Kur'an' ı (haşa) sıradan bir insan yazmış olamaz mı? (1)

(Ey Muhammed!) Onlara (istedikleri) bir ayet getirmediğin zaman (alay ederek) derler ki: ‘Onu (da) bir yerlerden derleyip toplasaydın ya.’ De ki: ‘Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım. Bu (Kur’an ayetleri) Rabbinizden gelen basiretlerdir (gönül gözlerini aydınlatan nurlardır.) İman edecek bir topluluk için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.”“

(A’raf Suresi, 7:203)

Beyanat-ı Kur’âniye (Kur’an’ın sözleri) beşerin ilm-i cüzîsine (sınırlı ilmine), bahusus bir ümminin (okuma yazması olmayan birinin) ilmine müstenit (dayanıyor) olamaz. Belki, bir ilm-i muhite (sınırsız ilme) istinat ediyor (dayanıyor) ve cemi (bütün) eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakâiki (hakikatleri) bir anda müşahede eder (görür) bir Zat’ın kelamıdır.”

(Bediüzzaman)

 

Bu hafta görüştüğümüzde Thomas Kur’an okumasında hayli mesafe aldığını söyledi. Kur’an’ın yarısından fazlasını bitirmişti. Doğrusu, bu sevindirici bir haberdi. Thomas, Kur’an’ı büyük bir dikkatle okuyor, ilginç bulduğu yerleri sarıya boyuyor, küçük bir kâğıtla işaretliyor ve yanına notlar alıyordu. Müzakereye Thomas’ın verdiği sevinçli bir haberle başladık:

Kur’an’ı bitirdikten sonra ikinci bir defa daha okuyacağım. Böylelikle daha iyi anlama imkânım olacak. Belki de bu şehirde, Kur’an’ın tamamını okuyan tek ateist olacağım.

– Doğrusu seni tebrik ediyorum. Çok yerinde bir karar vermişsin. Ben de kıymetli eserler için aynı stratejiyi takip ediyorum. Hatta lise yıllarımda bile aynı yöntemi uyguluyordum. Hiç unutmuyorum Kur’an hakikatlerini açıklayan Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri ilk defa elime geçtiğinde, merakla hepsini hızlıca okumuştum; hatta katıldığım ilk kitap okuma programında günde 400 sayfa okuyordum. Gerçi tamamını anlamıyordum; ancak Nursî’nin düşüncesini ana hatlarıyla yakalamıştım.

Ben şahsen bu tarz okumayı daha etkin buluyorum. İkinci defa okuduğumda, parçayı bütün içinde anlama imkânı buluyorum.

– Söz, Kur’an’ı okumaktan açılmışken çok önemli bir noktayı seninle paylaşmak istiyorum. Kur’an’ı kaç defa okuduğun değil de onu nasıl bir yaklaşımla okuduğun önemlidir. Bir misal ile ne demek istediğimi açıklayayım. Varsayalım ki çölde yolculuk yaparken yolunu kaybettin. Günlerce yaptığın aramalar bir netice vermedi, aç, susuz ve harap bir şekilde dolandın. Derken uzaktan muhteşem bir saray göründü. Sen saraya yaklaştığında içeri girmek için yüzlerce kapı gördün. Sarayın kapısında bir elçi, seni saray sahibine misafir olmak üzere içeri çağırdı. İçeri girdiğinde hem ihtiyaçlarını karşılayacağını hem de binlerce kıymetli hediyeler vereceğini söyledi. Sen böyle bir durumda ne yaparsın?

Davete icabet ederim hem de saray sahibine bin kere teşekkür ederim, beni çölde ölüp gitmekten kurtardığı için.

– Doğru söyledin. Aklı başında her insan böyle yapmalı. Elçi sana “Sarayın yüz kapısı var. İstediğinden içeri girebilirsin” dedi. Sen kapılardan birine dayandın. Kapıyı ters yönden açmaya çalıştığın için kapı açılmadı. Kapıyı kapalı sandın. Daha da zorlamaya çalıştın; ama nafile. Sonunda kapıyı zorlamaktan vazgeçtin. Ümitsiz bir şekilde “Bu saraya girilmez” deyip orayı terk ettin.

