“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) aciz ve bitkin halde sana dönecektir.”
(Mülk Suresi, 67:3-4)
“Hem, basiresinde (kalbinde) selim (sağlam) bir gözü olan görür ki; Kur’an’da öyle bir göz vardır ki, o göz, bütün kâinatı zahir (dış) ve batını (içi) ile vazıh (açık), göz önünde bir sayfa gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sayfanın manalarını söyler.”
(Bediüzzaman)
Bu haftaki görüşmemizde Kur’an’daki bilimsel mucizeleri ele alacaktık. Thomas, birçok Batılı aydın gibi bilimi, kendisine bir nevi din yapmış. Meşhur bilim adamlarının kâinatla ilgili hipotezlerini mutlak hakikat gibi kabul ediyor. Bu nedenle, ısrarla Kur’an’da bilimsel gerçeklere uygun ve aykırı olan şeyleri öğrenmek istiyordu. Bu nedenle bilimin sonradan keşfettiği bir kısım hakikatlerin, 14 asır önce Kur’an’da yazılı olduğunu söyleyince çok heyecanlanmıştı.
– Bildiğin gibi Kur’an’ın tamamını yakın zamanda okudum. Senin dediğin bilimsel mucizeler niye benim dikkatimi çekmedi acaba? Yoksa sendeki Kur’an farklı mı?
– Elbette değil. Dünyada bir tek ayeti bile farklı olan ikinci bir otantik Kur’an bulamazsın. Kur’an, bir bilim kitabı gibi bilimsel konuları işlemez. Çünkü Kur’an, bilim kitabı değildir. Kur’an’ın temel maksadı, insanları ve cinleri, tek olan Allah’a ve peygamberlere imana davet etmektir. Allah’a ibadet, güzel ahlak ve adalet konularında insanları eğitmektir. Dünyayı idamlıkların bulunduğu hapishaneye benzetirsek burada yaşayanlar da “idam mahkûmları” olurlar. İşte bu mahkûmlara gerçek kurtuluş yolunu anlatan Kur’an’dır. Onun gayesi, o mahkûmları ebedi saadetle müjdelemektir. Kur’an’ın temel maksatları arasında bilimsel konuları ders vermek gibi bir şey yoktur.
– Anlıyorum. Kur’an’ın birinci gayesi bilimsel gerçekleri anlatmak değil; ancak Kur’an’da bilimsel gerçekler varsa saydığın temel gayeleri destekleyici olur. Bir nevi Kur’an’a vurulan mühür veya imza gibi olur. Kur’an, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı’dan gelmişse açıkça bilimsel gerçekleri anlatması gerekir.
– “Mühür” ve “imza” benzetmen hoşuma gitti. Evet, Kur’an’ın semavî olduğunu gösteren hadsiz mühürler ve imzalar var. Bilimsel mucizeler de bunlardan birisi. Mührün gerekliliği noktasında sana katılıyorum. Ayrıldığımız nokta bilimsel mucizeler mührünün ne derece “aleni” olması gerektiğidir. Kur’an, sadece 21. asırdaki insanlara değil, 7. asırdaki insanlara da hitap ediyor. Sen asrımızdaki bilimsel gerçekleri kıstas alarak Kur’an’ın semavî olup olmadığını anlamaya çalıştığın gibi daha önceki asırlarda gelenler de kendi asırlarındaki gerçeklere göre değerlendirme yapıyorlardı. Demek ki Kur’an bilimsel hakikatleri anlatırken tüm asırlardaki insanların kavrayışlarını dikkate almalı. Senin gibi nispeten ileri seviyedeki bilimsel hakikatlere sahip birinin aklını hayrette bırakırken ötekilerin aklını kavramaktan aciz bırakmamalı. Bu sırdandır ki Kur’an’da bilimsel hakikatler, umumiyetle, geniş yorumlanabilecek kavramlarla ifade edilmiş veya peygamber kıssalarında işareten haber verilmiştir. Böylece hem avam hem de eğitimli insanlar okuduğunda zorlanmadan istifade ediyorlar. Örneğin, kuantum fiziğinden bahsederken bize kuantum teorisini isim vererek anlatmasını bekleyemeyiz; ancak yeri geldiğinde söz konusu teoriye işaret edebilir. Bu yüzden de bilimsel hakikatler ortaya çıktıktan sonra o hakikatlerin Kur’an’da var olduğu anlaşılır. Dolayısıyla, söz konusu ayetleri göremedim, diye üzülmene gerek yok.
