“Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O halde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Nisa Suresi, 4:170)
“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki yıldız böceği olan fikrin yerine her bir ayet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.”
(Bediüzzaman)
Geçen haftaki görüşmemizde Thomas en son hakikat konusuna gelmişti. İnsanın aklını kullanarak hakikati bulmasının daha kolay olduğunu iddia etmişti. Birkaç sene önce erken emekli olup ömrünün geri kalan kısmını hakikat arayışına adayan Thomas için hakikate giden yolun ne olduğunu bilmek son derece önemliydi. Çünkü yanlış yol kullandığında, bundan sonraki ömrünü, hatta ebedi hayatını ziyan edebilirdi. Thomas hiç beklemeden söze başladı:
– Geçen hafta söylediğim gibi, ben aklımı kullanarak hakikati anlamaya çalışıyorum, sen ise nakle dayanıyorsun. Nakilde hata varsa, senin hakikati bulman mümkün değil. Oysa, akıl bana şaşmaz bir rehber olup beni hakikate götürebilir. Dolayısıyla, hakikat arayışında senden daha avantajlı bir konumdayım.
– Aslında hiç de avantajlı değilsin. Aksine insan olman hasebiyle bir kısır döngünün içine girip hakikate hiçbir zaman ulaşamama ihtimalin çok yüksek. Sınırlı kapasitemizden dolayı kâinatı tam olarak idrak edemeyiz. Bir karıncanın dünyamızı algılama ve anlama kapasitesi neyse bizim de kâinatı idrak kapasitemiz o kadardır. Yani semavî bir yardım almadan kâinatı ve hakikati tam olarak anlamamız imkân haricindedir. Hiçbir zaman mutlak hakikate ulaştığımızı iddia edemeyiz. Bugün doğru bildiklerimiz yarın yanlış olabilir. Herkes içinde doğduğu toplumun değerleriyle doğru ve yanlışlarını belirliyor. Yanlışların, doğru gibi algılandığı bir toplumda doğan bir insanın doğruyu bulması çok daha zordur. Bu anlamda her kültür bir nevi metrikstir. Meşhur Metriks1 filmini izledin mi?
– Evet, izledim. Doğrusu çok beğenmiştim. Ben de her kültürün veya inanç biçiminin bir nevi metriks olduğunu düşünüyorum. Bütün mesele hangi metriksin daha çok hakikate yakın olduğunu anlamak. Bu da pek kolay değildir.
– Haklısın. Öncelikle insanların metrikste yaşadıklarının farkına varmaları gerekir. Edindikleri değerlerin ve sahip oldukları dünya görüşünün evrensel olmadığını ve kendi kültürlerinin eseri olduğunu kabul etmeliler. Öteki metrikslerin daha iyi olabileceğini hesaba katmalılar. Kendi çemberlerini aşıp diğer metriksleri incelemeye çalışmalılar. En azından onlar hakkında bilgi edinmeye açık olmalılar. Aksi hâlde yanlışların doğru bilindiği bir toplumda doğan biri, hakikati öğrenmeden ölebilir.
Yaşadığım bir hadiseyle insanların yanlışı anlamasının ne kadar zor olduğunu açıklamak istiyorum. Türkiye’nin doğusunda bir köyde dünyaya geldim. Köyümüzün en eğitimlileri ilkokulu bitirmişti. İnsanlar Müslüman olmalarına rağmen İslâmî değerlerin birçoğundan habersiz yaşıyordular. Senenin yaklaşık altı ayı her tarafı karlar kaplıyordu. Karın yüksekliği bazen bir metreyi aşıyordu. Her taraf kar olunca vahşî hayvanlar yiyecek bulmakta zorlanıyordu. Bu nedenle kurtlar ve tilkiler geceleyin köye inip kendilerine yiyecek bir şey arıyorlardı. Bazen de köm dediğimiz hayvan barınaklarına girip avlanıyorlardı. Biricik geçim kaynağı hayvancılık olan köylüler de bu azılı düşmana karşı mücadele veriyorlardı.