Hayır canım, niye terk edeceğim! Diğer kapıları deneyeceğim. Her birini tek tek denerim. Hangisi açıksa ondan içeri girerim.

– Misaldeki saray İslam’dır veya onun esası olan Kur’an’dır.1 Her bir insan bu dünya çölünde ebedi ölümle pençeleşirken o sarayın kapısındaki bir elçi bizi içeriye davet ediyor. Bize düşen açık bir kapıdan içeri girmektir yoksa helak olup gideceğiz. Oysa şimdiye kadarki tartışmalarımızdan anladığım kadarıyla sen açık kapılara gitmek yerine açamadığın kapılara dayanıp duruyorsun. Gerçi açmasını bilen için bütün kapılar açık; ancak senin nazarında bazıları kapalı olabilir. Oralarda oyalanmak yerine diğer kapıları denemelisin. Sakın yanlış anlama; seni suçlamıyorum.

Sizin “Özgür Düşünürler” grubunun sohbetlerine katılırken benzer bir hata yapmıştım. Sohbet salonunun iki kapısı vardı. İlk haftalarda her geldiğimde aynı kapıyı deniyor, açılmayınca kapıyı tıklatıyordum. Kapıyı açmaları için içeriden yardım istiyordum. Hiç unutmuyorum, bir seferinde bir arkadaşınız kapıyı açınca şunu demişti: “Furkancığım gördüğün gibi iki kapı var. Biri açılmayınca diğerini denemelisin.” Bu basit ifade bana büyük bir ders olmuştu. O arkadaşa dediğim gibi sana da derim ki: “Altı bin altı yüz altmış altı kapılı Kur’an sarayına girerken bir kapısını kapalı bulduysan ötekisini dene. Aynı kapıyı zorlayarak bütün vaktini zayi etme. Yoksa büsbütün dışarıda kalıp heder olacaksın. Şunu unutma ki şeytan seni sürekli kapalı gibi gözüken kapıyla oyalamak ister ta ki açık bir kapı bulup içeri girmeyesin.

Saray misalin hoşuma gitti. Birazcık değiştirerek hangi konumda olduğumu açıklamak istiyorum. Sarayın (yani Kur’an’ın) içinde resim tabloları (yani ayetler) var. Sen ressamın Allah olduğunu iddia ediyorsun. Ben ise insan olduğunu söylüyorum. Dolayısıyla Allah’a ait olanlar otantik, diğerleri ise sahte tabloları temsil ediyor. Kur’an’ı alıp okumakla ben o saraya girmiş oldum. Sen de bana rehberlik yapıyorsun. Şu âna kadar sarayın yarısını gezdik. Saraydaki gezimi bitirmeden, eserlerin kime ait olduğu konusunda kesin bir hükme varmak istemiyorum.

– Senin misalin de güzel. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Ben her bir Kur’an ayetini İslam sarayına ve Allah’a götüren kapı olarak görüyorum. Sen ise her bir ayeti Kur’an sarayındaki resim tablolarına benzetiyorsun. Önemli olan, o kapılardan veya tablolardan Rabbimize ulaşmaktır. Senin örneğinle devam edebiliriz. Saraydaki serginin yarısını dolaştın şimdiye kadar. Ne tür intibalar edindin?

Dediğim gibi, sarayın tamamını dolaşmadan kesin bir hüküm vermek istemiyorum. Serginin tamamını bitirince bütün tabloların otantik olduğunu görsem o zaman senin Rabbine iman edeceğim ve O’na kulluk yapıp emirlerine riayet edeceğim. Şimdiye kadarki yolculuğumda tabloların yüzde 80’i otantik ve yüzde 20’si sahte gibi gözüktü bana.

– Tabloları nasıl incelediğin çok önemli. Üstünkörü bakarsan sanatkârının imzasını göremezsin. Sahte sanırsın veya gözünü kapatırsan her bir tablodaki taklit edilmez imzayı göremezsin.

Mikroskopla bakıyorum, büyük bir titizlikle her bir tabloyu inceliyorum.