– Bence Kur’an bilimsel gerçeklerden açıktan bahsetmeliydi. Böylece insanlar da Kur’an’ın semavî olduğunu tasdik ederdi.
– Allah’ın gayesi herkesi imana getirmek olsaydı dediğin doğru olurdu. Oysa ilahî maksat bu dünyada insanları ve cinleri imtihan etmektir. İmtihanın gereği olarak soruların önceden verilmemesi gerekir. Allah, insanları sınamak için yaratıyor. İman edip daha güzel amel işleyenleri ortaya çıkarmak istiyor. Tercihi de bize bırakıyor: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk Suresi, 67:2) Aksi hâlde, Allah isterse gökyüzünde “La ilahe illallah” yazarak herkesi iman etmeye bir nevi mecbur edebilirdi. Oysa bu imtihan sırrına aykırı olurdu. Şu anda dünyanın her tarafında gökyüzünde “Allah vardır” yazısı yazılsa insanların çoğu, ister istemez imana gelir. Ama Allah insana özgür irade vermiştir. O yüzden de herkesin kendi iradesiyle karar vermesini istiyor.
– Tam aksini düşünüyorum. Allah iman etmemizi istiyorsa her yerde açıkça “La ilahe illallah” yazmalıydı.
– Sen hiç eğitmenlik yaptın mı?
– Evet.
– Sınav yaparken tahtanın bir yarısına soruları, öbür yarısına da cevapları yazsan olur mu? Sınav yapmanın mantığına uygun düşer mi?
– Elbette, hayır. Sınavın hiçbir anlamı kalmaz.
– Aynen öyle de Allah gönderdiği Kitap’ta, bu dünyada biz insanları sınava tabi tuttuğunu söylüyor. Sınavın en birinci sorusu da Allah’ın varlığıyla ilgili. Buna kesin cevap olacak bir şeyi sema tahtasında yazması, kudretine zor gelmediği hâlde, hikmetine uygun düşmez.
– Cevabını bulamayacağımız ve kendi imkânlarımızla bilemeyeceğimiz bir soru da sormamalı.
– Haklısın. Bu sırdandır ki Allah bize yardımcı olacak ayetleri hem Kur’an’da hem de kâinat kitabında gösteriyor. Ancak insanın iradesini devre dışı bırakmamak için bu ayetlerin önüne ince ve şeffaf bir perde koyuyor. Örneğin, Allah’ın gökyüzüne koyduğu milyarca yıldız, büyüklüğü, nizamı ve parlaklığı ile insanları kendisine hayran bırakır. Bu yıldızlar, düşünen her insana Allah’ı bildirir. Üstelik Latin veya Arap alfabesiyle gökyüzüne “La ilahe illallah” yazılmasından daha etkili biçimde, Allah’ın varlığını gösterirler. Önemli olan, insanın “akıl gözünü” ve kalp gözünü kullanarak o ince perdeyi aralamasıdır. O gözle uzaydaki muhteşem sistemlerin, sadece sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibinden geldiğini idrak etmelidir.
Ancak gökyüzüne çıplak gözle bakıp oradaki muazzam yıldızları, küçük gece lambası gibi görenler, elbette oradaki harikuladeliği takdir edemezler. Maddî teleskop, gökyüzündeki haşmeti görmemize yardımcı olduğu gibi “manevî teleskop” olan Kur’an da onlardaki manayı bize gösteriyor. Kur’an’ın teleskopuyla baktığımızda, gökyüzü sayfası, Allah’ı bildiren en muhteşem ayetlerle dolu gözükür. Allah bin bir ismini insana okutur. Oysa bu teleskopu kullanmayanlar, orada divane gibi dönen, ateş kütleleri dışında bir şey göremez. Aynı şekilde, Kur’an’da da hem bilimsel hakikatler, hem geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî haberler hem de yüksek ahlakî prensipler, Allah’ı bize güneş gibi gösteriyor. Kur’an’ı üstünkörü okuyanlar bunları göremezler. Kur’an’ın ısrarla bizi düşünmeye ve akıl etmeye davet etmesi bu sırdandır. Dikkatli bir insan, “akıl teleskopuyla” her bir ayeti yakından müşahede ettiğinde semavî olduğunu görecektir.
– Senin teleskopla da bakacağız. Umarım gördüklerin serap değil, hakikattir. Anlaşılan, sen Kur’an’ı farklı bir gözle okuyorsun. Teleskop dediğin aslında bir bakış açısı demek. Sence, Kur’an’ın semavî olduğunu anlamak için nelere dikkat etmem gerekir?
