“Yahut ‘Kur’an’ı kendisi mi uydurdu’ diyorlar? Doğrusu onların iman etmeye niyetleri yoktur. Eğer doğru söylüyorlarsa Kur’an’ın benzeri bir söz getirsinler.”
(Tur Suresi, 52: 34)
“Üslub-u Kur’an’ın (Kur’an’ın tarzı) o kadar acip bir cemiyeti (toplayıcılığı) var ki, bir tek sure, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’anîyi (sınırsız Kur’an denizini) içine alır; bir tek ayet, o surenin hazinesini içine alır. Ayetlerin çoğu, her birisi birer küçük sure; surelerin çoğu, her birisi birer küçük Kur’an’dır.”
(Bediüzzaman)
Geçen hafta konuştuğumuz konu Thomas’a çok ilginç gelmişti. Çünkü benzersiz bir kitabın olabileceğini akıl erdiremiyordu. Kısmen dahi olsa bir kitabın taklidinin mümkün olabileceğini düşünüyordu. Gerçi, kuramsal boyutta semavî bir kitabın benzersiz olabileceğini kabul etmişti. Ancak, delil istiyordu:
– Sen, Kur’an’a harikulade bir kitap nazarıyla bakıyorsun. Sen, böyle bir sonuca nasıl ulaştın? Bütün kitapları okumadığına göre Kur’an’ın en yüce kitap olduğunu nasıl söyleyebilirsin?
– Kur’an gibi harikulade ifade ve mana güzelliğine sahip bir kitabın okuma yazması olmayan birinden gelmiş olması mucize olduğunu gösteriyor. İlkokulu bile bitirmeyen biri çıkıp bir kitap yazsa ve asırlarca üniversite hocalarına bile ilham kaynağı olsa elbette harikulade olur. Aynen öyle de Kur’an ümmi bir zattan gelmesine rağmen 14 asırdır her seviyedeki milyarlarca insanın başucu kitabı olmuştur. Demek ki beşerî bir eser değildir, semavîdir.
– Kur’an’ın manasındaki harikuladeliğe bir örnek verebilir misin?
– Memnuniyetle. Kur’an’ın tevhit inancıyla ilgili kısa bir suresini örnek alalım. Bu surenin manasını, derinliğini ve belâgatinin üstünlüğünü tam olarak anlayan, kaynağının semavî olduğunu kolaylıkla kabul eder. İhlas Suresi’nden bahsediyorum. En kısa surelerden bir tanesidir. Bütün Müslümanların ezbere bildiği ve sıklıkla okuduğu bir suredir. Kur’an bu sureyle muhatabı olan tüm insanlığa bir mesaj veriyor. Yani Allah Hz. Muhammed’den (a.s.m.) kıyamete kadar gelip geçecek farklı seviyedeki bütün insanlığa bu kısa sureyle bir hakikati ders veriyor.
Muhatap bütün insanlık olduğu için verilecek mesajda iki önemli nitelik olmalı: Birincisi, herkesin anlayacağı kadar basit olmalı; idrakleri, eğitimleri, asırları farklı olan bütün herkese hitap edecek şekilde açık ve anlaşılır olmalı. İkincisi, basitlikle beraber, yüksek zekâ ve eğitim seviyesine sahip insanları sıkmayacak ve onların idrak seviyelerine hitap edecek derinlikte olmalı. Yani hem çok basit olmalı hem de çok derin hakikatler içermeli. Hiç eğitim görmemiş insanlara hitap ederken aynı zamanda ilmin zirvesine tırmanmış olanlara ders vermeli.