– İlahî imza, beşerî imzalardan farklıdır. İlahî imzanın nasıl olduğunu bilmen gerekir. Yoksa eserin otantik olup olmadığını anlayamazsın.

Nasılmış ilahî imza? Bana kısaca anlatır mısın?

– Memnuniyetle. Biz insanlar, yazdığımız bir şeyin altına imza atarız veya icat ettiğimiz bir şeyin patentini alırız. Bununla söz konusu şeylerin bize ait olduğunu ispat etmeye çalışırız. Örneğin ilk defa teknoloji harikası bir âlet icat ettiğimde hemen patentini almam gerekir ki sonradan birileri ortaya çıkıp eserimi sahiplenmesin. Varsayalım ki hiç kimsenin hiçbir şekilde ve hiçbir zaman benzerini yapamayacağı bir eser icat ettim. Böyle bir durumda patent almama gerek var mı?

Hayır. Eğer taklidi imkânsızsa boşuna yorulup niye patent alacaksın ki.

– İşte aynen öyle de teşbihte hata olmaz, Sâni-i Kerim’imiz de hem Kur’an sarayındaki kavlî ayetlerini hem de kâinat sarayındaki kevnî ayetlerini öyle bir şekilde yazmış ki taklidi beşer takatinin ötesindedir. O hâlde, her bir ayet, benzersiz olmasıyla aynı zamanda bir imzadır. Onların her biri bize Rabbimizi bildirmek için tek başına yeterlidir.

İzin verirsen, Kur’an sarayındaki tabloları (ayetleri) incelerken göz önünde bulundurduğum kıstasları seninle paylaşmak istiyorum.

– Buyurun dinliyorum.

Dört temel ölçütüm var. Bunlar ışığında bütün tabloları inceleyip otantik olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Birincisi, tablo neyi anlatıyor? Sanatkârın maksadı ve mesajı nedir? İkincisi, tablo bilimsel gerçeklere göre hakikat mi yoksa yalan mı? Üçüncüsü, tablo etik prensiplerine göre doğru mu yoksa yanlış mı? Dördüncüsü, bu tablo ilahî bir hediye mi yoksa beşerî bir eser mi?

– Gayet makul kıstasların var. Bir kıstas daha eklemen gerektiğini düşünüyorum. Bu tablo hiçbir şekilde ressamlık eğitimi almamış, resim çizmesini bilmeyen birinin eseri olabilir mi? Bu soruya vereceğin cevap, eserlerin semavî olup olmadığını anlamana da yardımcı olur.

Haklısın. Bunu da ekledim kıstaslarıma.

– İlk üç kıstasını uygularken zorlanabilirsin. Birincisini tatbik ederken şu gerçeği daima hatırlamalısın: Aslında, sen orijinal tablolara bakmıyorsun. Onların orijinallerinin başka ressamlar tarafından çizilmiş kopyalarına bakıyorsun. Yani Allah’ın ayetlerini değil, onların tercümanlar tarafından yapılan çevirilerine bakıyorsun. Bu nedenle ilahî mesajı tamamıyla hiçbir mealde bulamazsın. Çünkü sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi Rabbimiz, insanlığa gönderdiği mesajını ifade ederken bir kütüphaneye sığmayacak bilgiyi bir kitaba koyabilir ve koymuştur. Hiçbir tercüman ilahî kelamdaki tüm manaları eksiksiz kavrayıp sana aktaramaz. Bundandır ki hiçbir tercüme Kur’an değildir. Her bir Kur’an tercümesi, tercümanının kısır fehmiyle Kur’an’dan anladıklarıdır.

Kur’an tercümesini okuma mı diyorsun? Herkes Arapça mı öğrenmek zorunda?

– Hayır. Tercümenin elbette sana faydası vardır; fakat tercümenin eksik kalacağını her zaman hatırında tutmalısın. Birinci ölçütünü tatbik edip ilahî mesajı anlamaya çalıştığında bir problem görürsen bu çeviri probleminden kaynaklanabilir. Hemen bir hüküm verme. Takıldığın noktaları, birlikte tartışalım

Ben de söylediğini yapmaya çalışıyorum. Takıldığım yerleri sana getiriyorum.