– Güzel bir soru. Kur’an’ın yüksek hakikatlerini görüp takdir etmek için birkaç noktayı sürekli hatırda tutmalısın: 1) Kur’an, tarihî kayıtlarla sabit olduğu gibi okuma yazması olmayan bir insanın eliyle gelmiştir. Ümmi biri bu bilgilere sahip olabilir miydi, diye kendine sorman lazım. 2) Kur’an’ın indirildiği zamanda insanların kâinat anlayışını ve bilimde ulaştıkları noktayı bilmen gerekir. İnsanlığın kâinat anlayışı o zamandan beri muazzam bir değişime uğradı. Kesin doğru olarak bilinen birçok şeyin yanlış olduğu ortaya çıktı. Örneğin, insanlar dünyanın düz olduğuna ve dağların da dünyaya direk olduğuna inanıyordu. Kur’an, onların bu yanlışını düzeltip dünyayı ve gökteki cisimleri direksiz durduran kudreti nazara veriyor. 3) Kur’an’ın her asra ve her seviyedeki insana hitap eden umumî bir mesaj olduğunu hatırdan çıkarmamalısın. Dolayısıyla, Kur’an, senin istediğin mucizevî bilimsel gerçeklerden bahseder; ama bunu yaparken bu gerçeklerden haberi olmayan avamın idrakini zorlamaz. Öyle kavramlar ve örneklerle mesajını verir ki herkes kendi ufkunca ondan istifade eder.
– Ne demek yani? Herkes Kur’an’dan farklı bir şeyler mi anlıyor, demek istiyorsun. Bence herkes anlamak istediğini Kur’an’da görüyor. Kur’an bir nevi ayna oluyor insanların düşüncesine.
– Hayır. Kur’an’da hemen her şey var. Herkes kendi kabiliyetince bir şeyler anlar. İlkokul öğrencisinden üniversite hocasına kadar farklı seviyedeki insanların Kur’an’ı okurken istifade etmesi ve hayrette kalması bu sırdandır. Örneğin, “İşte kurtuluşa erenler onlardır” (Bakara Suresi, 2:5) ayetini okuyan insanlar farklı şekilde istifade ederler. Ayet, iman edip güzel amel işleyenlerin kurtuluşa, felaha, saadete ulaşacağını söylüyor. Ancak kurtuluşun nasıl olduğunu ifade etmiyor. Çünkü muhatapların maksatları başka başkadır. Bir kısmı cehennem ateşinden kurtulmayı ister. Bir kısmı cennete ulaşmayı düşünür. Bir kısmı da yalnızca rıza-yı ilahî’yi gaye edinir. Birçok ayette bu özelliği görmekteyiz. Yani Kur’an bütün muhatapları kapsayacak biçimde birçok manaya gelen, tek bir kavramı kullanır. Bu ayette de bunu yapar ve şu mesajı verir: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey muttaki (takva sahibi), sen cehennemden felah bulursun! Ey salih, sen cennette felah bulursun! Ey arif, sen rıza-yı ilahî’ye nail olursun! Ey âşık, sen rüyete (Allah’ın cemalini görmeye) mazhar olursun!”1
– Kur’an’daki bilimsel gerçeklerle ilgili beklentimi bir örnekle açıklamak istiyorum. Einstein, 20. yüzyılda izafiyet teorisini ortaya attığında birçok bilim adamı karşı çıktı. Ancak zamanın geçmesiyle, teorinin öngörülerinin doğru olduğu görüldü. Bu sırdandır ki bilim adamları Einstein’a büyük saygı duyuyorlar. Kur’an’dan da benzer bir şey bekliyorum.
– Güzel bir misal. “Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor” diye bir söz var. Yani zamanın geçtikçe ve insanlar Kur’an’daki hakikatleri anladıkça onun hak bir kitap olduğuna daha kuvvetli iman ediyorlar ve edecekler. Fakat fizikten anlamayan biri Einstein’ın katkılarını tam takdir edemez. Kur’an’ı dikkatle okumayanlar da Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği hakikatlerin kıymetini tam olarak idrak edemez.
– Hiç merak etme. Söylediğin gibi harikulade ayetler varsa onları takdir edeceğim.
