“O gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yarattı. Yere de, sizi sarsmaması için, ağır baskılar, yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de bir su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik. İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bakalım O’ndan başkası ne yaratmış! Doğrusu, o zalimler besbelli bir sapıklık içindedirler.”
(Lokman Suresi, 31:10-11)
“Evet, envar-ı hidayeti (hidayet nurlarını) ilham eden ve şems (güneş) ve kamerin (ayın) Hâlık-ı Zülcelâl’inin kelamı (sözü) olan Kur’an’ın melaike-misal (melek gibi) zihayat (canlı) kelimatı (kelimeleri) nerede; beşerin, hevesatını (heveslerini) uyandırmak için, sehhar (aldatıcı) nefisleriyle, müzevver (uydurulmuş) incelikleriyle ısırıcı kelimatı (kelimeleri) nerede?”
(Bediüzzaman)
Geçen hafta kâinatın yaratılışından, genişlemesinden, yıldızların yörüngeleri takip etmesinden, yıldızların ölümünden, atmosfer tabakasının koruyucu bir kubbe olmasından bahseden ayetleri müzakere ettik. Bu hafta ise yerküreyi bizim için bir saray gibi hazırlayan Rabbimizin, Kur’an’da küremizi konuşturarak kendini bize nasıl tanıttığını anlatarak başladık sohbetimize.
– Geçen hafta semavatla ilgili mucizevî ayetleri müzakere etmiştik. Bu hafta ise yere ineceğiz ve yerkürenin Rabbimizi nasıl tanıttığını inceleyeceğiz. Kur’an’ın yerküreyi konuşturarak Yaratıcı’sını nasıl anlattığına bakacağız. Yeryüzünde dağların, dolayısıyla kıtaların hareketiyle ilgili bilgileri, Kur’an 14 asır önce haber vermişti. Bilim adamları ise bunu geçen asrın başında keşfettiler. Kur’an şöyle der: “Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml Suresi, 27:88)
Ayet son derece açık bir ifadeyle dağların hareketinden söz ediyor. Bazıları bu hareketi toprak kayması gibi manalara çekebilir. Kur’an, “bulutların geçişi” tabirini kullanarak muhtemel spekülasyonların önüne set çekmiş. Dağların hareket ettiği gözlemle anlaşılacak bir şey değildir. Bu görüşü ilk defa ortaya atan bilim adamına kimse inanmıyordu. Çünkü kıtaların nasıl hareket ettiğini anlamıyorlardı. Şimdi oturup düşünelim: Dağların görünmeyen ve hissedilmeyen hareketini, 20. yüzyıldaki bilim adamları bile anlayamamıştı. Peki, Hz. Muhammed (a.s.m.) nasıl bilmişti bunu? Yoksa onda 20. yüzyılda bile sahip olmadığımız teknolojik aletler mi vardı? Altıncı hissi çok geliştiği için kıtaların hareketini mi hissediyordu? Yoksa başka gezegenlerden “yabancılar” mı gelip söylemişlerdi? Şayet öyleyse niye sadece ona söylemişlerdi?
– Ayet, dağlar hareket ediyor, diyor. Oysa bilim, dağ değil, kıtaların hareketinden söz ediyor.
– Dağlar da kıtaların parçası olduğuna göre sonuç değişmez ki. Mantık kurallarına göre bütün için geçerli olan bir önerme, parça için de geçerlidir. Şu mantıksal önermeyi düşün: a) Bütün canlıların yapı taşı hücredir. b) Kedi bir canlıdır. c) O hâlde kedinin de yapı taşı hücredir. Aynı mantıkla bizim önermelerimizi yeniden yazalım: a) Bütün kıtalar hareket ediyor. b) Dağlar da kıtaların bir parçasıdır. c) O hâlde dağlar da kıtalarla beraber hareket ediyor.
– Anladım, haklısın. Geri alıyorum itirazımı. Bu ayet de modern bilimle uyumluluk arz ediyor.
