“Kendisine ayetlerimiz okunduğunda, sanki onları işiten kendisi değilmiş gibi, sanki kulaklarında ağırlıklar varmış gibi, son derece kibirli olarak sırtını dönüp uzaklaşır. Onlara gayet acı bir azap verileceğini müjdele! İman edip, güzel ve makbul işler yapanlara naim cennetleri vardır.”
(Lokman Suresi, 31:7)
Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.”
(Bediüzzaman)
Geçen hafta cehennem konusunu müzakere etmemize rağmen Thomas’ın konuyla ilgili soruları bitmemişti. Bugünkü görüşmemizde, Thomas konuyu tekrar gündeme getirdi. “Cehennemin canı cehenneme” başlığıyla bir makale yazmıştı. Benimle paylaştı. Thomas çok doluydu. Sözü ona verdim:
– İnsanın imtihan için bu dünyada bulunduğunu ve kaybedenlere ceza verileceğini makul karşılayabilirim. Ancak, cehennem gibi dehşetli bir azabı gerektirecek bir şey düşünemiyorum. Ne olursa olsun, cehennem gibi bir azabı şefkat sahibi hiç kimse tatbik etmez. Bunun ne kadar dehşetli olduğunu anlamak için şu temsile kulak ver: Senin 21 yaşında bir kız evladın var. Bir gece uyurken üç kişi eve girip kızını kaçırıyorlar. Gizli bir yerde sorguya çekip şu soruyu soruyorlar: “Uzaylılara inanıyor musun?” Kızın, “Hayır” deyince onu ateşe atıp yakıyorlar. Sen ne yaparsın bu durumda?
– Zalimlerin yakalanıp cezaya çarptırılmaları için elimden geleni yapar, kızıma yapılan zulmü, imkânım olsa bütün dünyaya duyururum.
– Yaratıcı’nın da sırf iman etmiyor, diye insanları cehenneme atması buna benzemez mi? Bir baba evladının ateşe atılmasına razı değilse Yaratıcı nasıl kullarını ateşe atsın?
– Senin benzetmende çok açık bir mantık hatası var. Allah’a iman etmekle uzaylılara iman etmek arasında sonsuz fark var. Allah’ın varlığına işaret eden sonsuz deliller kâinatın her tarafını kuşatırken dünyamızı ziyaret eden uzaylıların varlığına ilişkin hiç delil yok elimizde. Allah’ın varlığını binlerce doğru sözlü peygamber haber verirken uzaylıların gördüğünü söyleyen ise bir kısım şarlatanlar.
– Bence bir Yaratıcı varsa mutlak iyilik sahibidir. Kimseyi cehennemde azaba uğratmaz. Benim aklımın almadığı, şefkatli Yaratıcı’nın insanı cehenneme atmasıdır.
– Sen Hıristiyanlıktaki Yaratıcı anlayışının etkisinde kalmışsın. Hıristiyanlar, Allah’ı bütün isimleriyle tanımadıkları için hataya düşmüşler. Hz. İsa’ya (a.s.) duyulan sevginin kurtulmak için yeterli olduğuna inanıyorlar. Hâşâ, Hıristiyanlık inancına göre Baba (Yaratıcı), oğul Hz. İsa’yı (a.s.) herkesin günahı için çarmıha germiştir. Hz. İsa (a.s.), sevenlerini cehennemden korumak için çok büyük fedakârlık yapmış. Bu sırdandır ki Hıristiyanların Hz. İsa’ya (a.s.) sevgisi, onu ilah yerine koyacak kadar ileri gitmiştir.
Hoş bir masal. Cehennem azabını duyan herkes böyle bir masalın doğru olmasını arzu edebilir. Ancak Allah’ı bütün isimleriyle tanıyan biri, bu masala asla inanmaz. Evet, Allah Vedud’dur. Aynı zamanda, Adil’dir. Kahhar ve Cebbar’dır. İnsan sınırlı adaletiyle bile suçların bireyselliğini öngörüyorsa ve kardeş dahi kardeşinin suçundan dolayı ceza görmüyorsa sonsuz adalet sahibi Allah’ın çok sevdiği masum ve itaatkâr bir kulunu, isyankâr ve günahkâr insanlar bedeline cezaya çarptırmasını aklen kabul etmek mümkün değildir. Doğrusu, günümüzde bile iki milyar Hıristiyan’ın bu masala inanmasına bir türlü akıl erdiremiyorum.
– Ben de Hıristiyanların inançlarını rasyonel bulmuyorum. Öte yandan, İslam’ın şiddetli cehennem azabını da Yaratıcı’nın doğasına aykırı görüyorum. Mutlak iyilik sahibi nasıl cehennem gibi dehşetli bir azabı öngörür? Gerçekten aklım almıyor? Ben bir insan olarak kimseye böyle bir ceza veremem? Mutlak iyilik sahibi Yaratıcı nasıl versin ki?