– Kur’an’da birçok ayet var; hepsini tartışmaya vaktimiz olmayacak. Örnek olması açısından 10-15 tanesini paylaşacağım. Kâinatın yaratılışından başlayıp güneş, güneş sistemi, atmosfer, dünya, deniz, dağ, bitki, hayvan ve insana kadar farklı konulardaki bilimsel mucizeleri anlatacağım. Öncelikle Kur’an’da sözü edilen bilimsel gerçeği ve bu gerçeğin bilim adamları tarafından ne zaman keşfedildiğini konuşmak istiyorum. Daha sonra sana bilimsel mucizenin geçtiği ayet numarasını vereceğim. Elindeki mealden ayeti bulup okuyacaksın ve birlikte manası üzerinde düşüneceğiz.
– Fena bir metot değil. Bence hiçbir mahzuru yok.
– Kâinatın var oluşundan başlayalım. Modern bilim bize bu konuda neler söylüyor? Günümüzde bilim dünyasında, “Büyük Patlama” teorisi genel kabul görüyor. Buna göre yaklaşık 15 milyar önce kâinat çok yoğun olan küçük bir parçacıktan ibaretti. Büyük bir patlamayla, müthiş bir enerji ortaya çıktı ve parçacıklar etrafa dağıldı. Buna bütün varlıkların doğumu da diyebiliriz. Yıldızlar ve gezegenler bu patlamadan çıkan parçacıkların bir araya gelip oluşturdukları reaksiyonlarla oluştu. Bilim adamları, “Büyük Patlama”dan öncesini anlamıyorlar, ancak sonrasını çok detaylı olarak anlatıyorlar.
Kısacası bilim adamları, gözümüzün gördüğü ve göremediği bütün cisimlerin bir vakit bitişik olduğunu, büyük bir patlamayla ayrıldığını söylüyorlar. Şimdi Kur’an ayetine kulak verelim: “O inkâr edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiya Suresi, 21:30) Bilimin geçen asırda keşfettiği bir hakikati, Hz. Muhammed (a.s.m.) gibi ümmi biri 14 asır önce Kur’an’da açıkça haber vermiş. Şimdi soruyorum: Stephen Hawking gibi fizik dehalarının keşfettiği bir hakikati, hiç okuma yazması olmayan bir insanın, 14 asır önce bilmesi mümkün müdür? Bu ayetteki bilgi, Kur’an’ın semavî olduğunu gösteren bir mucize değil midir?
– Bence bu ayet kısmen modern bilimle uyumlu kısmen de çelişiyor. Yer ve gökler başlangıçta iki açıdan bitişiktiler. “Büyük Patlama”dan önce bitişikti. Patlamadan sonra ise hidrojen formunda yine bitişikti. Bu kısmı doğru; ancak ayetin tamamını düşününce, yer ve gökler de dâhil olmak üzere her şey sudan yaratılmış, diyor gibi. İşte burası yanlıştır. Bilime göre her şey enerjiden ve sonra da hidrojenden meydana gelmiştir.
– Doğrusu zorlama yorumuna hayret ediyorum. Ayette iki ayrı ifade var. Birincisi, yer ve göklerin bitişik olması, ikincisi ise canlıların sudan yaratılması. Aslında bir ayette iki bilimsel mucize var. Bazı mealler bunu iki ayrı cümle olarak vermiş. Kaldı ki tek cümle olarak okuduğumuzda bile senin söylediğin manayı çıkarmak imkânsız.
– Senin dediğin şekilde olsa modern bilimle uyuşuyor. Ama tek başına Kur’an’ın semavî olduğuna delil olmaz. İki ayrı seçenek var, gök ve yerler ayrı ayrı oluştu veya bunlar önce bitişikti, sonra ayrıldı. Muhammed, iki seçenekten birini salt olasılıkla tahmin etseydi yüzde 50 doğru olma ihtimali vardı. Şansı yaver gitmiş, doğru seçeneği seçmiş.
– Kâinattaki harikulade varlıkları anlatan ayetleri, kevnî ayetleri, tesadüfe ve tabiata havale eden biri, Kur’an’daki parlak ayetleri de tesadüfe verir. Bu gayet normal; fakat kıyamete kadar hak olarak devam edecek bir mesaj getirdiğini söyleyen biri, ileride “yanlışlanacak ifadeler” kullanmaktan çekinir. Böyle biri “yanlışlanma” ihtimaline binaen emin olmadığı konularda bir şey söylemez.
– Tam aksini düşünüyorum. İnsanları kendi mesajına çekmek için olağandışı bazı söylemler de kullanmalıydı.