– Şimdi de başka bir hareketi konu eden iki ayet üzerinde konuşalım. Tam da senin istediğin bir mucize bu. “Kur’an’da ne tür mucizeler istersin?” diye sorduğumda, izafiyet teorisini de listene dâhil etmiştin. Senin görmeyi arzuladığın bu mucizeden bahsetmeden önce bana izafiyet teorisinin temel kanıtını anlatabilir misin?
– İzafiyet teorisi, zamanın izafi olduğunu söylüyor. Işık hızına yaklaştıkça zaman genişler. Yani Contact filminde çok güzel işlenmişti bu konu. Işık hızına yaklaştığımızda yaşadığımız bir ömür bizim içinde bulunduğumuz zaman diliminde bir dakikaya denk geliyor.
– Gayet güzel ifade ettin. Demek ki izafiyet teorisinin en önemli argümanlarından biri zamanın izafi olduğu, yani her şeyin aynı zaman biriminde yaşamadığıdır. Şimdi şu ayetin üzerinde birlikte düşünelim: “... bilin ki Rabbinin ölçüsüyle bir gün, sizin hesap ettiğiniz bin yıl gibidir.” (Hac Suresi, 22:47)
– Bu ayet izafiyet teorisiyle ilgili değil. Zamanın farklı olduğunu söylüyor; ama hızla zaman arasındaki ilişkiden söz etmiyor. İzafiyet teorisinde ise özde hızın artmasına bağlı olarak zamanın farklılaşması söz konusudur.
– İzafiyet teorisi ortaya atıldığında bile insanlar zamanın izafi olduğunu anlamakta zorluk çektiler. Çünkü bildiğimiz her şey aynı zaman diliminde yaşıyor. Oysa izafiyet teorisi kişinin bulunduğu boyuta göre zamanın farklılık göstereceğini bildiriyor. Ayet, Allah’ın bizim zaman boyutumuzun dışında olduğunu ve O’nun indinde bir günün bizim bin yılımıza denk geldiğini söylüyor. Şükür ki başka bir ayet açıkça hız ve zamanın izafiliğini işliyor. Umarım şu ayet senin için tatmin edici olur: “Melekler ve Ruh (Cebrail), süresi elli bin yıl tutan bir günde O’na yükselip çıkarlar.” (Mearic Suresi, 70:4)1
– Benim okuduğum mealde, ruh yerine “ilham” kelimesi kullanılmış. Ayeti hayli muğlak buldum. Diğer ayetlerle birlikte değerlendirince sanki her şeyin bilgisi Allah’a ulaşır, yani O’nun tarafından anlaşılır gibi bir mana çıkıyor. Gerçi niye “yükselir” kavramı kullanılmış anlamadım. Hem de yükselmek, Allah’ın katına çıkmak gibi anlaşılsa bile niye ilham ve melekler aynı hızda gitsin ki?
– Muhammed Asad, yanlış çevirmiş bu ayeti. Başka Kur’an meallerine baktım, hepsi ruh veya Cebrail olarak çevirmiş. Cebrail de bir melek olduğu için aynı hızda çıkması gayet normaldir.
– Ayet, meleklerin her gün Allah’ın katına sefer yaptığını ve bunun da bir gün sürdüğünü mü söylüyor? Bununla ne kastediyor?
– Biz ayetin tefsirini yapmıyoruz. Bizim açımızdan önemli olan, nurdan yaratılan şuurlu varlık olan meleklerin Allah’ın katına, bizim hesabımızla, elli bin senede ulaştığıdır. Yani melekler varlık olarak bir yere yükseliyorsa demek ki mesafe var. Onların bir günde kat ettiği mesafe bizim hesabımızla elli bin seneye denk geliyor. Demek ki biz gitsek elli bin sene sürecek. Bence ayet son derece açık bir şekilde izafiyet teorisinden söz ediyor. Sadece adını vermemiş. Açıkça zaman görecelidir. Farklı boyutlarda yaşayanlar farklı zaman algısına sahiptir, diyor.