– Biliyor musun benim de aklım Rabbimin sonsuz rahmet ve şefkatini anlamakta zorlanıyor. Sen sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Rabbimden daha merhametli olduğunu düşünüyorsun, yanılıyorsun. Varsayalım ki soğuk bir kış gününde, dışarıda soğuktan donmak ve açlıktan ölmek üzere olan bir dilenci kapını çaldı. İçeri alıp kış boyu misafir eder misin?
– Evim müsait ise bu kişiden bana zarar gelmeyeceğini kesin olarak bilsem ve benim de imkânım varsa misafir edebilirim.
– Varsayalım ki bizim dilenci senin bütün koşullarını yerini getiriyor. Sen içeri aldın. Bir gün besledin. Misafir odasında uyuttun. Her türlü ikramda bulundun. Bu da yetmiyormuş gibi her saat başı on bin dolarlık bir hediye verdin. Gel gör ki misafirin nankör çıktı. Sana teşekkür etmek şöyle dursun, üstüne üstlük hakaret etti. Küfretmeye başladı. “Seni tanımıyorum, bu ev senin değil, tesadüfen oluştu. Ben de geçerken buldum. İstediğim şekilde kullanırım. Keyfime karışamazsın” dedi. Böyle birini sen ikinci gün barındırır mısın?
– Hayır; hemen kovarım.
– Doğru! Herkes senin gibi hareket eder. Dilenciyi içeri almak mecburiyetin yoktu. Şefkat edip soğuktan ölmesin diye içeri aldın. İkram da bulunduğun gibi hediyeler de verdin. Daha ne olsun. Bütün bunlara rağmen sana teşekkür yerine, küfür ediyorsa elbette dışarı atacaksın. Çünkü sen sınırlı şefkatinle yapılan nankörlüğe ancak bir gün tahammül edersin. Şimdi şefkatli Rabbimizin yaptıklarını düşünelim. O’nun bize yaptıkları senin dilenciye yaptıklarından sonsuz derece daha fazla değil mi?
– Senin dilenci örneğini biraz değiştirerek cevap vermek istiyorum. Varsayalım ki bizim dilenci dışarıda açlıktan ölmek üzereyken Bill Gates oradan geçiyor. Dilencinin hâline çok acıyor. Bir hizmetkârı vasıtasıyla dilenciye 10 bin dolar gönderiyor. Dilenci hediyenin kimden geldiğini bilmiyor. Bill Gates her ay 10 bin dolar göndermeye devam ediyor. Bizim dilenci fukaralıktan kurtulduğu gibi bir süre sonra zengin oluyor. Zilleti gidiyor, yerine izzet ve gurur geliyor. Derken bir gün gazetede Bill Gates ile ilgili bir haber okuyor. Bill Gates’in dünyadaki birçok devletten daha zengin olduğunu öğreniyor. Bir kişinin bu kadar servete sahip olmasının adaletli olmadığını düşünerek gazeteye Bill Gates hakkında şiddetli bir tenkit yazısı gönderiyor. Bill Gates durumu öğrenince “Sen de mi Brütüs” deyip yardımını kesiyor. Bununla da kalmıyor, üç kişi gönderip bizim eski dilenciyi yakalatıyor, falakaya yatırıyor. Adamlarına bu işkenceyi ölene kadar devam etmelerini emrediyor. Soruna soruyla karşılık vereyim: Bill Gates’in böyle yapmakla adil ve merhametli olduğunu söyleyebilir miyiz?
– Allah’ın bize ihsan ettiği hediyelerle Bill Gates’in dilenciye yaptığı bağış arasında çok önemli farklar var. Bill Gates, sadece yardım olsun diye parayı gönderiyor. Aracı paranın kimden geldiğini de söylemiyor. Gerçi, dilenci aklını kullanıp aracıya sorabilir ve yardımın kaynağını öğrenerek şikâyet yerine, teşekkür edebilir. Dolayısıyla dilenci bir derece mazur görülebilir. Oysa Allah bize verdiği ömür sermayesini, keyfimize göre kullanalım diye değil, emrettiği alanlara yatıralım diye vermiş. Bize gönderdiği elçilerle sermayenin kimden geldiğini, niçin verildiğini ve yerinde değerlendirmeyince vereceği cezayı da bildirmiş. Bütün bunlara rağmen ömür sermayemizi, yatırımla değerlendirmek yerine, eğlencelerle zayi ettiğimizde, elbette cezayı hak etmiş olacağız.
Şimdi düşünelim, biz yok iken şefkatli Rabbimiz bizi varlık âlemine çıkardı. Tıpkı bir dilenci gibiydik. Barınacak evimiz, yiyecek yemeğimiz yoktu. Merhametli Rabbimiz, bizim için bu dünyayı muhteşem bir saray gibi hazırladı. Her tarafını yeşil halılarla döşedi. Rengârenk çiçeklerle süsledi. Güneşi bize lamba ve soba; ayı, gece lambası yaptı. Ağız tadımıza layık binlerce sofralar kurdu. Çeşit çeşit meyve ve sebzelerle donattı soframızı. Bütün bu nimetlerden istifade için akıl, göz, kulak, dil gibi paha biçilmez aletler verdi. Bunlara karşı şükretmek gerekmez mi?