– Haklısın. Zaten peygamberlere mucize verilmesinin sırrı da budur. Az önce söylediğim ayeti sıradan görmeni garipsiyorum. Şu örneği düşünürsen ayetin ne kadar muazzam olduğunu daha iyi anlarsın: Diyelim ki ıssız bir adada, çok muhteşem bir sarayda dünyaya geliyorsun. Büyüdüğünde dürbünle uzak yerlere bakıp içinde yaşadığın saraya benzer milyonlarca saray görüyor ve gördüğün her bir sarayın birbirinden ayrı olduğunu düşünüyorsun. Ama birileri gelip birbirinden bağımsız gibi duran sarayların başlangıçta bitişik olduğunu ve bir vakit bitişik olan hammaddelerin daha sonra ayrıştırıldığını söylüyor.
Sence bunu duymak harikulade olmaz mıydı? 14 asır önce ümmi biri geliyor, daha önce hiçbir kitapta yazılmayan ve hiçbir insanın gözüyle ve aklıyla bulamayacağı bir hakikati ifade ediyor. Bu mucize değil midir? “Büyük Patlama” hakikati insanlık tarihindeki bütün bilgi birikiminin ve modern araçların kullanılarak keşfedilmesiyle ortaya çıkıyor. Ama bu hakikat, 14 asır önce yazılan bir kitapta mevcut. Bu kitabı okuyan her akıl sahibi hayret içinde kalmaz mı?
– Böyle bir hakikati haber vermesinin ehemmiyeti yok demiyorum. Muhammed’in peygamber olma ihtimaline kuvvet verdiğini kabul ediyorum. Ancak tek başına yeterli değil diyorum. Hemen şunu da söyleyeyim, ayetin ikinci yarısı, bilimsel gerçeklere aykırı. Modern bilime göre hayat muhtemelen denizlerde başlamış. Hücre sudan değil, başta karbon olmak üzere bir kısım kimyasal maddelerden yapılmıştır. Bu anlamda canlıların sudan yapıldığını söylemek doğru değildir.
– Doğrusu yine itirazına hayret ediyorum. Herkes arabaların metallerden yapıldığını görüyor ve biliyor. Şimdi birileri çıksa dese ki “Araba üreticileri sizden sır gibi saklıyor, ancak arabaların yapı malzemesinin büyük çoğunluğu sudur.” Biz de 14 sene sonra araştırmalarımızla aynı hakikati keşfetsek adamın söylediği harikulade olmaz mı?
– Hem de ayet canlılar sudan yapılmış, diyor. Canlıların vücutlarının büyük çoğunluğunun su olması, onların sudan yapıldığını göstermez. Örneğin, şu önümdeki su kabının içinde su var. Biz, bu kap sudan yapılmıştır, demiyoruz.
– Canlıların bedenindeki su, bu kaptaki su gibi değildir. Yani canlılar, su kabı değildir. Su, canlıların temel yapı malzemesidir. Senin örneğinde, su kabının yapı malzemesi plastiktir. Suyu çıkarsan bile kap yine kap olarak oradadır. Oysa canlılar için aynı şeyi söyleyemezsin.
– Dedim ya, canlı sudan değil, başta karbon olmak üzere bir kısım elementlerden yapılmış.
– Bence bu itirazın da pek makul değil. Birincisi, insan dâhil bütün canlı varlıkların, en çok kullanılan ve olmazsa olmaz dediğimiz yapı malzemelerinden biri sudur. Oysa salt gözlemle baktığında hiç de öyle gözükmüyor. Biliyoruz ki bir insanın suyunu sıktığında, ağırlığının dörtte üçü kadar su çıkar. İkincisi, Kur’an, canlılar sadece sudan yaratılmıştır, başka bir şey kullanılmamıştır, demiyor. Yalnızca hayat için zaruri olan bir unsur olarak suyu nazarımıza sunuyor. Üçüncüsü, başka gezegenlerde hayatın olup olmadığını araştıran bilim adamları, ilk önce su olup olmadığını öğrenmek istiyorlar. Çünkü su yoksa hayat da olamaz. Şimdi hayat için bu kadar önemli ve “su hayattır” deyimiyle meşhur olan bir hakikati, Kur’an, 14 asır önce haber vermişse harikulade değil midir?
– Bence abartıyorsun. Eski Yunan’da bile varlıkların kaynağının su olduğunu söyleyenler vardı. Suyun canlılar için önemli olduğu o kadar da gizli bir şey değil. İnsan su içmeden yaşayamaz. Hele çölde su çok önemlidir. Sırf gözlemle dahi insan böyle bir sonuca ulaşabilir.