– İkinci ölçütün de gayet makul. Zaten Allah da açıkça bize böyle bir ölçütle Kur’an’ı değerlendirmemizi istiyor: “Hâlâ Kur’an üzerine gereği gibi düşünemeyecekler mi? Eğer o Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı içinde birçok tutarsızlıklar, çelişkiler bulacaklardı.” (Nisa Suresi, 4:82) Ancak özellikle “bilimsel bilgiler” ve “Kur’anî bilgileri” karşılaştırırken bir problem çıkabilir. Büyük çoğunluk itibariyle, bu anlamda bile Kur’an’da bir çelişki bulamazsın. Ancak birkaç yerde, bilimsel bilgilerle çelişen ifadeler görebilirsin. Bu durumda da bilimsel bilgileri mutlak hakikat gibi alıp Kur’an’ın hakikatlerini reddetmen hata olur. Çünkü bir zamanlar herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir kısım bilimsel bilgiler, sonradan anlaşıldı ki bir hayalden ibaretmiş. Özellikle bütün bilim adamlarının üzerinde hemfikir olmadığı evrim teorisi gibi sözde “bilimsel hakikatler”le Kur’an’ın yüksek hakikatlerini tartmamalısın. Benzer şeyler, üçüncü kriterin için de söylenebilir.

İkinci ölçütümü nasıl tatbik ettiğimi açıklayayım. 14 asır önce yazılmış bir kitapta modern bilime ters düşen birçok ifade bekliyorum. Ben Kur’an’ı incelerken modern bilimin kesin olarak ispat ettiği bilimsel hakikatlerle çelişen ayetlerin var olup olmadığını arayacağım. Eğer insan tarafından yazılmış bir kitapsa birçok örneklerini bulacağım. Çünkü Kur’an’ın yazıldığı devirde insanların bir kâinat anlayışı vardı. Yazar, kendi devrinin düşüncelerini kitaba yansıtmıştır.

– Güzel düşünüyorsun. Çelişen ayetler bulmak şöyle dursun, bilimin ancak son birkaç asırda keşfettiği hakikatleri Kur’an’da okursan ne dersin?

Bir iki tane varsa yazarın zekâvetine havale ederim. Şayet birçok örnek varsa bu olsa olsa ilahî kelamdır, derim.

– Birçok örnekleri var. İleride sana göstereceğim bu örnekleri. Bir süre önce kullandığın bir ifade aklıma takıldı. Saraydaki bütün resimlerin otantik olduğunu gördükten sonra onların ustasını kabul ederim, demiştin. Öyle mi?

Evet. Sen de Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ve bütün ayetlerinin hak ve hakikat olduğunu, söylemiştin. Bunu bana göstermen gerekir. İşin hayli zor, dostum. Bir tane sahte resim çıksa bütün uğraşın boşuna gidecek.

– Aslında işim hem zor hem de kolay. Hatırlarsan bizim birinci gayemiz, Kur’an’daki ayetlerle Rabbimizi bulmaktır. İlk günden beri yaptığımız bütün tartışmaların arka planında bu temel soru yer alıyor. Öyle değil mi?

Evet. Haklısın.

– Bu anlamda benim işim gayet kolay. Kur’an sarayındaki altı bin altı yüz altmış altı tablodan bir tanesiyle bile sana Rabbimizin varlığını ispatlayabilirim. Kur’an’ı incelerken kullandığın dört kritere göre sadece bir ayetin beşer sözü olmadığını ve ilahî söz olduğunu ispatladığım anda, diğer bütün ayetler senin aklına göre beşerî bile olsa biz yine Rabbimizi bulmuş olacağız. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım. Nar diye bir meyve var, desem sen ise bu meyveyi hiç görmediğin için inkâr etsen, iddiamı ispat etmem için bir tek nar getirip sana göstermem yeterlidir. Oysa sen iddianı ispat etmek için bütün mekânları ve zamanları arayıp taramalısın. Dünyanın her tarafını karış karış inceledikten ve geçmiş zamana yolculuk yapıp önceki asırlardaki dünyayı taradıktan sonra bir tek nar bile bulamazsan narın yokluğunu ispatlayabilirsin. Gördüğün gibi, bir şeyin varlığını ispat etmek son derece kolaydır. Yokluğunu ispat etmek ise imkânsız denecek kadar zordur. Aynen öyle de Allah vardır, dediğimde, Allah’tan gelen tek bir ayeti (veya eseri) göstermekle davamı ispat edebilirim. Bütün eserlerin Allah’tan olduğunu ispat etme yükümlülüğüm yoktur.