Oysa insanların büyük çoğunluğu şükretmediği gibi ya inkâra ya da şirke giriyor. Kur’an böyle insanların yaptıklarını çok çarpıcı ifadelerle dikkatimize sunuyor: “İnsan, bizim kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.” (Yasin Suresi, 36:77) Açıkçası Rabbimiz bize haddimizi bildiriyor. “Kim olduğunuzu ve kime karşı isyan ettiğinizi biliyor musunuz?” diyor. Ama insanların çoğunluğu isyana devam ediyor. Buna rağmen Rahman olan Rableri, hiçbir ayırım yapmaksızın, onlara ikrama devam ediyor. Doğrusu herkesi güneş gibi kuşatan bu ilahî rahmeti anlamakta zorlanıyorum.
– Benim rahmete bir itirazım yok. Zaten hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeye gücü yeten Yaratıcı’dan beklenen budur. Ben ölümden sonraki şiddetli azaba itiraz ediyorum. Bir Yaratıcı varsa böyle yapmaz, diyorum. Oysa Kur’an’ı okuyan biri, Allah’ın insana azap etmekten zevk aldığını düşünür. Sonsuz iyilik yapan bir Yaratıcı, bu denli şiddetli azap etmez. Elimden gelse bütün dünya insanlarını, cehennem fikrinin yeryüzünden silinmesi için mücadeleye davet ederim.
– Ölünceye kadar meydan senindir. Böyle bir mücadeleye girişebilirsin. Ancak kendi azabını daha da artırmaktan öte bir netice alamazsın. Cehenneme karşı olmak rasyonel değildir. Sonsuz kudret sahibi bir İlah varsa kudretiyle cehennemi yapamaz mı?
– Yapabilir.
– Nitekim göndermiş olduğu kitaplarda cehennemin bizi beklediğini haber veriyor. Peki, nispeten hiç olan kuvvetimizle Allah’ın kararını değiştirme gücümüz var mı? Hâşâ, cehennemi istemiyoruz, imha et, diyerek O’na fikrimizi dayatabilir miyiz?
– Hayır, dayatamayız. Yine de karşı olduğumu belirtmek istiyorum. Aksi hâlde insaniyetimden bir şeyler kaybetmişim gibi geliyor.
– Senin cehenneme bu denli karşı olmanı anlıyorum. Hiç kimse böyle bir azap çekmek istemez. Ancak ateşten sakınmanın yolu, Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmaktır. Cehennem gaybî olduğu için varlık ve yokluğunu kendi gözlemlerinle ispatlamanın imkânı yok. Ya doğrudan doğruya Allah’la görüşecek ve cehennem gibi bir zindanın olup olmadığını soracaksın ya da haberi, O’nun elçilerinden alacaksın. Öncelikle yapman gereken Allah’ın son kitabı olduğu iddia edilen Kur’an’a dikkatle bakıp ayetleri tek tek incelemendir. Sonra da o kitabı getiren Peygamber’in (a.s.m.) hayatını, sözlerini ve icraatını araştırmandır.
Bütün bunların sonunda Kur’an’ın son ilahî mesaj olduğuna ve Hz. Muhammed’in (a.s.m.) de son peygamber olduğuna kanaat getirirsen cehennemle ilgili sorularına da cevap bulmuş olursun. Senin yaptığın şu misale benzer: Adamın biri ücra bir köyden kalkıp modern bir şehre göç eder. Kendisine şehir hayatını düzenleyen kanunlar ve onları uygulayan polislerden söz edilir. Kanunlara uymayan kimselerin hapse konulacağı anlatılır. O ise köyde hapis olmadığı için anlatılanlara inanmaz. Daha da ileri gider; hapishanenin varlığından bahsedenlere karşı protesto yürüyüşleri düzenler. Sence böyle bir hareket makul müdür? Rasyonel bir insan böyle yapar mı?
– Hayır.
– Sen de cehennem hapsinden bahseden kitapların sahih olup olmadığına bakmalısın öncelikle. O kitaplar sahihse kâinat sahibinden gelmişse elbette içindeki gaybî haberler de doğrudur. Sana düşen öncelikle kitabın ve mesajı verenin sahih olup olmadığını irdelemektir. İzin verirsen bir misal ile ne demek istediğimi açıklayayım. ABD’ye yeni göç ettiğimi varsayalım. Hafta sonu piknik yapmak için dışarı çıkarken bu gölü buluyorum. Karşıya geçip kuruluyorum. Akşama kadar keyif yaptıktan sonra çöplerimi etrafa saçıp arabama biniyorum. Tam o sırada sen karşıma çıkıyorsun: “Bak dostum, anlaşılan sen yabancısın. Buranın kanunlarından haberin yok. Ben hükümetin görevlisiyim. Seni uyarmak için gönderildim. Her yerde gizli kameralar var. Yaptıkların kaydediliyor. Eğer dağıttıklarını toplamazsan çıkışta yakalanıp hapse atılacaksın.” Seni dinledikten sonra “Böyle saçma kanun olmaz. Hem ben hapis falan olduğuna da inanmıyorum” dersem doğru olur mu?