– Önce hayatın kaynağı su değil, diyerek itiraz ettin. Oradan bir sonuç alamayınca zaten bilinen bir şeydi, diyerek sıradanlaştırdın. Aslında, hakikati kabul etmekten kaçıyorsun. Bütün canlıların sudan oluştuğu fikrini birileri söylemiş olsa bile herkesin kabul ettiği bir düşünce değildi. Salt gözlemle anlaşılacak bir şey de değil. Doğrusu bazı bitkilerin yüzde 95 oranında sudan oluştuklarını ilk defa öğrendiğimde hayret etmiştim. Üstelik eskiden bir çok yanlış düşünce ortaya atılmıştı. Kur’an’ın yanlışları ayıklayıp doğruları alması da semavîliğine delildir.
– İncil’de de canlıların sudan oluştuğu anlatılıyor. Belki de Muhammed oradan almıştır.
– Hem Kur’an’ı hem de İncil’i okuyan biri olarak senin bunu söylemen doğru olmaz. Biliyorsun ki İncil’de yanlışlanan birçok ayet var. Her nasılsa Kur’an sadece doğruları almış. Niye yanlışları almamış acaba? Kaldı ki Kur’an’ın bir kısım hakikatlerinin İncil’de de bulunması gayet normal. Çünkü iki kitap da aslen semavîdir. Demek ki İncil’deki söz konusu ayetleri tahrif etmemişler.
– Her neyse. Diğer bir ayete geçelim istersen.
– Allah, Kur’an’da sadece kâinatı nasıl yarattığını anlatmaz, aynı zamanda nasıl genişlettiğini bildirir: “Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi, 51:47) Ayet açıkça göğün (yani uzayın) genişlediğini söylüyor. Bilim adamları büyük teleskopları ve ileri hesaplamaları kullanarak geçen asırda aynı hakikati keşfettiler. Bırakın teleskopu, dürbünün bile olmadığı bir devirde, Hz. Muhammed (a.s.m.) uzayın genişlediğini görmüştür, dersen teleskop gibi gözlerinin olduğunu kabul etmen gerekir.
– Doğrudur. Bilim uzayın genişlediğini geçen asırda keşfetti. Ancak ayetin uzaya işaret ettiğini nereden çıkarıyorsun. Belki de dünya nüfusu ve içindeki canlıların sayısı artacaktır, demek istiyor.
– Bu iddianı, söz konu ayetteki kelimenin dünya anlamında kullanıldığını göstererek ispatlaman gerekir. Belki, diyerek tahmin yürütmekle olmaz. Rasyonel insan, diğer çevirilere bakar veya Arapça bilen birine sorar, sonra böyle bir iddiada bulunur. Benim bildiğim kadarıyla, Kur’an’da dünya ve uzay için iki ayrı kavram kullanılıyor. Bu ayette dünyadan değil, uzaydan bahsediliyor.
– Muhammed Asad’ın çevirisinde, “Sabit bir hızla genişletiyoruz” manasında bir kavram kullanılmış. Bu doğru değil; çünkü uzayın genişlemesi başlangıçta çok yüksek bir hızla gerçekleşti. Şimdi daha yavaş genişliyor.
– Başka çevirilerde, genişleme hızından bahsedilmiyor. Kaldı ki Asad’ın kullandığı kavram, “steadily”(sabit oran) değil, sürekli genişleme manasına geliyor.
– Bu kavram çoğunlukla sabit oran manasında kullanılıyor.
– Muhammed Asad, yanlış kavram kullanmış, derim. İncelediğim hiçbir meal genişleme oranıyla ilgili bir kavram kullanmamış.
– Bence eğer Allah dediğin gibi uzayın genişlemesinden bahsediyor olsaydı genişleme hızını bile verirdi. Şu kadar hızla genişler, derdi. Oysa bu ayette çok muğlak bir ifade kullanılmış.
– İnsaf doğrusu. Kur’an’ı fizik kitabı mı sandın! Yok, bir de formülünü verseydi!2 Kur’an, kâinattan bahsederken onları Allah’ın ayetleri olma makamında anlatıyor. Seküler bilim adamlarının yazdığı bir fizik kitabı gibi eşyaya kendi namına bakmıyor. Onlara, onların Sahibi hesabına bakıyor. Bu metotsal farkı dikkate alarak Kur’an’ı değerlendirmelisin. Bir derece muğlak ifadeler kullanması, daha önce ifade ettiğim hikmete binaendir. Yani senin gibi modern bilimleri okumuş biri, bu ayeti okuduğunda açıkça uzayın genişliğinden bahsettiğini anlarken hiç eğitim almamış biri, belki kendince daha farklı bir mana düşünecektir.