Söylediklerin gayet makul geldi bana. Beni bu konuda ikna ettin. Ancak, Kur’an’da bir tane bile yanlış söz olduğuna seni ikna edersem İslam’ın otantik ilahî bir din olduğu argümanı çürümüş olur.

– Haklısın; işimin zor olan tarafı bu. Sana Kur’an’ın bütünüyle hak ve hakikat olduğunu ispat etmeliyim. Öte yandan, Kur’an’da bir tane bile semavî ayetin varlığını kabul ettiğin an artık agnostik veya ateist olamazsın. Allah’ın varlığını kabul etmek zorundasın. Yani rasyonel prensiplerin seni böyle davranmaya mecbur eder.

Kabul ediyorum söylediklerini. Bir tek ayetin bile semavî olduğunu kabul ettiğimde, Allah vardır, derim ancak sadece bir ayete dayanıp İslam’ın otantik bir din olduğunu kabul edemem. Başka dinleri incelemeye başlarım. İslam’a göre hayatımı yönlendiremem.

– Senin işin çok daha zor. Kur’an sarayını dolaştıktan sonra hiçbir otantik tablo görmezsen bile yine de “Bir yaratıcı yoktur” diyemezsin. Yani Yaratıcı’nın yokluğunu ispat edemezsin. Yaratıcı’nın varlığının delillerini Kur’an’da göremedim, diyebilirsin. Dolayısıyla, ben iddiam olan yaratıcının varlığını bir otantik resimle sana ispat edebilirim. Ancak sen yaratıcının yokluğuna ilişkin davanı asla ispat edemezsin. Bunu yapman için bütün zamanları ve mekânları dolaşmalı ve oradaki tabloları incelemelisin. Bu da zaman ve mekâna bağımlı hiçbir insanın gücünün dâhilinde değildir.

Bundandır ki kendimi agnostik olarak tanımlıyorum. Tanrı’nın var olup olmadığını mutlak manada bilemeyiz, diyorum. Sen bana Kur’an sarayını gezdirerek, Yaratıcı’nın varlığını ispat edeceğini söylüyorsun. Ben de seni takip ediyorum. Saraydaki tabloların ilahî değil beşerî olduğunu anladığımda sarayı büsbütün terk ederim.

– Rasyonel prensiplerine göre hareket edersen böyle yapamazsın. Eğer Kur’an’ı yüzde 80 otantik bulursan otantik bulduğun hükümlere uymakla mükellef olursun. Sarayı tamamen terk edemezsin.

Doğru, ama bu senin yaşadığın İslam’dan farklı olur.

– Katılıyorum sana. Bahaizm bunun en somut örneğidir. İslam’ın birçok inanç esasıyla Hıristiyanlıktaki bir kısım esasları birleştirip melez bir din oluşturmuşlar. Ne İslam’a benziyor ne de Hıristiyanlığa. Bu konuda söyleyecek başka bir şeyin yoksa hiçbir beşerin eseri olamayacak semavî eserlerden (ayetlerden) birkaç tanesini göstermek istiyorum.

Rabbimizin Kur’an’daki sözlerini dikkatle incelediğimizde insanüstü ifadeler olduğu ayan beyan görülecektir. Üstünkörü bakıldığında insan sözüne benzemesine rağmen dikkatle bakınca insanüstü olduğu görülecektir. Örneğin uzaktan bir dağın tepesine baksak gökyüzüne bitişik görürüz. Sanki aralarında hiçbir mesafe yok gibidir. Oysa dağın tepesine tırmandığınızda, semanın uçsuz bucaksız olduğunu fark ederiz. Uzaktan bakınca da Kur’an’daki ilahî sözlerle, insanın ifadeleri arasında bir benzerlik ve yakınlık görülür; ama Kur’an hakikatlerinin tepesine tırmanıldığında, her bir surenin, her bir ayetin, her bir kelimenin harikulade ve mucize olduğu görülür. Kur’an, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğine en büyük delil olduğu için Allah, Kur’an’da şöyle yemin eder: “Hikmetli Kur’an’a kasem ederim ki, sen resullerdensin.” (Yasin Suresi, 36:1-3) Bu ayet Hz. Peygamber’e (a.s.m.) hitaben der ki: “Sen resulsün; çünkü, senin elinde Kur’an var. Kur’an ise, haktır ve hakkın kelamıdır. Çünkü içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i’caz (mucize mührü) var.”2