– Bana bir hafta süre ver, bu ayet üzerinde biraz daha düşüneceğim.2
– Şimdi dağlardan denizlere geçelim. Dünyamızın dörtte üçü denizlerle kaplıdır. Kur’an, öncelikle denizlerin tesadüfen oluşmadığını ve onun ilahî bir lütuf olduğunu söylüyor: “O, taze et yemeniz ve takınacağınız süs eşyası çıkarmanız için denizi, sizin hizmetinize verendir. Gemilerin, orada, suyu yara yara gittiğini görürsün. (Bütün bunlar) O’nun lütfundan nasip aramanız ve şükretmeniz içindir.” (Nahl Suresi, 16:14) Başka bir ayet ise denizlerin derinliklerine inerek oradaki iki hakikati bize haber verir. Oysa insanoğlu 20. asra kadar bunu görememişti. Denizleri yaratanın Allah olduğunu bize ders veren ayet: “Yahut (inkârcıların küfür içindeki hâlleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse onun için nur diye bir şey yoktur.” (Nur Suresi, 24:40)
– Ayetin, asıl konusu inkâr edenlerin hâlleri. Bilimsel mucize nerede anlayamadım.
– Ayet, inkâr edenlerin hâlini bir teşbihle anlatıyor. Teşbih yaparken de inkâr fikrinin insanı ne kadar dehşetli bir karanlığa mahkûm ettiğini anlatmak için denizlerin dibinden bahsediyor. Bununla hem denizlerin dibinin ne kadar karanlık olduğunu hem de inkâr fikrinin ne kadar dehşetli olduğunu haber veriyor. Denizaltına inmek için gerekli teknolojik aletler icat edilmeden önceleri insanlar en fazla 40 metre derine dalabiliyordu. Oysa 40 metre derinlikte zifiri karanlık yoktur. Denizaltı ve özel dalgıç aletlerinin icadıyla beraber, insanlar denizin yüzlerce, hatta binlerce metre derinliğine inmeye başladılar. Ve gördüler ki güneş ışığı 200 metrenin ötesine ulaşamıyor, denizin dibine zifiri karanlık hâkim. Güneş ışıkları 200 metrenin ötesine pek nüfuz edemiyor. Bin metreyi geçince ise hiç aydınlık yok. Çünkü ışıklar ondan öteye geçemiyor. Her tarafta, mutlak bir karanlık var. Kur’an’ın 1400 sene önce bu hakikati haber vermesi harikulade değil midir? Hiç kimsenin ulaşamadığı denizlerin derinliklerinin nasıl olduğunu doğru tarif etmek onların Yaratıcısından başka kime has olabilir? Her şeyin en derinine nüfuz eden ve her şeyden haberdar olan Zat’tan başka kim bilebilir?
– Bence sen abartıyorsun. Söz konusu ayette verilen bilgi hiç de olağandışı değil. Yüzme bilen herkes benzer bir yargıya ulaşabilir. Birazcık derine dalınca her taraf karanlık gözükür.
– Sen dalınca gözlerini kapattığın için karanlık görebilirsin. Ancak gözünü açan biri için 40 metre derinliğe kadar nispeten aydınlık vardır. Yoğun karanlıklar 200 metreden sonra başlıyor. Ayet, mucizeli bir şekilde denizlerin diplerinde zifiri karanlığın olduğunu haber vermekle kalmıyor, dibe yolculuk esnasında görünen “iç dalgalar”ı haber veriyor. Oysa deniz diplerinde, yoğunluk farkından dolayı iç dalgaların oluştuğunu bilim adamları geçen asırda keşfettiler. Sanırım bu sefer de Hz. Muhammed’i (a.s.m.) dalgıç yapman gerekir. Bu da yetmez, 21. yüzyılda dalgıçların kullandığı tertibatın 7. yüzyılda da var olduğunu ispat etmen gerekir.
– Söylediklerine katılmıyorum, ilgili ayeti çok enteresan bulmadım. Başkasına geçelim.