– Hayır, olmaz. Hükümet görevlisi olduğunu iddia eden kişiden kimlik istemelisin. Anlattıklarına körü körüne tabi olmamalısın. Belki de seni kandırıyordur.
– Haklısın. Uyaran kişi, görevli kartını gösterse ve yanında getirdiği kanun kitabını bana uzatsa ne yapmalıyım?
– Kartın doğru olup olmadığını ve kitaptaki bilgilerin uydurma bilgi mi yoksa gerçek kanun maddeleri mi olduğunu öğrenmelisin.
– Aynen bu misal gibi Rabbimizden gelen bir uyarıcı olan Muhammed (a.s.m.), ilahî kanunlardan ve uymayanlara verilecek cezalardan söz ediyor. Elinde ise taklit edilmez, muhteşem bir ferman var. Bize düşen, öncelikle, uyarıcının doğruluğuna işaret eden delilleri incelemek ve fermanın semavî olup olmadığını anlamaktır. Bunu yaptıktan sonra ceza ve mükâfatı tartışabiliriz. Kaldı ki ikimiz de “gaybî” olan cennet ve cehennemin varlığını, Allah’a iman olmadan, ne ispat edebiliriz ne de inkâr edebiliriz. Rasyonel olan, öncelikle mesajı verenin doğruluğuna ve elindeki fermanın semaviliğine işaret eden delillere bakmaktır. Sonuçta, incelediğimiz delillerle Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ve Kur’an’ın semavî bir kitap olduğunu anlarsak cennet ve cehennem konusundaki müşkülümüz de hallolmuş olur.
– Anlıyorum söylediklerini. Bütün delillere bakacağız. Kur’an’ı okurken şiddetli cehennem azabı kafamı çok kurcaladı. Benim sorguladığım cehennemin varlığından çok, azabın şiddeti ve daimiliği. Eğer rahmet ve adalet sahibi bir Yaratıcı varsa böyle yapmamalı, diye düşünüyorum.
– Dünyada herkese verilen çok sayıda nimet Allah’ın rahmetini gösteriyor. İnkâr edenlerin bile nimetlerden istifade etmesi bu rahmetin büyüklüğüne işarettir. Anlamakta zorluk çektiğin cehennemin birkaç farklı mahiyeti var. Birincisi, denilebilir ki Allah, nankörlük yapıp rahmetine şükürle karşılık vermeyen insanları cehennemde toplayacak. Onları nimetlerin ihsan edildiği cennetten uzak tutacak. Bu açıdan cehennem, nimeti ve rahmeti hak etmeyen insanların hapsidir. Cehennemin bu fonksiyonuna itirazın var mı?
– Hayır. Azap olmasına bir itirazım yok.
– Azap her halükârda vardır. Nimetin kesilmesi de bir nevi azaptır. Ama gerçek azap nimetlerin kesilmesi değildir. Allah’ın zindanları, beşerî hapislere benzemez. Allah, nimetleri kesmekle ihsanına son verirken ateşle azap etmekle de geçmişte yapmış olduğu zulmün cezasını ödetir insana. Dolayısıyla, cehennem ilahî adaletin gereğidir. Allah, sonsuz adalet sahibi olduğu için cehennemi var etmiştir.1 Adaletli bir devlet, vatandaşına adaletle muamele eder, onların haklarını korumakla mükelleftir. Bu sırdandır ki hapishanesi bulunmayan hiçbir devlet yoktur yeryüzünde. Aksi hâlde, masum ve mazlumların hakkı kaybolurdu. Mutlak adalet de herkese hak ettiğini vermeyi gerektirir. Hiç kimsenin hakkını zayi etmez. Aynen öyle de Adil-i Hakîm olan Rabbimiz, zulmedenlere cezasını vermek için cehennemi var etmiştir. Masum ve mazlumların hakkını almak için inkâr ve isyan edenleri cehenneme koyacaktır. “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiya Suresi, 21:47)
– Başkasına zulmeden, başkasının hakkını yiyen insanlara, suçlarıyla orantılı geçici cehennem azabı verilmesine itirazım yok. Hiçbir suçu olmayan ateistlerin ebedi cehennem azabını çekmelerini kabullenemiyorum. Dehşetli cehennem işkencesini gerektiren hangi suçları işliyor bir ateist?
– Allah’ın varlığını inkâr edenler beşerî kanunlara ve adalete göre masum sayılsa bile ilahî kanunlara ve adalete göre çok büyük suçlar işliyor. Ömrünün son anına kadar kendisine tanınan fırsatlardan istifade edip pişmanlık göstermezsek cehennem gibi bir cezayı hak eder.