– Hem neden “biz” diyor. Yaratıcı tek ise niye “ben” zamirini kullanmıyor da “biz” diyor. Ya birden çok Yaratıcı var, beraber kurmuşlar kâinatı veya yanlış tabir kullanmış. Oysa senin inandığın Yaratıcı her türlü hatadan münezzeh olmalı.
– Bu bir nevi kaçamak soru. Tartıştığımız soruyla doğrudan alâkalı değil. Zaten bu konuyu daha önce müzakere etmiştik; aynı şeyi tekrar etmeye gerek yok sanırım.
– Anlattıklarını doğru kabul etsek bile bu ayetin harikulade olduğunu söyleyemeyiz. Uzay ya genişler, ya daralır ya da olduğu gibi kalır. Üç seçenek var. Muhammed birini seçmiş.
– Ne şanslı biriymiş. Yine şansı yaver gitmiş. Daha önce sana verdiğim saray misalinden giderek bu ayetin kıymetini bir derece anlayabiliriz. Varsayalım ki sen bir sarayda doğdun. Etrafında milyonlarca saray var. Gözle baktığın zaman hepsinin olduğu yerde durduğunu gördün. Sen kehanet gösterip sabit duran saraylar, aslında birbirinden uzaklaşıyor, dersen ve 14 asır sonra bilim adamları senin doğru söylediğini tespit ederse tarihe geçmez misin? Eminim, senin mezarını bulup mezar taşına madalya bile asan olur. Aynen bu misaldeki gibi gözlemiyle uzayın genişlediğini müşahede etme imkânı olmayan Hz. Muhammed (a.s.m.), ya uzayın sahibinden bu hakikati öğrenmiştir ya da öyle bir araç keşfetmiş ki ışık hızını dahi geçerek uzayın dışına çıkmış, bütün galaksileri gözlemlemiş ve uzayın genişlediğini anlamıştır. Sence hangisi daha makul?
– Ben başka bir şık ekliyorum. Üç seçeneği olan bir olguyla ilgili tahminde bulundu, tahmini tuttu, derim.
– Bir insan her zaman şanslı olmaz. Birisine şans, dedin, ikincisine dedin. Daha kaç defa şansa sığınacaksın, bilmiyorum. Talih kuşu hep de Hz. Muhammed’in (a.s.m.) başına konuyor. Daha önce de söyledim, kıyamete kadar hüküm sürecek bir mesajı getirdiğini söyleyen, ileride yanlışlanma ihtimali olan ifadeler kullanmaktan sakınır. Üç seçenek varsa rasgele birini seçtiğinizde, yüzde 66,66 ihtimalle yanlış olabilir, doğru olma ihtimali yüzde 33,33’tür. Yani, yanlışlanma ihtimali, doğru olma ihtimalinden çok daha yüksektir. Çok zeki olduğunu kabul ettiğin bir insan, böyle bir riski almazdı. Uzay genişliyor yerine, Allah çok güzel bir sema yaratmış, demekle yetinirdi. Boşuna davasını riske atmazdı.
– Tamam. Bu ayet için de pozitif puan veriyorum Muhammed’e.
– Gerçi onun davasının hakkaniyeti senin puanına muhtaç değildir; ama senin hakikati bulman ve entelektüel dürüstlüğün pozitif puan vermeni gerektiriyor. Kur’an sadece gök cisimlerinin yaratılışından bahsetmiyor. Aynı zamanda onların nasıl hareket ettiğini de anlatıyor. Bu konudaki ayeti aktarmadan önce seni dinleyelim. Eskiden insanların uzay anlayışları nasıldı, anlat, sonra da Kur’an’ın uzay cisimleriyle ilgili ayetlerini konuşalım.
– Bildiğim kadarıyla, insanoğlunun uzay anlayışı teleskopun bulunmasıyla büyük bir değişime uğradı. Eskiden insanların çok büyük çoğunluğu dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı. Dünya merkezli güneş sistemi anlayışı hâkimdi bir aralar. Avrupa’da Orta Çağ boyunca kilisenin dayatmasıyla insanlar dünyanın düz olduğuna inanmaya zorlandı. Aksini söyleyen bilim adamları aforoz edildi.