Öyle bir ders kitabı düşün ki hem ilkokuldakiler hem de doktora yapanlar kendilerine ders kitabı yapsınlar.1 İşte Kur’an, böyle bir kitaptır. Geçenlerde çok düşük eğitim seviyesi olan ve birkaç ay önce Müslüman olan bir mahkûmla konuştum. Kur’an’dan büyük bir hayranlıkla söz ediyordu. Amerikan hapishanelerinde her sene birçok insan Kur’an’ın tercümesini okuyarak Müslüman oluyor. Hatırladığım kadarıyla, sen de Kur’an’ı okumaya başladığında anlaşılması kolay bir kitap olarak tanımlamıştın. Öte yandan bütün ömrünü Kur’an’ı anlamaya adayan İmam Gazali, Abdulkadir Geylani ve Bediüzzaman Said Nursî gibi binlerce büyük İslam âlimi, Kur’an’ın çok derin hakikatler içeren mucize bir kitap olduğunu söylemişler.2 Kur’an’ın kendileri için hakikî üstat ve hiç şaşmaz bir rehber olduğunu ifade etmişler.
– Bence sözünü ettiğin kişiler Kur’an’a, Allah’ın kitabı diye inandıkları için çok methetmişler. Rasyonel bir insan olarak ben başkalarının söylediğine körü körüne tabi olmam. Kendim Kur’an’ın harikulade olduğuna ilişkin deliller görmek isterim.
– Yaşadığımız asırda çoğu zaman “uzman görüşüne” dayanarak hayatımızı şekillendiriyoruz. Hasta olduğumuzda bir doktora gidip tavsiyelerini alıyoruz. Kendimiz doktor olmaya çalışmıyoruz. Ancak itibar edeceğimiz bir doktor yoksa kendimiz tıp ilmini öğrenip doktor olabiliriz. Sana saydığım isimler de Kur’an’ın en meşhur mütehassısları. Onlara Batılı olmadıkları için itimat etmiyorsan Amerikalı iki bilim adamının konuyla ilgili tespitlerine kulak verebilirsin: “Kur’an, yaşantısı çok farklı olan, her türden insanı etkiliyor. Bunun da ötesinde, onun sayısız filozof, din âlimi, yargıç, şair ve sanatçıya asırlar boyu ilham kaynağı olması ne kadar harikulade zenginlikte bir kitap olduğunu gösterir; bunu unutmamalıyız.”3
– Hepimiz doktor olalım, uzman görüşlerini kabul etmeyelim, demiyorum. Piyasada birçok sahte doktor var. Her doktorum diyenin sözüne itimat etmeyelim, diyorum. Doktorluk iddiasında bulunan kişinin yazdığı reçetelerin işe yaradığını gösteren delillere bakmalıyız.
– Kur’an reçetesinin tüm dertlere tam bir şifa olduğunu ve Şafi-i Hakiki olan Allah’tan geldiğini gösteren birçok delil vardır. Onlardan bir tanesini seninle paylaşayım. Kur’an’ın en büyük davası, insanlara Allah’ın var ve bir olduğunu anlatmaktır. Kur’an, bu temel mesajını neredeyse her bir bölümde, her bir sayfada, hatta her bir ayette ya açıktan, ya işareten ya da imaen ders veriyor. Hemen her Müslüman’ın ezbere bildiği kısa bir sure var ki Kur’an’ın tevhit mesajını harikulade ifadelerle herkese ders veriyor. Kur’an bu kısa surede tevhit dersini verirken hem herkesin anlayacağı kadar basit hem de her seviyeden insanın istifade edeceği kadar derin hakikatleri birkaç cümlede topluyor. Doğrusu, sadece bu surenin harikulade belâgatini anlayan, onun ancak sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’tan geldiğine şüphesi kalmaz. Şimdi seninle bu sureye yakından bakalım. Önce mealine okuyalım: “De ki: O Allah birdir. O Samed’dir, yani hiçbir şeye muhtaç değildir ve her şey O’na muhtaçtır. O doğurmamıştır. O doğmamıştır. O’na denk olacak hiçbir şey yoktur.” (İhlas Suresi) Bu ayetlerden neler anlıyorsun?
– Kısaca, Yaratıcı’nın bir ve tek olduğunu anlatıyor. Daha önce ifade ettiğim gibi, benzer düşünceyi söyleyenler, Muhammed’den önce de vardı.