Bence sen ilahî kelam olarak baktığın için mucize ifadeler olarak algılıyorsun. Bilge bir insan da pekâlâ Kur’an’daki birçok sözü söyleyebilir. Nitekim Kur’an gelmeden önce de benzer şeyleri söyleyenler vardı.

– Kur’an, geldiği devirdeki yerleşik inançları kökten değiştiren bir mesaj içeriyor. O zamanlar tevhit inancı neredeyse tamamen ölmüştü. Hıristiyanlıktaki teslis inancı ve putperestlik hâkimdi. Kur’an, şirkin ve putperestliğin her çeşidini reddederek Allah’ın bir olduğunu ders verdi.

Haklısın; ama Kur’an’ın geldiği devirden önce de bazı filozoflar, bir tek Yaratıcı’nın olduğunu iddia etmişlerdi. Dolayısıyla, Kur’an yepyeni bir şeyle gelmedi. Eskiden var olan bir düşünceyi öne çıkardı.

– Kur’an da benzer şeyler söylüyor: Bu din yeni değil. İlk peygamberden beri binlerce peygamberin anlattığı hakikatleri ders veriyor. İnsanları tek olan Allah’a kulluk yapmaya davet ediyor. Kur’an, bu hakikati şöyle ifade ediyor: “‘Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!’ diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini, size de din kıldı.” (Şura Suresi, 42:13) Yine oruç ve namaz gibi ibadetlerden bahsederken “Sizden öncekiler üzerine farz olunduğu gibi sizin de üzerinize farz olundu” diyor. Dolayısıyla İslam yeni bir din çağrısı değildir, “yeniden dine” yapılan bir çağrıdır. Allah’ı ve ahiretin varlığını ilk defa anlatan yeni bir dava değil, Hz. Âdem’den (a.s.) beri bütün peygamberlerin davalarını yeniden dava ediyor. Rabbini unutmuş, tabiata, sebeplere ve tesadüfe tapan insanları, yeniden, bir ve benzersiz olan, âlemlerin Rabbine kulluk yapmaya davet ediyor.

Bildiğin gibi daha önceleri İncil ve Tevrat’ı defalarca okudum. Kur’an’ı okurken konularındaki müthiş benzerlik gözümden kaçmadı. Bu anlamda söylediklerine inanıyorum. Peygamber olduğunu iddia edenlerin hepsi benzer konuları ifade etmişler. Ancak bu onların hepsinin doğru olduğunu göstermez. Hepsi de yanılmış olabilir. Yani kendi iç dünyalarında psikolojik olarak yaşadıkları şeyleri Yaratıcı’dan gelen bir vahiy olarak algılamış olabilir. Kendi düşüncelerini, gayrişuurî olarak ilahî söz olarak insanlara telkin etmiş olabilir.

– Kur’an’da konuşan Hz. Muhammed (a.s.m.) değil, Allah’tır. Senin dediğine göre hâşâ Hz. Muhammed, kendi sözlerini, ilahî sözleri taklit ederek insanlara aktarmıştır. Ama bunu bilerek yapmamış; kendi sözlerinin ilahî sözler olduğuna psikolojik olarak inandığı için yapmıştır. Aslında şuurî yapıp yapmamış olması hakikat noktasında fark etmez. Her iki durumda da ilahî sözleri taklit ederek kendi sözlerini, semavî mesaj gibi aktarması söz konusu. Böyle bir taklit aklen mümkün olamaz.