– Desene inkâr etmekle büyük cinayet işlemişiz de haberimiz yokmuş? Neymiş bu suçlar?
– Açıklayacağım. Bir noktaya dikkatini çekmek istiyorum. Sadece ilahî adalete göre suçun mahiyetini anlatacağım. Yani ilahî adaletin prensiplerini paylaşacağım Bireyleri yargılamayacağım. Buna hiçbir şekilde hakkım yok. Herkesin durumunu en iyi şekilde bilen ve sonsuz adaletiyle muamele eden Rabbim, en büyük yargılama günü, Mahkeme-i Kübra’da herkesi tek tek yargılayacak. Hâlen yaşayan münkirleri, cehenneme gitmesi gereken caniler olarak görmüyorum. Aksine, her birini melekleri dahi geçebilecek, muazzam potansiyel sahibi, “cennet adayları” olarak görüyorum. “Canları cehenneme!” deyip onlara karşı bir husumet beslemiyorum. Cehennem zebanileri gibi onları cehenneme koyup orada tutmaya çalışmıyorum. Aksine onları cehennemden kurtarıp ebedi cennete koymak için elimden gelen her türlü yardımı yapmakla kendimi mükellef biliyorum.
– İyi ki böyle bir bakış açısına sahipsin. Yoksa bu dünyada inanan ve inkâr edenlerin barış içinde yaşaması çok zor olurdu. Sorumu biraz değiştirerek sorayım: ateist olarak ölen biri, hayatında hiçbir suç işlememişse, kimseye haksızlık yapmamışsa ebedi Cehenneme gitmesi ilahî adalete sığar mı?
– Allah’ın varlığını inkâr eden biri birkaç farklı suçu aynı anda işliyor: Birincisi, kendisini yoktan var edip çok büyük sermaye ile donatan Rabbine karşı suç işliyor. Rabbinin verdiği hadsiz sermayeyi boşu boşuna kullanıp iflas ediyor. Çok zengin biri sana ticaret yapmak için her gün 86 trilyon dolar verse sen de bunu akşama kadar harcayıp iflas etsen, hesabını sormazlar mı? Rabbimiz de her gün 86 trilyonla dahi alamayacağımız 86 bin saniyelik ömür veriyor. Merhametiyle bu sermayeyi en güzel şekilde nasıl kullanacağımızı, göndermiş olduğu peygamberleriyle, bize öğretiyor. Başkalarının bize yatırım için verdiği sermayeyi keyfi kullanıp iflas ettiğimizde adalet önünde hesabını verdiğimiz gibi, dünyanın bütün sermayelerinden daha kıymetli olan ömür sermayesini sırf eğlence için sarf edip çarçur ettiğimizde elbette ilahî adalete hesabını vereceğiz.2
– Sermaye benzetmeni anlamadım. Yaratıcı bize bu hayatı ticaret yapalım diye mi vermiş?
– Evet, yani bizim yaratılış gayemiz, ömür sermayemizi Rabbimizin yolunda kullanıp potansiyel yeteneklerimizi geliştirmek ve kâmil bir insan olmaktır. Biz imanla yeteneklerimizi keşfedip günahlardan sakınmakla onları muhafaza ediyor ve ibadetlerle de onları inkişaf ettiriyoruz. Nasıl ki toprağa atılan küçük bir elma çekirdeğine, su ve güneş ışığı verilirse büyük bir ağaç olup binlerce meyve veriyor. Aynen öyle de, insan da kendisine verilen kabiliyet çekirdeğini İslamiyet suyu ile sulayıp, iman toprağı ve ibadet gıdasıyla beslediğinde, hem dünyada hem de ebedi alemde daimi güzel meyveleri netice verecektir.3
İnsan, cismi itibariyle çok küçük olmasına rağmen potansiyel yetenekleri itibariyle bir kâinat kadar kıymete sahiptir. Denilebilir ki Allah’ın nazarında bir insan, bütün kâinat kadar kıymetlidir. Çünkü insan kâinatın küçük bir numunesi gibi yaratılmıştır.
İşte insan imanla “insan” olduğunu öğrenir. İnsan imanın verdiği nur ve kuvvetle, bütün varlıkların ötesine geçip kâinata sultan olacak bir makama yükselir. İnkâr eden biri, kendini aciz bir hayvan derecesine düşürür. Hem de ömür öyle bir sermayedir ki kullanılmadığında yok olur gider. Hiç kimse onu sonraki gün kullanmak için biriktiremez. Kısacası, parasal sermayemizi bir şeylere harcayıp karşılığında kazanç bekliyoruz. Aynen öyle de ömür sermayemizi Rabbimizin istediği şekilde kullanınca hem dünyada hem de ahirette muazzam bir kazanç elde edeceğiz.