– Senin şahsî tercihine diyeceğim yok. Anlattıklarımı kabul edip etmemekte serbestsin. Ancak sözlerimde yanlış veya eksik varsa söylersin düzeltirim. Kur’an’ın bir başka mucizesi, Allah’ın yarattığı varlıkların bilinmeyen özelliklerinden bahsetmesidir. Kur’an, canlı ve cansız varlıkların en temel özelliklerinden birine dikkatimizi çekerek hepsinin Allah’ın eserleri olduğunu bildiriyor: “Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.” (Yasin Suresi, 36:36) Ayet, yerin bitirdiği şeyler, yani bitkilerin, insanların ve daha bilemediğimiz birçok şeyin çift yaratıldığını söylüyor.
– “Çift”ten ne kastediliyor?
– İnsanlar için çift dediğimizde birbirine çekici gelen ve çiftleşmeyle neslini devam ettiren erkek ve kadın anlıyoruz. Dar anlamda çift dediğimizde erkek ve dişilik kastediyoruz. Geniş anlamda, varlıkları birbirine bağımlı olan ikiliden kastediyoruz. Bu tanımlar ışığında ayeti okuduğumuzda, bitkilerin ve insanların erkek ve dişi olarak yaratıldığını anlıyoruz. Daha da ötesi, ayet, o zamanlar bilinmeyen, birçok nesnenin de çift yaratıldığını söylüyor. Hiç şüphe yok ki ayetin son kısmı sonradan keşfettiğimiz atomaltı parçacıklara da işaret ediyor. Modern fizik biliminin bize söylediğine göre her bir parçacığın kendine mahsus bir “eşi” vardır. Buna “antimadde” denir. “Eş parçacıklar”, eşit kütleye, ancak zıt elektrik yüküne sahipler. Biri eksi ise diğeri artıdır. Böylece birbirlerini çekerler. Nobel ödülü alan ve kuantum fiziğinin kurucularından biri olan Paul Dirac 1927 yılında, ilk defa negatif yüklü elektronlara eş olabilecek atomaltında pozitif yüklü parçacıkların bulunması gerektiği fikrini ortaya attı. Pozitron denen elektron eşin varlığı Carl Anderson tarafından, 1932 yılında, laboratuar ortamında doğrulandı. Günümüzde modern fizik ders kitaplarında anlatılan Standart Model’e göre, atomaltındaki her parçacığın dengi bir “eş parçacık” bulunuyor.
– Bana pek de olağanüstü gelmedi bu ayet. Muhammed, insan ve hayvanların erkek ve dişi olduklarını gözlemleyerek böyle bir şey söylemiş olabilir.
– Ayet, sadece insan ve hayvanla sınırlı olsaydı haklı olurdun. Oysa ayet bitkileri de kapsıyor. Atomaltı parçacıklar da ayetin manasına dâhildir. Eminim şu anda bile çok sayıda insan bitkilerin erkek ve dişi olduklarını bilmiyor. İtiraf edeyim, ilk defa bu bilgiyi edindiğimde hayli şaşırmıştım. Bitkilerin erkek ve dişilikleri öyle gözlemle anlaşılacak bir şey değildir. Kur’an’daki bu bilginin semavî olduğunu kabul etmezsen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mikroskobik gözleri olduğunu kabul etmek zorunda kalırsın. Zira gözleri, atomaltındaki parçacıkları görecek kadar çok ileri seviyedeki elektron mikroskobu gibi olmalı. Kur’an’ın bu ayetinin kıymetini takdir etmek için dünyamızı büyük bir salon gibi hayal et. 14 asır önce bu salonda sadece insan ve hayvanların dişi ve erkek olduğu biliniyordu. Fakat biri çıkıp bitkilerin de dişi ve erkek çiftlerden oluştuğunu söylüyor; hatta daha da ileri gidip bu salonda görünmeyen birçok varlıklar var, onlar da çift yaratılmış, diyor. 13 asır geçtikten sonra o zatın söylediklerinin doğru olduğu anlaşılınca elbette harikulade olur.