Niye mümkün olmasın ki? Tarihte birçok sahte peygamber çıkmıştır. Kendi sözlerini ilahî söz diye insanlara yutturmaya çalışmışlar.

– Ama er ya da geç “sahte” peygamber oldukları anlaşılmıştır. Haklısın; herkes taklit edebilir. Bir süre insanları kendine inandırabilir. Ama eninde sonunda sahtekârlıkları ortaya çıkar. Çünkü birbirine yakın olanlar, birbirini iyi tanıyanlar, birbirini taklit edebilir. Örneğin, bir hemşire kendini doktor diye takdim edip insanları kandırabilir. Bir yarbay bir albay rolüne girebilir. Bir fizik öğretmeni üniversitede öğrencilere fizik doçenti olduğunu söyleyebilir. Ancak ilim ve dikkat sahibi insanlar, böyle sahtekârları söz ve davranışlarından fark edebilirler. Oysa ilim ve makam itibariyle birbirinden çok uzak olanların birbirini taklidi neredeyse imkânsızdır. Örneğin, ücra bir köyde kulaktan duyma bilgilerle ebelik yapmayı öğrenen biri kendini dünyanın en büyük beyin cerrahı diye yutturamaz. Bir er, orgeneral taklidi yapıp bir orduyu kandıramaz. Okuma-yazma bile bilmeyen biri dünyaya, “Ben yeni Einstein’ım” diye kendini takdim edemez. Böyle hareket ettiklerinde herkese maskara olurlar. Her hâlleriyle sahtekâr oldukları anlaşılır.3

Niye kimse taklide kalkışamıyormuş? Anlayamadım. En azından teşebbüs eden olur.

– Galiba yanlış ifade ettim. İnsan Allah’ı taklide kalkışamaz, demiyorum. Elbette şarlatanlık yapanlar için her yol açıktır. “Ancak böyle bir teşebbüste bulunan hiçbir kimse başarılı olmaz” demek istiyorum. Çünkü kendi sözünü Allah’ın sözü diye yutturmaya çalışan bir insan eninde sonunda kendini ele verir.

Daha önce Kur’an’ın 23 senede tamamlandığını söylemiştin. Pekâlâ, Muhammed, zamanla karşılaştığı sorunlara bulduğu çözümleri vahiy diye takdim etmiş olamaz mı?

– Vahyin geliş şekillerine, Kur’an’ın içeriğine ve ayetlerle hadisler arasındaki farka baktığımızda senin soruna hiç tereddütsüz “hayır” diye cevap veririz. Vahiy, Hz. Muhammed’e (a.s.m.) çok değişik şekillerde bildirilmiştir.4 Öyle, gündüz karşılaştığı bir sorunu akşam düşünüp sabahleyin bir cevapla gelmemiştir. Bazen geceleyin, bazen gündüz ortasında bazen de sahabelerinin ortasında vahiy gelmiştir. İlgili rivayetlerden öğrendiğimize göre, ilahî mesajın azameti karşısında Hz. Peygamber (a.s.m.) tir tir titriyor, boncuk boncuk terliyor, yüzünün rengi değişiyor ve nefes almakta zorluk çekiyordu.5 Bir defa değil, 23 yıl boyunca her defasında vahye mazhar olduğunda bu haleti yaşayan Hz. Muhammed (a.s.m.), eğer yapmacık hareket etseydi sahabeler anlamaz mıydı? Üstelik soğuk bir kış gününde bile vahiy geldiğinde vücudunun terlemesini nasıl sağlayabiliyordu? Bazen sorulan bir soru üzerine anında gelen vahiyle nasıl bambaşka bir halete bürünebiliyordu?6

Kuramsal olarak tatmin oldum verdiğim cevaplardan. Ancak, söylediklerini somut örneklerle ispatlamanı istiyorum.

– Zaman şimşek gibi geçmiş. Vaktimizin sonuna geldik. Haftaya bu konuya devam edelim inşaallah.

Tamam, olur.