Birçok kişi kurt yakalamak için evinde at besliyordu. Kar üstündeki ayak izlerine bakarak köyün yakınlarına kurt gelip gelmediğini anlıyorlardı. Kurt izini bulan, bütün köye haber salıyordu. Dipnotlar:Haberi alan, atına atlayıp kurt avına çıkıyordu. Olayın garip tarafı bundan sonra başlıyordu. Kurdu gördüklerinde öldürmüyorlardı. Özel sopalarla kafasına vurup bayıltıyorlardı. Ağzına sopayı koyup bağlıyorlar ve köye getiriyorlardı. Kurt yakalandı haberi duyulunca bütün köylüler köy meydanında toplanıyordu. Kurdu yakalayan büyük bir kahraman edasıyla, kurdu atından indiriyor ve kalın bir halatla sağlam bir yere bağlıyordu. Sonra da köydeki bütün köpekleri getirip kurdu köpeğe boğduruyorlardı. Bazen bir tek kurt bütün köpeklerle başa çıkıyordu. Köpekleri yaralıyordu. Böyle durumlarda, çevredeki insanlar elerindeki sopalarla köpeklerin yardımına koşuyordu. Sonuçta daima kurtlar mağlûp oluyordu.
Kurtları köpeklere boğdurmak, köylüler için âdeta “kış olimpiyatı” mahiyetini kazanmıştı. Yapılan vahşeti hiç kimse sorgulamıyordu. Çünkü yıllarca, belki de asırlarca devam eden bu yanlışı, insanlar doğru gibi algılıyordu. Ben de defalarca seyrettim. Kış olunca birçok defa insanların kurt yakalamaları için dua ederdim. Kurdun cellat köpeklerce infazını görünce çok heyecanlanırdım. Yıllar sonra “köy metriksimin” dışına çıktığımda, yapılanların ne kadar büyük bir yanlış olduğunu anlamıştım. Şimdi bile hatırladığımda hayret ederim; nasıl olur da birileri çıkıp bu vahşete mâni olamamıştı.
– Bence bu tarz yanlışlıklardan kurtulmak için “evrensel bir metriks” bulmaya çalışmalıyız. Bütün insanlar için faydalı olacak evrensel değerler geliştirmeliyiz. Herkes kendi yerel metriksini aşıp evrensel metriks şemsiyesi altında bir araya gelmelidir.
– Çok güzel söylüyorsun. Peki, kim bu “evrensel metriks”i belirleyecek? Herkes kendi yerel veya kültürel metriksinin rengiyle evrensel metriksi boyayacak. Örneğin, şu anda Batı’nın “küresel değerler” diye bahsettiği metriks çoğunlukla Batı medeniyetinin değerleridir. Dünyayı “modern” hâle getirmeye çalışacağım, derken Batılılaştırmak istiyor. Oysa Batı’nın birçok yanlış değerleri var.
– Aynı şey bütün medeniyetler için geçerli. Sana göre doğru olan bir şey, bana göre yanlış olabilir. Sonuçta birinde karar vermemiz gerekir. Ulaştığımız değerler mutlak anlamda doğru ve yararlı olamayabilir, ancak umumiyetle doğru olabilir.
– Sana katılıyorum. Özelikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, bilgisayar ve internet sayesinde, dünyanın bir bilgisayar ekranı kadar küçülmesi “evrensel değerler” şemsiyesi altında bir araya gelmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Bizler kendi metriksimizin dışına çıkıp diğer metrikslere baktığımız oranda daha doğru ve güzel bir evrensel metrikse ulaşabiliriz. Fakat kusurla yoğrulmuş fıtratımız ve hakikati tamamıyla görmek noktasında çok kısıtlı olan kapasitemizle en güzel “evrensel değerleri” bulmamız imkânsızdır. Rabbimizin rahmetiyle bize semavî mesaj göndermesi de bu sırdandır.
