, o Müslüman da aynı cevabı tekrarladı. Müseylime, onu öldürttü.
Olay Hz. Peygambere ulaştığında şöyle buyurdu:
“Birincisi Allahın verdiği ruhsatı tercih etti. İkincisi ise, hakkı ilan etti, ona mübarek olsun!”
107- ذَلِكَ بِأَنَّهُمُ اسْتَحَبُّواْ الْحَيَاةَ الْدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ “İşte bu, şundan dolayıdır ki, onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir.”
“İşte bu” ifadesi,
-İmandan sonra küfre,
-Veya irtidat hakkındaki tehdide işaret olabilir.
وَأَنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah ise kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Allah, ilminde kâfir olan kimseleri imanda sebat gerektiren şeylere sevketmez ve sürçmekten onları kurtarmaz.
1ّ08- أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ “İşte onlar,o kimselerdir ki; Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.”
Bundan dolayı onların kalbi hakkı idrakten ve onu düşünmekten kaçınır.
وَأُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ “Ve bunlar, gafillerin ta kendileridir.”
Gafletin kemâli (zirvesi) onlardadır. Çünkü bu durum, onları işin sonunu düşünmekten gafil kılmıştır.
109- لاَ جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الآخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرونَ “Hiç şüphesiz onlar, ahrette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”
Çünkü, ömürlerini zâyi ettiler, o ömürleri kendilerini ebedi azaba maruz bırakacak şeylerde sarfettiler.
110- ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُواْ مِن بَعْدِ مَا فُتِنُواْ ثُمَّ جَاهَدُواْ وَصَبَرُواْ “Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimseler için (yardımcıdır.)”
Ayet, Ammar gibi işkenceye maruz kalanlara, ilâhî yardımın geleceğini bildirir.
Ayetteki sonra ifadesi, böyle olanlarla, önceki ayette anlatılanların hallerinin birbirinden çok uzak olduğunu göstermek içindir.
إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ “Bunlardan sonra Rabbin, elbette Ğafur
– Rahîm’dir (çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.)”
Hadrami, kölesine baskı uygulamış ve köle İslâm dininden çıkmıştı. Sonra tekrar İslâma girdi ve hicret etti.
İşte bu durumda olanlar; hicret, cihad ve sabrın sonucu olarak Allahın affına ve merhametine nail olacaklardır. Allah onların önceden yaptıklarını bağışlar, İslâma girdikten sonra yaptıklarına da mükâfat verir.
111- يَوْمَ تَأْتِي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَن نَّفْسِهَا “O gün, herkes nefsini kurtarmak için mücadele eder.”
Öyle bir gün gelecek ki, o günde her nefis “nefsî nefsî” diyecek, kendini kurtarmaya çalışacak, başkasını hiç düşünmeyecek.
وَتُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا عَمِلَتْ “Ve herkese yaptığı işin karşılığı tamamıyla ödenir.”
Ve her nefse ne yapmışsa karşılığı verilecek.
وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ “Ve onlara zulmedilmez.”
Onlara ücretleri az verilerek zulüm yapılmayacak, herkes yaptıklarının karşılığını alacak.
[1> Nesh, şer’i bir hükmün, daha sonra başka bir şer’i hükümle yürürlükten kaldırılmasıdır. Yeni hükmü bildiren ayete nâsih, hükmü kaldırılan ayete ise “mensuh” denir. Mesela, Kur’an-ı Kerim, önceki semavi kitabları neshetmiş yani onların hükümlerini iptal etmiştir.