* * *

Görüşmemizin sonunda Thomas Kur’an sarayının benzersiz olabileceğini kuramsal boyutta kabul etti. Ancak, sarayda dolaşıp, harikulade eserleri gözüyle görmeden Kur’an’ın bu hususiyetini tasdik etmeyeceğini söyledi. Aslında her şey Thomas’ın Kur’an sarayındakilere önyargısız yaklaşmasına bağlı. Bunu yapabilirse, içindeki benzersiz tabloları görüp tanıyacaktır. Mevlana’nın anlattığı gibi, Kur’an sarayındaki eserleri görmek isteyene, kör bile olsa, Allah nur verir:

“(Kör birini misafir eden adam) gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü. Kör, Mushaf’tan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki: ‘Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen? Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin. Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.’ Kör dedi ki:

‘Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Allah yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun? Ben Allah’a, ‘Ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de Kur’an okumaya öyle düşkünüm. Fakat hafız değilim ki! Ya Rabbi, Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver, benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım’ diye dua ettim.

Allah’tan, ‘Ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi. Senin bize karşı olan o hüsn-ü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte. Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit Mushaf’ı eline alırsan, Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım, ey yaratılışı büyük kişi’ diye nida geldi.

Öyle de yaptı Rabbim, ben ne vakit okumak üzere Mushaf’ı elime alır, açarsam, her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan O Ulu Padişah, O Tek Tanrı, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte.’ Allah, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Veli bu sebeple Allah’a itiraz etmez.”7

 

Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.

 

Dipnotlar

1 Bediüzzaman, iman sarayının yüz kapısı bulunduğunu ve delil anahtarlarıyla her birini açıp içeri girmenin mümkün olduğunu söylüyor. Ancak uykuda olan gafil biri veya kapıların anahtarla açılacağını bilmeyen cahil biri içeri giremez: “Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye (iman hakikatleri) o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise bazı esbaba (sebeplere) binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor (kapalı gösteriyor). ‘İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur’ der, kandırır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, On Üçüncü Lem’a)

2 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Beşinci Nokta.

3 “Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa mesela adi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Her bir hâli bağıracak ki: ‘Bu sahtekârdır!’

İşte –hâşâ, yüz bin defa hâşâ– Kur’an beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldızböceği bin sene tekellüfsüz (yapmacık olduğunu hissettirmeden) hakikî bir yıldız olarak rasat ehline (bakanlara) görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz (yapmacıksız), temaşa ehline (seyredenlere) göstersin? Hem sahtekâr, âmî bir nefer (er), namdar, âli bir müşirin (mareşalin) tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin (hissettirmesin)? Hem müfteri, yalancı, itikatsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid (dindar) bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik (dikkatli) nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu (yapmacık hareketi) saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl (akıl sahibi) mümkün diyemez. Öyle de farz etmek dahi, bedihî (açık) bir muhali (saçmalığı) vaki (olmuş) farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de Kur’an’ı kelam-ı beşer (insan sözü) farz etmek; lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede (açıkça görünen) pek parlak ve daima envar-ı hakaiki (hakikat nurlarını) neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalat (kemalat güneşi) telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti; hâşâ sümme hâşâ bir yıldız böceği hükmünde tasannucu (yapmacık hareket eden) bir beşerin hurafatlı (hurafelerle dolu) bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âli ve menba-ı hakaik (hakikatin kaynağı) bir yıldız bilsin.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, On Beşinci Söz’ün Zeyli)

4 Karen Armstrong, Muhammed: A Prophet of Our Time isimli kitabında, vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber’in (a.s.m.) büründüğü haleti çok harika bir şekilde tasvir ediyor.

5 Buhari, Bedü’l-Vahy 2; Tirmizi, Menakıb 7; Nesai, İftitah 37; Muvatta, Kur’an 7; Ahmed; Müsned, 1, 151.

6 Peygamberimiz ve Kur’an aleyhinde inanmayanların tarih boyunca ortaya attığı iddiaları ve cevapları ayrıntılı olarak okumak isteyenler, Dr. Abdülaziz Hatip’in Nesil Yayınları’ndan çıkan Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar isimli kitabını okuyabilirler.

7 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 116.

Yazar:

Kategorisi:
Kur'an'ı Okuyan Bir Ateist'in Soruları ve Verilen Cevaplar
Gönderi tarihi: 27-08-2009
4,133 kez okundu