Kur’an, sonsuz ilim, sonsuz hikmet ve rahmet sahibi Rabbimizden geldiği için doğruyu yanlıştan ayırt ediyor ve herkes için faydalı olacak “evrensel değerleri” bize sunuyor. Kur’an’ın birçok ismi var. Her bir isim semavî mesajın bir özelliğine dikkatimizi çekiyor. Kur’an, okunan, zikredilen demektir. En yaygın ikinci ismi ise “Furkan”dır. Doğruyu yanlıştan ayırt eden manasına geliyor. Yani biz kendi daracık aklımızla ve sınırlı kapasitemizle neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu tam olarak bilemeyiz.
Sonsuz ilim sahibi olan Rabbimiz gönderdiği kitabında bize doğru ve yanlışları bildiriyor. Furkan Suresi’nde Rabbimiz şöyle diyor: “Furkan’ı âlemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna indiren (Allah) ne yücedir!” (Furkan Suresi, 25:1). Bakara Suresi’nde ise Kur’an’ı şöyle tarif ediyor: “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara Suresi, 2:2) Furkan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda hüküm veren bir kitaptır: “Böylece Biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik.” (Rad Suresi, 13:37) Başka bir surede ise Musa (a.s.) ve Harun’a (a.s.) verilen Tevrat için de “Furkan” tabirini kullanıyor. Yani her devirde Rabbimiz, indirdiği semavî kitaplarıyla insanlara, doğru ve yanlışları bildirmiştir.
– Kur’an’ın birçok ismi olduğunu bilmiyordum. Diğer isimlerinden kısaca bahseder misin?
– Kur’an’ın bir ismi de “Hak”tır. Hak, gerçeklik, hakikat demektir. Kur’an hayal, yalan ve aldatmadan uzak olup sadece hakikati ders veriyor. Bu nedenle, Allah Hz. Peygamber’e (a.s.m.) hitaben şöyle diyor: “Şüphesiz Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Bakara Suresi, 2:119) Kur’an, Cenab-ı Hakk’tan gelen hakikati kabul etmenin bizim menfaatimize olacağını beyan ediyor: “Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O hâlde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa Suresi, 4:170)
Kur’an’ın bir diğer ismi “Hikmet”tir. Hikmet, gaye, maksat ve fayda gütmek manasına geliyor. Kur’an, tam bir hikmet kitabıdır: “Elif, Lâm, Râ. Bunlar hikmet dolu Kitabın ayetleridir.” (Yunus Suresi, 10:1) “… Allah sana Kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.” (Nisa, 4:113)
Kur’an’ın bir ismi de “Burhan”, yani kesin delildir: “Ey insanlar, bakın size Rabbinizden kesin bir delil geldi; size açık bir nur indirdik.” (Nisa Suresi, 4:174) “...Ey Resul’üm, işte sana bu kutlu Kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin, Allah’a teslimiyetle itaat edecek olanlara, rahmetin ve müjdenin ta kendisi olsun.” (Nahl Suresi, 16:89)
Kur’an, aynı zamanda iman edip kendisiyle amel edenler için bir şifa, hidayet ve rahmet kitabıdır: “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.” (Yunus Suresi, 10:57)
– Sohbetimizin başında sanki Yaratıcı’yı bilmek için kâinat yeterli dediğini anlamıştım. O hâlde niye anlattığın özelliklerde bir kitap gönderilsin?
– Rabbimiz kâinattaki eserleriyle kendini bize tanıtmasına rağmen gaflet ve dalalet uykusunda olup da göremeyenleri uyandırmak için hem Peygamber hem de Kitap göndermiştir. Doğruyu yanlıştan kesin olarak ayırt etme imkânı olmayan insana, “Furkan’ı, Hikmet’i, Burhan’ı, Nur’u ve Hakk’ı” indirmesi büyük bir rahmet olmuştur: “Sana bu Kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Suresi, 16:89)
– Okuduğum kadarıyla, Kur’an’da senin iddia ettiğin rahmeti ve hikmeti göremedim.