– Haklısın, en cahilden, en büyük dehaya kadar her kim bu sureyi okursa Allah’ın bir ve tek olduğu mesajının verildiğini anlar. Kur’an’ın harikalığı, bu tevhit hakikatini nasıl anlattığında saklıdır. Seninle bu ayetleri derinlemesine incelemeye çalışalım. İhlas Suresi’nde altı ayrı hüküm var. Üçü olumlu ve üçü olumsuz yargıda bulunuyor. İlk üç ayet, Allah’ın kim olduğunu anlatıyor: 1) Allah birdir. 2) Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. 3) Her şey Allah’a muhtaçtır. Son üç ayet ise Allah hakkında uydurulan yanlış şeyleri reddediyor: 1) Allah doğmamıştır. 2) Allah doğurmamıştır. 3) Allah’ın dengi ve benzeri yoktur. Kur’an bu özlü ayetleriyle hem tevhit mertebelerini ispat ediyor hem de şirkin altı çeşidini reddediyor. Yani Allah var ve birdir derken delillerini de gösteriyor. Her bir cümle ötekine hem delil hem de netice oluyor.4
Sure “De ki O Allah’tır” diye başlıyor. Buna karşı rasyonel insan hemen şu soruyu sorar: “Delilin nedir?” Kur’an, bu gizli soruya devamındaki ayetlerle cevap veriyor. Bu anlamda İhlas Suresi’nin şöyle bir manası vardır: “De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. (Yani, sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz hikmet gibi ilahî vasıflar; ancak bir zatta bulunur. İlmen iki sonsuz olamaz. İki ayrı sonsuz kudret sahibi yaratıcı olsaydı, biri kudretiyle diğerinin sonsuz kudretine bir sınır getirirdi. O zaman kudret sınırsız olamazdı. O hâlde, ancak sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet gibi her bir vasfın sonsuz derecesine sahip olan tek bir zat, Allah olabilir. Demek ki Allah bir olur; birden fazla olamaz.)
Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir. (Yani başkasına muhtaç ve bağımlı olanlar, asla ilah olamazlar. Çünkü böyleleri kendi varlıklarını daimi olarak devam ettiremezler. Oysa trenin lokomotifi, nasıl vagonlara muhtaç olmadan, sahip olduğu özelliğiyle kendini çekiyorsa –teşbihte hata olmasın– Allah da hiçbir şeye muhtaç olmaksızın kendi varlığını devam ettiriyor. Başkasına muhtaç olanlar daimi uluhiyet iddia edemezler. Ezeli ve ebedi ilahlık ancak samed olmakla mümkündür.)
Çünkü her şey O’na muhtaçtır. (Yani ilah olan Zat her şeyin sahibi, yaratıcısı ve idare edicisi olmalıdır. Yoksa kuru bir laftan ibaret ilahlık iddiasının bir hükmü yoktur. Nasıl ki ilahlık iddia eden Firavun ve Nemrut gibi zatlar, sonunda helak olup gittiler, her şeye hükmünü geçirmeyen ve her şeyi her an tasarrufunda tutmayan biri de daimi ilah olamaz.)
Çünkü O doğurmamıştır. (Yani doğuran hiçbir varlık ilah olamaz. Doğuran bütün canlılar kendine benzer bir şey doğuruyorlar. Oysa Allah’a benzer bir şey olmaz. Çünkü O’nun benzeri olduğunda O ilah olamaz. İki sonsuz kudret sahibi mantıken var olamaz. O hâlde, doğuran hiçbir varlık ilah olma liyakatine sahip olamaz. Onları, ilah yapmayın.)