İman etmeyen veya iman ettiğiyle amel etmeyen, kendisine yatırım amaçlı verilen ömür sermayesini Rabbinin istediği şekilde değil de nefsinin arzularına hizmet için kullananlar iflas eder ve iflas ettikleri için ceza görecekler. Beşerî yasalarda bile halka açık şirketlerin yöneticileri, şirket sermayesini keyifleri uğruna çarçur edip şirketi zarara uğrattığında hapis cezasına çarptırılırlar. Hatırlarsan, ABD tarihinin en büyük iflası namını kazanan Enron firmasının 2001 yılında iflas etmesinden yöneticileri sorumlu tutulmuştu. Milyarlarca doları kusurlu yatırım kararlarıyla batırdıkları için üst düzey yöneticilere ağır hapis cezası verilmişti. Ömür sermayesini inkâr ve isyanla batıran bir insan da milyarlarca Enron batırmış gibidir ve büyük bir iflastadır. Çünkü ömür sermayesiyle her bir insan çekirdek hükmündeki yeteneklerini geliştirip kâinat kadar kıymet kazanabilir ve cennet kadar büyük ve sonsuz bir mülkü elde edebilir.
– Ömür sermayesinin iman ve ibadet etmek için verildiğini varsayıyorsun. Böyle olduğunu nereden biliyorsun?
– Allah’ın kitabı Kur’an bunu söylüyor. Kur’an’ı getiren Allah’ın peygamberi, Hz. Muhammed (a.s.m.) bunu söylüyor.
– Ateistim ve bunlara iman etmiyorum, dolayısıyla söylediklerinin doğru olduğunu niye kabul edeyi?
– Anlıyorum seni. Bu nedenle başından beri önce Allah’ın varlığını, sonra Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i (a.s.m.) konuşalım, diye ısrar ettim. Senin talebin üzerine İslam’ın cennet ve cehennem anlayışına atladık. Bu konuyu bazı varsayımlar yapmadan konuşamayız.
– Cennet ve cehennem anlayışını İslam’ın rasyonel olup olmadığının göstergesi olarak tartışmak istedim.
– Böyle yapmakla, Allah’ın varlığını, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ve Kur’an’ın semavî kitap oluşunu varsayımsal olarak kabul ettin. Aksi hâlde, cennet ve cehennemi tartışmanın hiçbir mantığı yok.
– Haklısın. İstersen, inkâr ve isyan edenin işlediği ikinci suça geçelim.
– Memnuniyetle. İnkâr ve isyan eden, kendisini yoktan var edip hadsiz nimetlerini ikram eden Rabbine ve O’nun güzel isimlerine karşı hakaret suçu işlemiştir. Beşerî adalet sisteminde bile başkasına hakaret ettiğinizde ceza görüyorsunuz. İnkâr eden, yarattığı her şeyle her an kendini bize tanıtan Rabbimize, “Sen kimsin, seni tanımıyorum, seni hiç sayıyorum” diyor. Rabbimizin, bu kâinat sergisinde gösterdiği güzel isimlerinin yansımalarını inkâr ediyor. Düşünelim: Büyük bir ressamın resim galerisine katılan biri, galeriyi dolaşırken ressama şöyle diyor: “Ben güzel resim falan göremiyorum. Bu resimler fırça ve boyanın tesadüfen kâğıt üzerinde bıraktığı izlerdir. Sana ait olduğunu düşünmüyorum. Onları sahiplenmekle yalan söylüyorsun. Herkesi kandırıyorsun.” Elbette ki hadsiz izzet sahibi olan Allah, inkârla kendisine ömür saniyeleri adedince hakaret eden birini cezasız bırakmayacaktır. Allah’ın bin bir isimi münkirden hesap soracaktır.
– Ateist biri kasıtlı olarak Yaratıcı’ya hakaret etmiyor. Yaratıcı varsa ateist O’nun varlığını bilmediği için inkâr ediyor. Yani bilerek ve kasıtla hakaret söz konusu olmadığı için ceza görmemesi gerekir.
– Biliyorsun beşerî hukukta kanunları bilmemek mazeret kabul edilmez. Gidip adam öldürsen sonra da “Adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyordum” dersen cezadan kurtulamazsın. Allah’ı bilmeyen bir ateist de kendi imkânları dâhilinde her türlü gayreti gösterip Allah’ı tanımakla mükelleftir. Bu konuda üstüne düşeni yapmasına rağmen Rabbinin doğru mesajına ulaşamamışsa sorumlu tutulmayacaktır. Üstüne düşeni tam yapmadığı için Rabbini bulamamışsa sorumluluktan kurtulamaz.
– Başka ne suç işlemiş oluyor inkâr eden?
– Üçüncü büyük suç, bütün varlıklara yapılan hakarettir. Kur’an, canlı ve cansız tüm varlıkların önemli vazifeler için yaratıldıklarını ve her şeyin Rabbini tesbih ettiğini söylüyor. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra Suresi, 17:44) “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Haşr Suresi, 59:24) Bunlar gibi birçok ayette, Kur’an, her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini söylüyor.