– Bence üç büyük engeli aşamadığın için söz konusu rahmeti ve hikmeti göremiyorsun. Birincisi, semavî kitap olduğuna inanmadığın için istifade edemiyorsun. Tıpkı açlıktan ölmek üzere olan birinin önüne konulan yemeğin, yemek olduğuna inanmadığı için yememesi gibi. Böyle birinin yemekten istifadesi mümkün değildir. Aynen öyle de senin de ilahî sofra olan Kur’an’dan istifaden öncelikle ona iman edip önünde diz çökmenle mümkündür. Birçok ayette, Kur’an’ın iman edenler için “hidayet ve rahmet” olduğunun beyan edilmesi bu sırdandır.
– Olmadığına inanmadığım bir sofraya oturup bir şeyler yememi beklemezsin herhâlde!
– Hayır; ama sofrayı görmene mâni olan bazı engelleri aşman gerekir. Kanaatimce senin ikinci engelin, önyargıların. Üçüncüsü ise meal okumandan dolayı, sofranın sadece kokusunu almandır. Müslüman olmayan, Amerikalı iki öğretim üyesinin yazdığı “İslam’ın Vizyonu” adlı kitaptaki bir değerlendirme senin niye istifade edemediğin konusuna açıklık getiriyor: “Batılı birinin Kur’an’ın gerçek değerini takdir etmesi çok zordur; özellikle çeviri okuyorsa. Hatta yıllarca Arapça çalışan biri için bile Kur’an karışık, yanlış veya mantıksız görünebilir. Ancak Kur’an’a dayalı İslam medeniyeti, Kur’an konusunda uzmanlaşan binlerce filozof, âlim ve şairlerin şehadetiyle sabittir ki problemin kaynağı Kur’an değil, onu anlamakta zorluk çeken Batılılardır. Hiç şüphe yok ki Kur’an insanlık tarihinde etkili olmuş en harika eserlerden biridir. Son zamanlarda artan sayıda Batılı ilim adamı, kendi kültürel kalıplarını aşarak Kur’an’ın nevine mahsus olağanüstü bir eser olduğunu kabul etmiştir. Yine de Müslüman olmayanların, Arapça ve İslamî ilimleri bilmeyenlerin Kur’an’ın harikalığını görüp takdir etmelerinin önünde büyük engeller vardır.”2
– Bu sözleri Müslüman olmayan birilerinin söyleyeceğini sanmıyorum. Kitabın yazarlarının Müslüman olmadığına emin misin?
– Kitap, üniversitede “İslam’a Giriş” adlı dersi alan öğrenciler için yazılmış. İki yazar da üniversitede ders veriyorlar. Kitabın tamamını geçen gün okudum. Doğrusu bilgili, çok dürüst ve insaflı buldum. Önyargılarını aşıp hakkaniyetle Kur’an’ı ve İslam’ı inceledikleri için güzel bir eser yazmışlar. Söz konusu eser, halen birçok farklı üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor. Kitabın önsözünde, Kur’an’ı anlamaya en büyük engelin Batılı insanların önyargıları olduğu ifade ediliyor: “Öyle görünüyor ki İslam hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanlar Kur’an meali okuduklarında, Kur’an hakkındaki önyargıları neyse, onu teyit edecek şeyler buluyorlar. Kur’anî bakış açısını gerçekten anlamak için öncelikle onun dayandığı temel düşüncelerden haberdar olmak gerekir. Batı kültürü ve modern eğitimin öğretileriyle yetiştiğimiz için Kur’anî bakışa çok uzak kalıyoruz.”3 Bana ilk gönderdiğin mektupta kendini “hakikati arayan” olarak tanımlamıştın. Bence hakikati arayan için Kur’an müthiş bir hakikat hazinesidir. Çünkü sonsuz ilim sahibinden gelen bir eserden daha hak bir şey olamaz.