Çünkü O doğmamıştır. (Yani doğanlar başkasına bağımlı olduğu için asla ilah olamaz. Hem de doğanların bir başlangıcı ve sonu vardır. Çünkü her doğan mutlaka ölür. Ama ilah olan ezeli ve ebedi olmalıdır. Varlığı hiçbir şeye bağımlı olmamalıdır. Kısacası Vacibü’l- Vücud olmalıdır. Yani Hıristiyanların iddia ettiği gibi Meryem oğlu İsa, ilah olamaz. Çünkü o doğmuştur. Varlığı başka bir varlığa bağlı olan, başlangıcı ve sonu olan varlıklara değil, hiç doğmamış ve doğurmamış, vücudu vacip olan Zat’a tapınız.)
Çünkü O’na denk olacak hiçbir şey yoktur. (Yani ilah olan benzersiz olmalıdır. O’nun ne bir dengi ne bir ortağı ne de bir yardımcısı olmamalıdır. Herhangi bir yaratığa benzemekten münezzeh olmalı, hepsinden farklı olmalıdır. Yaratıklarla bağı sadece “yaratıcılık” noktasındadır. Onlara bağımlı olmaktan, onlara muhtaç olmaktan veya onlara mecbur olmaktan sonsuz derece münezzehtir.)
O hâlde, Cenab-ı Hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihette ne zatında ne sıfatında ne de efalinde (fiillerinde), naziri (benzeri), küfvü (dengi), şebihi (benzeri), misli, misali, meseli (eşi) yoktur.”5
– Bu manalar senin kendi çıkarımların mı yoksa İhlas Suresi’nde kodlanan bilgiler mi?
– Bunlar benim çıkarımlarım değil. İlgili ayetlerin kelime ve cümlelerine yüklenen bilginin deşifre edilmesidir. Sonsuz ilim ve kudret sahibi Zat’tan gelen bu sözler elbette ki bizim sözlerimiz gibi sınırlı mana içermezler. İhlas Suresi’ndeki manaları keşfetmeye çalışan Kur’an mütehassısları ciltlerle kitap yazmışlar. İlahi sözlerdeki derinliği göstermek için bu sure üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Sureyi son ayetten başlayarak başa doğru okuduğumuzda yine her bir ayet diğerini ispat ediyor: “Hiçbir şey O’nun dengi değildir. (Bu genel argümandır. Buna delilin nedir, sorusuna diğer ayetler sırasıyla cevap oluyor.)
Çünkü O doğrulmamıştır. (Yani doğrulanın kardeşleri ve ebeveyni bir nevi onun dengi olur. Allah’ın hiçbir dengi yoktur; çünkü ebeveyni ve kardeşleri yoktur.)
Çünkü O doğurmamıştır. (Yani her doğuran kendine denk bir şeyler doğurur. O doğurmadığı için dengi olamaz.)
Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir. (Yani, O’nun dışında her şey bir şeye muhtaç. O hiçbir şeye muhtaç değil. Hiçbir şeye bağımlı değil. O halde O’nun dengi yoktur.)
Çünkü her şey O’na muhtaçtır. (Eğer O’nun dengi olsaydı varlıklar başka şeylere de muhtaç olurdu. O’nun dengi olmadığı için her şey, sadece O’na dayanıyor ve O’ndan yardım alıyor. Başka hiçbir dayanakları yoktur.)
Çünkü O birdir. (O birden fazla olsaydı O’nun dengi olabilirdi; ancak bir ve tek olanın dengi olamaz.)
Çünkü O Allah’tır. (Allah dışında her şeyin, eşi ve benzeri olabilir. Ancak sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet gibi her türlü vasfın sonsuz derecesine sahip olan Zat’ın dengi olamaz. Çünkü iki sonsuz olamaz.)”
İhlas Suresi’ndeki her bir ayet aynı zamanda ilk ayete netice oluyor. İlk ayet “De ki: O Allah’tır” diyor. Diğer ayetler, Allah olmanın neticesi olarak O’nda bulunması gereken vasıfları sayıyor: “O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Samed’dir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğrulmamıştır. Öyle ise O’nun hiçbir dengi yoktur.”