– Bütün varlıkların tesbih etmesi nasıl bir şey? Melekler ve iman edenlerin tesbihini anladım da ağaçların, kuşların, taşların nasıl tesbih ettiklerini anlayamıyorum? Bu varlıklar şuurlu değil ki tesbih etsinler.
– Tesbih etmek, varlıkların Rabbinin güzel vasıflarını bize anlatıp O’nun her türlü kusur ve noksandan münezzeh olduğunu bildirmesidir. Bir ağaç, bizim gibi bir lisan kullanıp hava zerrelerine üfleyip ses çıkarabilir ve bu yolla mesajı bize söyleyebilirdi. Ağaçların hışırtılarını duymakla beraber, anlamlı sözlerle tesbih yaptıklarını işitmiyoruz. Ancak her bir ağaç, kökleri, dalları, yaprakları, meyvelerinin dilleriyle Rabbini tesbih ediyor. Yani harikulade işleyişleri ve sayısız faydalarıyla Alîm, Hakîm ve Kadîr olan Rabbimizin rahmet eserleri olduklarını bize söylüyorlar.4
Nasıl ki çok maharetli bir ustanın elinden çıkan bir eser, harika işleyişiyle, ustasının mükemmelliğini bildiriyor; kâinattaki benzersiz ilahî eserler de her hâlleriyle ve işleyişleriyle ustaları olan Rabbimizi tanıtıyor, O’nu tesbih ediyorlar. İman kulağıyla dinleyen her mümin bu tesbihleri işitebilir. Oysa inkâr eden biri, bu tesbihleri işitmediği gibi bütün varlıkları, Allah’ın eserleri ve vazifeli memurları olmak makamından, tesadüflerin çocuğu, gayesiz, maksatsız eserler makamına düşürür. Bununla, bütün varlıklara çok büyük bir hakaret yapmış olur.
Bir insana “sen hayvansın” demek hakarettir. Bir sultana “sen hamalsın veya hayvansın yahut taşsın hatta hiçsin” demek daha büyük bir hakarettir. İşte inkârla, ateist biri, Allah’ın şerefli memurları olan ve O’nun verdiği vazifeyi yapıp tesbih eden sayısız varlıklara büyük hakaret etmiş oluyor. Onlara “Siz hiçsiniz, hiçbir vazifeniz yok, tesadüfen yuvarlanıp gidiyorsunuz” demiş oluyor. Ben durup dururken sana hakaret etsem ne yaparsın? Yüzüme güler misin?
– Elbette, hayır. Haksızlık yapıyorsun, derim. Seni susturmaya çalışırım.
– Yine de hakarete devam etsem ne yaparsın?
– Birilerini söylediklerine şahit tutup senden davacı olurum.
– Doğrusunu yapmış olursun. İşte bütün varlıklar da inkârla ve şirkle kendilerine hakaret edenlerden “hesap günü”nde davacı olacaklar. İlahî adalete başvurup inkâr edenlerin ve şirke girenlerin cezalandırılmasını isteyecekler. Sonsuz adalet sahibi olan Rabbim elbette onların haklarını zayi etmeyecek ve kusursuz adaletinin gereğini yapacaktır.5
– Saydığın suçları kabul ediyorum; ama bunlar cehennem gibi dehşetli bir azabı gerektirmez ki? Kur’an’ın tarifine göre cehennemde çok büyük işkenceler yapılacak. Oysa bir derece şefkat ve hikmet sahibi olan insanlar, suç işleyen mahkûmlara bile işkence yapmayı uygun görmüyorlar. Yaratıcı, bizim hapishaneler gibi zindanlar yapıp günahkârları ve inkâr edenleri cezalandırabilirdi. Merhamet sahibi bir Yaratıcı nasıl dehşetli cehennemle azap eder anlayamıyorum.
– Bu soruna adım adım cevap vereceğim. Anladığım kadarıyla, inkâr etmenin bir kaç açıdan suç olduğunu kabul ediyorsun. Cezayı suça kıyasla çok aşırı buluyorsun.6
– Evet.
– Allah için insanların yaptığı gibi hapis cezası verme seçeneği olamaz. Başka bir deyişle, Allah’ın vereceği böyle bir ceza “gerçek ceza” olmaz.
– Neden gerçek ceza olmasın? Anlamadım.