– Samimi bir şekilde hakikati arıyorum. Bu arayışta, eğer varsa, Yaratıcı’nın son derece önemli olduğunu da kabul ediyorum. Ateist arkadaşlarımın birçoğu benim Yaratıcı’nın varlığına bu denli kafa takışıma şaşırıyorlar. Benimle dalga geçiyorlar. “Sen Yaratıcı’yla kafayı bozdun” diyorlar.
– Bence sen doğru ve akıllısını yapıyorsun. Düşünen bir insan için Allah’ın varlığı sorusundan daha önemli hiçbir soru yoktur. Bu soruya tatminkâr bir cevap bulmak kadar hayatî bir şey olamaz. Çünkü Allah varsa ve insan da araştırarak O’nu bulursa, her şeyi bulmuş olur. Şu gördüğümüz bardaktaki bir damla su, mucizevî bir şekilde, 21 yaşında bir delikanlı olsa, onun için en önemli soru nasıl bir damla sudan insan olduğudur. Bu delikanlı kendi varlığının kaynağını düşünmeden, araştırmadan, bara eğlenmeye gitse çok büyük akılsızlık etmiş olur. Aksine, Yaratıcı’sını bulmak için uğraşsa, sorular sorsa, son derece makul hareket etmiş olur. Bu anlamda senin yaptığını çok akıllıca buluyor, diğerlerinin yaptığına bir anlam veremiyorum
– Bu konuda seninle hemfikirim. Bu sırdandır ki, 2002 yılında emekli olduktan sonra, hayatımın geri kalan kısmını beş önemli sorunun cevabını aramak yolunda harcamaya karar verdim. O günden beri, part-time bazen çalışıyorum. Ancak mesaimin önemli bir kısmını, sorularımın cevabını araştırmakla geçiriyorum.
– Neymiş bu hayati soruların? Doğrusu çok merak ettim. Sence bir mahsuru yoksa benimle paylaşır mısın?
– Memnuniyetle. 1) Kâinatın bir yaratıcısı (veya yaratıcıları) var mı? 2) Ölümden sonra hayat var mı? 3) Davranışlarımızı özgür iradeyle mi belirliyoruz yoksa kaderimizde yazılanları mı oynuyoruz? 4) Beden-akıl (ruh) ilişkisi nasıldır? 5) Büyük Patlama’yla kâinatın var olmasından önce ne vardı? Neler oldu? Çocukluğumdan beri bu soruların cevabını arıyorum. 12 yaşındayken Hıristiyanlık bu sorularıma cevap veriyor sandım. Kiliseye devam ettim. Ancak üniversiteye gittiğimde, kilisedeki öğretinin doğru olmadığını ve rasyonel insanın onları kabul edemeyeceğini anladım. Hıristiyanlıktan çıkıp agnostik oldum.
– Hakikaten çok ilginç soruların var. Demek ömrünün kalan kısmını bu soruların cevabını bulmak uğruna harcamaya karar vermişsin. Çok büyük bir fedakârlık. İnşaallah senin gibi hakikati bu denli arzulayan birine Rabbim aradığını buldurur. Doğrusu, haline hem seviniyorum hem de acıyorum.
– Nasıl oluyor hem sevinmek hem acımak?
– Seviniyorum. Çünkü Rabbim hakikati arama samimiyetine binaen seni Kur’an’la tanıştırmış. Senin sorduğun hayatî sorular, oksijen, su, ekmek gibi insan için zaruri olan gıdalara benzer. Bu gıdaları almayan insan biyolojik varlığını devam ettiremez. Aynen öyle de, senin sorularına tatminkâr cevap bularak, ruhunun gıdasını vermeyen insan da ruhen canlı kalamaz. Biraz öncede söylediğim gibi, Kur’an, bizim ruhumuza ve bütün duygularımıza oksijen, su ve gıda olacak şeylerle dolu “semavî bir sofradır.”4 Allah seni bu sofrayla karşılaştırdığı için nasiplisin. Buna seviniyorum. Ancak, aldığın seküler eğitim gözüne perde oluşturduğu için sofradaki nimetleri göremiyorsun. Dolayısıyla, onlardan istifade edemiyorsun. Açlıktan ölmek derecesine gelmiş bir insanın karşısına çıkmış mükellef bir sofrayı görmemesinden dolayı, açlık sancısı çekmesi gibi bir şey. Senin bu ikinci durumunu düşündükçe de sana acıyorum.