Aynı şekilde sureyi sondan başa doğru okuduğumuzda, son ayet Allah’ın denginin olmadığını söyler. Diğer ayetler ise dengi olmayan Allah’ın nasıl olması gerektiğini anlatır: “O’nun dengi yoktur. Öyle ise O doğrulmamıştır. Öyle ise O doğurmaktan münezzehtir. Öyle ise O hiçbir şeye muhtaç değildir. Öyle ise her şey O’na muhtaçtır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Allah’tır.” Şimdi sana sormak istiyorum: Hiç okuma-yazma bilmeyen biri böyle beliğ ifadelerle, bu kadar derin hakikatleri, çok basit bir üslupla izah edebilir mi?
– Muhammed’in yaşadığı devirde yazılı kültürden ziyade sözlü kültür yaygındı. Hiç okuma-yazma bilmeden de bir insan çok şeyler öğrenebilirdi. Bence Muhammed küçüklüğünden beri kâinatın sırlarını merak etmiş. Bu konuda ilim sahibi insanlarla konuşmuş ve bir kısım bilgiler edinmiş. Edindiği bilgileri öyle içselleştirmiş ve bilinçaltına nakşetmiş ki o bilgilerin semavî kaynaktan gelen bir vahiy olduğu vehmine kapılmış.
– Kur’an Allah’ın kelamı değilse o zaman peygamberin sözleridir. Yani o, hâşâ, kendi sözlerini Allah’ın kelamı diye insanlara yutturmuş. Peki, Kur’an, Allah adına yalan uyduranlara en büyük zalim diyor: “Artık, Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphe yok ki (böyle) suçlular asla kurtuluşa ermezler.” (Yunus Suresi, 10:17)
– Bence Muhammed üç şeyden biri olabilir. Ya peygamberdir, ya yalancıdır ya da mecnundur. Ben peygamber olduğuna, henüz kanaat getirmedim. Yalancı olduğuna da pek ihtimal vermiyorum. Bence o sonradan mecnun olmuştu. Bilerek kimseyi kandırmadı. Kendisinin peygamber olduğuna inandı. İnsanlara kendi bilinçaltındaki bilgilerini aktardı.
– İlginçtir, Peygamber (a.s.m.) zamanında müşrikler de ona yalancı dememişlerdi. Peygamberliğin gelişine kadar, O’nu Muhammedü’l-Emin diye çağırıyorlardı. Çünkü ondan hiçbir şekilde yalan ve hile görmemişlerdi. Merak ediyorum, sen hangi gerekçeyle onun yalancı olmadığı kanaatine vardın?
– Ben hapishanede yıllarca çalıştım. Yalanı kendine meslek edinen birçok insanla görüştüm orada. Yalan söyleyenlerle birkaç defa konuştuğumda yalanlarını ortaya çıkarıyordum. Bir yerde mutlaka bir açık veriyorlardı. Yalancının sözlerinde tutarsızlık olur. Kendini ele verir. Ben Kur’an’ın üçte ikisini okudum; şimdiye değin. Bu anlamda bir tutarsızlık görmedim. Eğer bilerek uydurulmuş olsaydı mutlaka bir yerde kendini belli ederdi. Rasyonel biri olarak Muhammed’in kim olabileceğine ilişkin üç seçeneği değerlendirdiğimde bana en makul olanı mecnun olmasıdır.
– Senin bu rasyonel seçeneklerini, Allah, Kur’an’da tek tek sayıyor ve hepsini reddedip onun peygamber olduğunu ifade ediyor. Senin kısıtlı aklınla ifade ettiğin üç seçeneğe iki tane daha ekliyor.
– Neymiş o iki seçenek? Gerçekten merak ettim.