– Devletler, mahkûmları bir kısım nimetlerden mahrum etmekle ceza veriyor. Örneğin, mahkûmların serbest dolaşma hürriyeti, istediğini giyme ve yeme hürriyeti elinden alınıyor. Böylelikle arzuladığı bazı nimetlerden mahrum ediliyorlar. Allah’ın nazarında bize verilen bütün nimetler “hediye”dir. Suç işleyen birine hediye vermeyi kesmek gerçek ceza değildir. Sadece “Sen artık hediyeyi hak etmiyorsun. Bundan sonra sana hediye vermeyeceğim” demektir. Fakat ortada işlenmiş bir suç varsa hediyenin kesilmesiyle beraber, suç için ayrıca ceza verilmesi gerekir. Aksi hâlde, adalet yerini bulmaz. Bu anlamda, Rabbimizin verdiği hadsiz nimetleri inkâr eden birini cennete koymaması, “Sen hediyeleri hak etmiyorsun. Liyakatini kaybettin” demektir. Biraz önce saydığımız gibi işlenmiş suçlar varsa mutlak adalet sahibi Rabbimiz, elbette ki bu suçların cezasını ayrıca verecektir.
– Beni ikna ettin. Cehennemin olması gerektiğini kabul ediyorum. Yaratıcı varsa ceza ve ödül vaadiyle insanları emrine itaat ettirebilir. İnsanların dini yaşamaları için cennet ve cehennem gereklidir. İnsan psikolojisini bilen biri olarak buna bir itirazım yok. Yaratıcı varsa cennet ve cehennemi de olacaktır. Benim anlamakta zorlandığım cehennem azabının sonsuz olmasıdır. Sonsuz rahmet sahibinin bir insanı sonsuza dek cehennemde yakmasına anlam veremiyorum.
– Yine entelektüel dürüstlüğünün gereğini yaptın. Cehennemin gerekliliğini makul gördüğünü kabul ettin. Dürüstlüğün için tebrik ediyorum. Ortalık cehennem gibi sıcak olmaya başladı. Cehennemin ebediyeti konusunu da haftaya bırakalım istersen.
– Bence bir mahsuru yok.
* * *
Thomas, cehennemin varlığına feryat etmeye devam etti. Ancak, nafile. Bu görüşmemiz sonunda aklen cehennem gibi bir azabın gerekli olduğunu kabul etti. Bu sefer de ebediliğine itiraz etmeye başladı. Mesnevi’de, peygamberler cehennemden feryat edip kendilerini suçlayanlara şöyle cevap veriyorlar:
“Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz. Sense, ‘Sus yahu, bırak şu sözü, kötüye yormak bize ziyan veriyor’ demektesin. Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş nereye varırsan var, seninledir! Adeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor. Ona ‘Sus, beni dertlendirme, bana keder verme’ diyorsun. Adamcağız ‘Peki benden günah gitti’ diyor. Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama, ‘Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin? Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vahametini bildirmedin?’ dersin. O adam da ‘İyi ama, sen benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? Sana çok söyledim, ama kâr etmedi ki. Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler verdim. Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin, öğüdüm, seni büsbütün azdırdı.’”7
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 Cevşenü’l-Kebir duasının 18. babında şöyle deniliyor: “1-Ey mülkünde daim olan, 2-Ey celalinde azim olan, 3-Ey saltanatında kadim olan, 4-Ey kullarına rahmet eden, 5-Ey her şeyi bilen, 6-Ey emirlerine uymayana halim olan, 7-Ey kendisine ümit bağlayana kerim olan, 8-Ey ölçülerinde hikmetli olan, 9-Ey hükmünde lütuf sahibi olan, 10-Ey lütfunda kadir olan Allah’ım! Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka İlah yok ki bize imdat etsin. Eman ver bize, eman diliyoruz. Bizi cehennemden kurtar.”
2 “İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen (devamlı) gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaması ve mütemadiyen zeval (yokluk) ve firakta (ayrılıkta) yuvarlanması şahittir. Hem insan, zihayatın (hayat sahibi varlıkların) en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zihayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nispeten en edna (düşük) bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azim (büyük) bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedi, daimi bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a, Beşinci Deva)
3 Bediüzzaman Yirmi Üçüncü Söz’de iman etmenin derin manasını ve imanı kazanan insanın gerçekte neler kazandığını çok güzel bir şekilde izah ediyor. Konuyu merak edenlere Yirmi Üçüncü Söz’ü okumalarını tavsiye ederim.
4 “Bütün zerrat-ı hüceyratı (hücrelerin atomları), bütün erkân (parçaları) ve azası (organları) birer lisan-ı zakirdir (zikreden dildir); o büyük sesle beraber der ki: ‘La ilahe illallah!’ O dillerde tenevvü (çeşitlilik) var, o seslerde meratib (mertebeler) var. Fakat, bir noktada toplar onun zikri, onun savtı (sesi) ki: ‘La ilahe illallah!’ Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine sarihan işitirsin; semavî bir sada der ki: ‘La ilahe illallah!’ (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeat)
5 “Şirk (Allah’a ortak koşmak) öyle bir cürümdür (suçtur) ki her bir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu cehennem temizler.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, İkinci Şua)
6 “Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb (ayıp) ve zenbi (günahı) azim (büyük) biçare (çaresiz) insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen işte kurtulmanın çaresi Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’an’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniye’sine ittibadır. Gir ve tabi ol!” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, On Üçüncü Lem’a )
7 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 163.