– Varsa böyle bir sofra, göster görelim. O zaman istifade ederim. Ancak ortada sofra falan göremiyorum.
– Dediğim gibi gözüne perde gelmiş biri nasıl görsün ki.
– Sen yardım et de görelim sofrayı.
– Benden yalnız teklif ve teşvik. Sana düşen ise niyet ve gayret. Rabbinden iste asıl hidayeti: “Senden isterim inayet. Bana göster bir rahmet. Beni dosdoğru yola sevk et.” Seküler bilim ve dinsiz felsefe gözünü kapadığı için Kur’an sofrasını göremiyorsun. Bence öncelikle gözüne perde olan önyargılarını kaldırmaya gayret etmelisin.
– Doğrudur. İnsanın önyargıları hakikati anlamaya engel olur. Batılı biri olarak İslam hakkında birçok önyargım var. Kabul ediyorum. Hem okumalarla hem de senin yardımınla önyargılarımı aşıp sağlıklı bir değerlendirme yapmaya çalışıyorum. İşimin zor olduğunu biliyorum, ancak elimden gelen gayreti gösteriyorum. Bugüne kadar bana gönderdiğin her şeyi dikkatle okuyup yorumlarımı sana bildirdim. Bu da demektir ki önyargılarıma dayanmıyorum. Hakikati aramaya devam ediyorum.
– Seninle görüşmemizin aylardır devam etmesinin sırrı bu. İyi niyetin, hakikati arama azmin ve entelektüel dürüstlüğün olmasaydı bu kadar uzun soluklu görüşemezdik. Maksadım, önyargılarını aşarak Kur’an denizindeki hakikatleri görmene yardımcı olmaktır. Sen hakikati arıyorsun, ancak aklını kendine biricik rehber yapmışsın. Aklınla hakikat denizine dalıyorsun. Oysa Kur’an’la o denize dalmak çok daha farklıdır.
“Mesela, bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla (çeşitleriyle) dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar o definenin cevahirini (cevherlerini) aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas (dalgıç) hükmeder ki bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri (cevherleri) işittiği vakit, hayal eder ki o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, fusus (yüzük taşları) ve nukuşlarıdır (süsleridir). Bir kısmının da kürevî (yuvarlak) bir yakut eline geçer, başkası murabba (dört köşeli) bir kehribar bulur ve hakeza, her biri, eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve mu’zamı (en büyük parçası) itikad edip (inanıp), işittiklerini o hazinenin zevaid (artıkları) ve teferruatı zanneder. O vakit bakarken muvazenesi bozulur, tenasüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir... Bahr-i hakaik (hakikatler denizi) olan Kur’an; ayetleri dâhi o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır (dalgıcıdır). Lakin onların gözleri açık; defineyi ihata eder (tamamıyla görür), definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüh ve insicamla (yerli yerinde) tarif, beyan eder ki hakiki hüsn-ü cemali gösterir.”5
– Anladığım kadarıyla, hakikat denizinden sadece Kur’an ayetleri (dalgıçları) hakikî cevher çıkarıyor, diyorsun. Kimse kendi aklıyla hakikati bulamaz mı?