– Kur’an, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini kabul etmeyenlerin, ona, hâşâ, ya kâhin, ya mecnun, ya şair ya da yalancı olduğunu söyleyebileceklerini Tur Suresi’nde ifade ediyor:6“Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için sen ne bir kâhinsin ne de bir mecnun. Yoksa onlar ‘O bir şairdir, biz onun başına gelecek felaketi bekliyoruz’ mu diyorlar? Sen ‘Bekleyedurun,’ de. ‘Ben de sizinle beraber bekliyorum.’ Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar güruhu mudur? Yahut ‘Kur’an’ı kendisi mi uydurdu’ diyorlar? Doğrusu onların iman etmeye niyetleri yoktur. Eğer doğru söylüyorlarsa Kur’an’ın benzeri bir söz getirsinler.” (Tur Suresi, 52:29-34)
– Niye şair diyebileceklerini anlıyorum; ama niye kâhin desinler ki?
– Çünkü Kur’an geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî haberleri bize aktarıyor. O hâlde Kur’an ya geçmiş ve geleceği her an nazarında bulunduran Allah’ın eseridir yahut kehanette bulunan bir kâhinin eseridir. Kâhinin eseri olamaz; çünkü kâhinin sözleri karışık ve tahminidir. Tahminlerin bir kısmı doğru çıksa da bir kısmı yalanlanır. Oysa Hz. Muhammed’in (a.s.m.) haber verdiği her şey aynen çıkmıştır. Onun hiçbir sözünde yalan ve karışıklık yoktur. O hak ve hakikati, hiç şüphe edilmeyecek kesinlikte söylüyor.
Şair de olamaz. Çünkü şiirin hayalî ve süslü laflarına karşılık, Kur’an’ın söyledikleri hep hakikattir. Hem de şair olsaydı başka şairler de onun yazdığı eser gibi eser yazabilirdi. Fakat Kur’an bütün şair ve ediplere meydan okuyor, benzer bir kitap getirmelerini istiyor. Kur’an, “Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar” ayetinden sonra aklen muhtemel bütün yolları sıralayarak hepsini çürütüyor. Sağlıklı düşünen her aklın Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini kabul ve tasdik etmesi gerektiğine işaret ediyor. Çünkü onun söylediği her şey makuldür. Fakat onun getirdiği yüksek hakikatlere bütün akıllar ulaşamaz.
– Yaratıcı’nın varlığına inanmayanlar için bir insanın peygamber olduğunu kabul etmek çok zordur. Sen inanan biri olarak biraz önceki ayetleri okuduğunda tatmin olabilirsin, ancak benim gibi ateist biri için bunlar tatmin edici olamaz. Bir nevi totolojiktir. Yani Allah varsa ben de O’nun peygamberiyim, diyor. Hâlbuki ateist birinci koşulun varlığını kabul etmiyor.
– Kur’an senin aklınla yapacağın bu itiraza da cevap vermiş. Biraz önce paylaştığım ayetlerin devamındaki on ayet, bütün inkâr yollarını kapatarak, Allah’ın varlığını ispat ediyor. Süremizin sonuna geldiğimiz için, bu konuyu haftaya bırakalım istersen.
– Olur.
* * *
Sohbetimiz bitip ayrılırken, Thomas’ın peygamberliğe yaptığı itirazlar Mevlana’nın Mesnevi’sinde Sebalıların peygamberlere yaptığı itirazları hatırlattı bana. Peygamberler getirdikleri elmas hakikatleri görmeyip kendilerini sıradan gören muterizlere şöyle cevap vermişti:
“Bizim ululuğumuz göklerden bile üstün! İncilerle dolu olan deniz, gemiden ne şeref bulabilir? Hele o gemi fışkıyla dolu olursa.
Yazıklar olsun ki o bozarmış kör göze güneş bile bir zerre göründü. İblisin gözü, eşsiz, örneksiz Âdem’i topraktan başka bir şey görmedi. O iblise layık göz, yurdu olan yerden baktı, kendisine layık görüşle gördü de sahibine Âdem’in baharını kış gösterdi. Nice devletler vardır ki bazen devletsiz kişiye isabet eder de mal olmaz, geri döner!