– Bitkilerin büyük çoğunluğu klasik anlamda erkeklik ve dişilik tasnifine tabi tutulamaz. Yüzde 90’nında hem dişilik hem de erkeklik organı var.
– Ayeti dikkatle okursan bitkilerin erkek ve dişi olarak yaratıldığından bahsettiğini göreceksin. Yani, ayet bitkilerde de cinsiyetin bulunduğunu söylüyor ki modern bilimle uyumlu bir hakikattir. Önemli olan bitkilerin benzer üreme sistemine sahip olup olmadıklarıdır. İki ayrı üreme organının tek bir bitkide bulunması bitkilerde cinsiyetin olmadığına delil olamaz. Sadece, Rabbimizin hikmet ve rahmetiyle bir kısım bitkilerde yarattığı farklı üreme sistemine işaret eder.
– Bu ayetin modern bilimle uyumlu olduğunu kabul ediyorum. Ama senin iddia ettiğin gibi harikulade olduğunu zannetmiyorum.
– Rasyonel biri olarak “zanla” hareket etmemelisin. Bu konu üzerine spekülasyon yapmak yerine, bilimsel gerçekleri incelemek gerekir. Küçük bir araştırma yaptım. Öğrendiğime göre Carolus Linnaeus adındaki bilim adamı bitkilerin cinsiyeti konusunda ilk makaleyi 1735 yılında yazmıştır. Kilise 19. yüzyılın başına kadar bitkilerin cinsiyetinin olduğunu şiddetle reddetmişti. İncil’e göre bitkiler 3. günde yaratılmıştı. İnsanlar ve hayvanlar da erkek ve dişi olarak 6. günde yaratılmıştı. Kilisenin etkisinden dolayı, Linnaeus’un çalışmasını yıllarca kimse dikkate bile almamıştı. 1793 yılında Christian Konrad Sprengel polenleşmeyi keşfetti. O da bitkilerin cinsiyetinin anlaşılmasını “doğanın bir gizeminin” daha ortaya çıkarmak olarak tarif etti.
– Anlattıklarını bilmiyordum. Yine de ayetin söylediklerini insan gözlemleriyle bilebilirdi, diye düşünüyorum.
– Sen istediğin şeyi düşünebilirsin. Hakikat senin farklı düşünmenle değişmez. Gündüz ortasında, bulutsuz bir günde, gözünü kapatıp güneşin olmadığını düşünüyorum demen, güneşin var olduğu hakikatine bir zarar vermez. Gözünü kapatmakla güneşin ışığını yok edemezsin. Sadece kendini o ışıktan mahrum kılıp gündüz ortasında kendini karanlığa mahkûm edersin. Güneş ışığıyla görünen binlerce güzellikleri temaşa etmek yerine, koyu bir karanlığa teslim edersin kendini. Her neyse, özgür iraden olduğu için istediğini yapmakta karar sana aittir. Bana düşen sana güneşi anlatmaktır. Gerisi senin özgür iradene kalmış. Kur’an, bitkilerin erkek ve dişi olduğunu haber verdiği gibi onların nasıl çiftleştiğini de anlatıyor. Bitkilerin birbirinden uzak olduğunu görüp onların nasıl çiftleştiğini merak edenlere şu ayet cevap veriyor: “Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderip yukarıdan su indirerek sizi onunla suladık.” (Hicr Suresi, 15:22)
– Ayet, rüzgârların aşılayıcı olduğunu söylüyor. Bitkilerden bahsetmiyor.
– Haklısın, ayet “aşılayıcı rüzgârlar” diyor. Bu kavramla birden fazla mana kastedilmiş. Rüzgârlar sadece bitkiler için değil, aynı zamanda bulutların da oluşumunda aşılayıcı bir rol oynuyor. Bir taşla iki kuş vurmak diye buna derler. Aslında bu ayetin derin manasını keşfetsek belki de binlerce kuşu vurduğunu görmüş olacağız.