– Elbette, insan aklıyla da bir kısım hakikatleri keşfeder. Ancak insanın sınırlı aklı ve noksan ilmiyle, sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın bildirdiği hakikatlere yetişmesi imkânsızdır. Vahye dayalı hakikatleri hiç dikkate almadan, kendi aklıyla doğruyu bulmaya çalışan biri, biraz önceki misalde açıklandığı gibi, hakikatlerin çoğundan mahrum kalır. Büyük zarara uğrar. “Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında (karanlığında) kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.”6 Öyle de yıldız böceğinin ışığına benzeyen kendi aklına güvenip Kur’an’ın güneş gibi parlak hakikatlerini nazara almayanlar kendilerini karanlığa mahkûm eder.
– Doğrusunu söylemek gerekirse bir Yaratıcı’nın varlığına inandıktan sonra “evrensel metriksin” O’nun tarafından yaratıldığına veya idare edildiğine bir itirazım olmaz. Sonsuz ilim, sonsuz hikmet ve sonsuz rahmet sahibi bir Yaratıcı’yı kabul eden biri için semavî mesajın “evrensel değerleri” belirlemesi gayet makuldür. Bütün mesele dönüp dolaşıp Kur’an’ın semavî kitap olup olmadığına dayanıyor.
– Kur’an’ın semavî kitap olduğunu birkaç defa anlattım şimdiye kadar. Anlaşılan bu konuda soru ve şüphelerine tam cevap veremedim. İstersen gelecek hafta bu konuyu etraflıca konuşalım.
– Bence çok iyi olur.
* * *
Bu hafta Thomas sohbete çok iddialı başlamıştı. İnsanın aklıyla hakikati bulabileceğini ve vahye ihtiyaç olmadığını iddia etmişti. Oysa sohbet sonunda, Thomas sonsuz ilim sahibi bir Yaratıcı’dan gelen semavî mesajın hakikate ölçü olabileceğini kabul etti. Mesnevi’de anlatıldığı gibi, semavî vahyin nurundan mahrum insanların hakikat tarifi, tıpkı hayatında hiç fil görmemiş birinin karanlıkta file dokunarak tarif etmesine benzer:
“Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar. Birisinin eline kulağı geçti, ‘Fil bir oluğa benzer’ dedi.
Başka birisinin eline ayağı geçmişti, dedi ki: ‘Fil bir direğe benzer.’ Bir başkası da sırtını ellemişti. ‘Fil bir taht gibidir’ dedi. Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.”7
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 Metriks (Matrix) başkalarının kontrolünde olan sunî bir dünyayı temsil ediyor. Filmde anlatıldığına göre, insanlar sunî bir dünyanın esirleri olmuşlar. Robotik varlıklar tarafından kontrol ediliyorlar. Hakikati anlamamaları için sürekli olarak aldatılıyorlar. İnsanın metriksten (yani sunî yalancı dünyadan) kurtulup gerçek hürriyeti kazanması, öncelikle hakikati anlamasına bağlı. Oysa robotik güçler insanların beyinlerini sürekli, istedikleri programlarla doldurduğu için esaretten kurtulmak pek mümkün gözükmüyor. Film, metrikste doğan bir insanın hakikati bulmasının imkânsız denecek kadar zor olduğunu gösteriyor.
2 Sachiko Murata ve William C. Chittick, The Vision of İslam, Paragon House: 1994, s. XVIII.
3 Sachiko Murata ve William C. Chittick, The Vision of İslam, Paragon House: 1994, s. XIX.
4 Hz. Peygamber (a.s.m.) Kur’an’ı şöyle tarif eder: “Bu Kur’an, Allah’ın ziyafet sofrasıdır. Yiyebildiğiniz kadar onun nimetlerinden yiyiniz. Şüphesiz ki bu Kur’an Allah’ın ipidir, apaçık bir nurdur ve fayda veren bir şifadır. Kur’an kendisine sarılanın koruyucusudur, kendine uyanların kurtarıcısıdır. Kur’an’a uyan doğru yoldan sapmaz ki kınansın, eğilmez ki doğrultulsun. Kur’an’ın harikalığı ve üstünlüğü kaybolmaz, çok okumakla eskimez.” (et-Tergib ve Terhib, 2:227)
5 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz.
6 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, On Yedinci Söz.
7 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 71