Nice sevgili vardır ki bir bahtsızın yanına gelir de o sevgiliyi tanımaz, onunla aşk oyununu oynamaya girişmez. Gözü yanıltan da bizim ezeli nasipsizliğimiz. Kalbi çeviren de kötü kaza ve kader! Taştan yontulup yapılan put, size kıble olduğundan lanetin, körlüğün gölgesine sığındınız, orada yurt edindiniz.”7
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 “Kur’an, bu kâinat Halık-ı Zülcelâl’inin kelamı olarak rububiyetinin mertebe-i azamından (idareciliğinin en yüksek mertebesinden) çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek o mertebelere çıkanları irşat ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek o perdelere bakıp tenvir ederek (aydınlatarak), fehm (anlayış) ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek (yayarak) kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar (devirler) üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle (çoklukla) manalarını ortaya saçmış olduğu halde, kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette (taze), nihayet letafette kalarak; gayet suhuletli (kolay) bir tarzda, sehl-i mümteni (kolay görünmesine rağmen taklidi imkânsız) bir surette, her âmiye (okuma yazması olmayana) anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle fehimleri (anlayışları) muhtelif ve dereceleri mütebayin (birbirine uymayan) pek çok tabakalara dahi ders verip iknâ eden, işbâ eden (doyuran) bir kitab-ı mu’ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’caz (mucize parıltısı) görülebilir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Beşinci Nokta)
2 “Bütün müçtehidîn (müçtehitler) ve sıddıkîn (doğruluktan sapmayanlar) ve hükemâ-i İslâmiye (İslam filozofları) ve muhakkikîn (hakikati bulan âlimler) ve ulema-i usulü’l-fıkıh (fıkıh âlimleri) ve mütekellimîn (kelam âlimleri) ve evliya-i ârifîn (ilim erbabı evliyalar) ve aktâb-ı âşıkîn (Allah aşkıyla yanan kutuplar) ve müdakkikîn-i ulemâ (âlimlerin en ince eleyip sık dokuyanları) ve avâm-ı müslimîn (pek ilmi olmayan sıradan Müslümanlar) gibi Kur’an’ın tilmizleri (talebeleri) ve dersini dinleyenleri müttefikan (hepsi birlikte) diyorlar ki: ‘Dersimizi güzelce anlıyoruz.’” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Beşinci Nokta)
3 Sachiko Murata ve William C.Chittick, The Vision of İslam, (Paragon House, 1994), s. 58.
4 Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Sure-i İhlas’ta, otuz Sure-i İhlas kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep (oluşmuş) sureler vardır.” (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Birinci Nokta)
5 Bediüzzaman Said Nursî, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Üçüncü Şua, Üçüncü Cilve.
6 Hz. Ömer (r.a.) Müslüman olmadan önceki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Resulullah ile muaraza için evden çıktım. Onu Mescid-i Haram’da buldum. Benden evvel oraya varmıştı. Arkasında durdum. Resulullah, el-Hakka Suresi’ni okumaya başladı. Ben Kur’an’ın belagatine, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayran kaldım ve ‘Vallahi, Kureyş’in dediği gibi bu bir şairdir’ diye düşünüyordum ki Resulullah hemen:
‘Muhakkak o (Kur’an) Allah indinde çok şerefli bir peygamberin Allah’tan getirdiği kati sözdür. O bir şair sözü değildir. Ne az inanırsınız (adamlarsınız)?’ ayetlerini okudu. O zaman ben, ‘Bu bir kâhindir’ diye düşündüm ki Resulullah:
‘O bir kâhin sözü de değildir. Siz ne az düşünürsünüz (adamlarsınız)? O Âlemlerin Rabbinden indirilmedir. ‘Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da şüphesiz onun kalp damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız’ ayetlerini okudu. İşte o gün kalbim İslam’a karşı iyice yumuşamıştı.” (Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil Yayınları, s. 337)
7 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 151.