– Bilimsel gerçeklerle ilgili başka ayet varsa ona geçelim.
– Daha birçok ayet var.
– Sen insanın kâinatta en önemli yaratık olduğunu söyleyip duruyorsun. Oysa şimdiye kadar insanın yaratılışıyla ilgili bir ayet aktarmadın.
– Sırayla gidiyoruz. Kâinat sarayından bahseden o sarayın sahibi elbette sarayın en has misafiri olan insandan da bahsedecektir. Başka bir programım olduğu için ayrılmak zorundayım. Gelecek haftaya insan yaratılışını mucizevi bir şekilde haber veren ayetleri seninle paylaşacağım.
– Merakla bekliyorum.
* * *
İki haftadır mucizeleri müzakere ederken ilk defa Kur’an’daki bilimsel mucize türleriyle ilgili bir nokta dikkatimi çekti. Kur’an’ın bilimsel hakikatlerle ilgili ayetleri bir iki konuyla sınırlı değil. Neredeyse, her bir bilim alanını ilgilendiren farklı birçok önemli hakikatleri haber veriyor. Kâinatın yaratılışından, uzayın genişlemesinden, güneş sisteminden, dünyadan, güneşten, aydan, atmosferden, rüzgârdan, denizlerden, dağlardan, bitkilerden hayvanlara varıncaya kadar çok geniş yelpazedeki yaratılış ayetlerini ders veriyor. Tabir yerindeyse, kâinat sarayının sadece bir odasını değil, tamamını, bütün yaratılış süreçleriyle beraber anlatıyor.
Bu haftaki görüşmemizde anlaşıldı ki, Thomas sebepler ve tabiat köpüğüne takıldığı için altındaki kudret ve hikmet denizini göremiyor. Mevlana’nın söylediği gibi, karanlıkta fili avucuyla tanımlamak mümkün olmadığı gibi, sadece akıl ile de hakikat denizini görmek mümkün değil. Çünkü “Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun. Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz. Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak. Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor.”3
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 Bu ayetteki ruh tabirini Muhammed Asad insanlara verilen ilham olarak çevirmiş. Elmalı’nın meali ve baktığım diğer bütün mealler ruh veya Cebrail diye çevirmiş. Muhtemelen, Muhammed Asad, izafiyet teorisinden habersiz olduğu için bu ayetin ifade ettiği hakikati anlayamamış. Kendince başka mana vermiş. Oysa Kur’an’ın bu ayeti, Einstein’a, bilim adamları arasında zirveye çıkaracak müthiş bir hakikati mucizevari bir tarzda haber veriyor. Kim bilir Kur’an’da daha ne kadar keşfedilmeyi bekleyen hakikatler var.
2 Thomas, bir sonraki hafta ilginç bir hesap ve yorumla geldi: “Einstein’ın izafiyet teorisindeki formüle göre ‘meleklerin günü’ ile ‘dünya günü’ arasında bir kıyaslama yaptım. Melekler ışık hızının 0,999999973 katı bir hızla seyahat ediyorlar. Yani hızları neredeyse ışık hızına yaklaşıyor. Ancak biz meleklerin bu kadar hızla gidip gitmediklerini bilimsel olarak tespit edemiyoruz. Dolayısıyla ayetin modern bilimle alâkası yok.” Ayeti derin tahlilinden dolayı Thomas’ı tebrik ettim. Thomas, farkına varmadan Kur’an’ın başka bir elmasını ortaya çıkarmıştı. Meleklerin hızının ışık hızına yakın olması, onların nurdan yaratılan varlıklar olduğuna bir delildir. Thomas, seküler bilimin ve dinsiz felsefenin kara gözlükleriyle baktığı için kendi çıkardığı elması bile kömür gibi görmüştü. Demek ki elması ortaya çıkarmaktan daha önemli olan, elması tanıyacak bir göze sahip olmaktır.
3 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 71