– Kur’an, gökyüzündeki cisimlerin başıboş hareket etmediğini, hepsinin kendilerine tayin edilen yolları (yörüngeleri) takip ettiğini söylüyor. Daha da ötesi, önemine binaen, bu yollara yemin ediyor. Yani sizin görmediğiniz yollar, üzerine yemin ettiğiniz ekmek kadar sizin hayatınız için önemli. Çünkü o yollar olmasaydı serseri bir yıldız gelip dünyanıza çarpacak ve kıyametiniz kopacaktı, diyor: “Yollara (yıldızların dolaştığı yörüngelere) sahip göğe and olsun ki muhakkak siz (peygamber hakkında) çelişkili sözler söylüyorsunuz.” (Zariyat Suresi, 51:7) Şimdi sana soruyorum: Hz. Muhammed (a.s.m.), ilk teleskopun icadından bin yıl önce, uzayın yollarını nasıl görebilmişti? Ya onun teleskop gibi gözlere sahip olduğunu iddia edeceksin ya da ondan bize ulaşan ayetlerin, her şeyi, her an, her şeyiyle gören Basîr ve Alîm olan Allah’tan geldiğini kabul edeceksin.
– Ayette yörünge tabiri geçmiyor. Yol, diyor.
– “Yörünge”, modern bilimin kullandığı bir kavram. Önemli olan bununla ne kastettiğimiz. Otomobil yoluna “otoban” dediğimiz gibi yıldızların yoluna da “yıldızban” da diyebilirdik. İsimlerin değişmesi, hakikati değiştirmez. Ayet çok açık bir şekilde gökyüzünde yolların varlığından söz ediyor. Bir başka ayet, aynı manayı şöyle ifade ediyor: “Ve (görmüyorlar ki,) geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı –hepsi de uzayda dolaşan (o gök cisimlerini)– yaratan O’dur!” (Enbiya Suresi, 21:33)
– Benim okuduğum mealde gece ve gündüz de yüzüyor gibi bir mana çıkıyor. Bu yanlış bir ifade.
– Sen öyle bir mana çıkarıyorsun. Ayet, ay ve güneş gibi bütün gökcisimlerinin dolaştığını ifade etmek için “hepsi” tabirini kullanıyor. Kelime oyunlarıyla, kısır tartışmalara girmek yerine, ayetlerin ifade ettiği manalar üzerinde durmalıyız.
– Anlam farkına dikkat çekiyorum. Benim okuduğum mealde, “yüzüyor” tabiri kullanılmış. Oysa yüzmek sudaki hareket için kullanılır. Gök cisimleri ise sadece kendi yörüngelerinde hareket ederler. Bence Muhammed, cisimlerin su içinde yüzdüğünü, havada uçtuğunu görmüş, güneş ve ay da aynı şekilde hareket eder, diye düşünmüş.
– Yani yine şansı yaver gitmiş; düşündüğü şeyin doğru olduğu asırlar sonra ortaya çıkmış. Oysa insanların büyük çoğunluğu, o zamanlar böyle bir şeyi düşünmüyordu. Nedense, Hz. Muhammed (a.s.m.) herkesten farklı düşünmüş. Ayetteki ifade “yüzüyor” olarak yorumlansa bile yine doğrudur. Çünkü uzay denizi mutlak anlamda boşluktan oluşmuyor. Bazı bilim adamlarına göre, uzay “esir” denen bir madde ile doludur. Yıldızlar bu denizin içinde yüzüyor.
Başka bir ayet ise güneş üzerinde düşünmeye davet ediyor. Bizim için hayatî öneme sahip güneşin yaratılmasında ve ona en münasip yolun belirlenip dönmesinin sağlanmasında, düşünen insanlar için ibret verici dersler olduğunu söylüyor: “Ve güneş (güneşte de onlar için bir işaret vardır), kendine ait bir yörüngede akıp gider; bu, kudret sahibi ve her şeyi bilenin (Allah’ın) iradesinin bir sonucudur.” (Yasin Suresi, 36:38) Yani güneş ve güneş sistemi tesadüfün, tabiatın veya ne yaptığını bilmeyen sebeplerin ortaya çıkardığı eserler değil; bilerek hikmetle kudretini kullanan Rabbimizin, dilemesiyle yarattığı eserlerdir. Aklını kullanan insanlar bu eserlere bakarak Rabbini bulabilir.
– Güneşin yörüngesi olduğu doğrudur; ancak ayetin bu manayı kastettiğini sanmıyorum. Muhtemelen, Muhammed güneşin doğuşunu ve batışını izlemiş, çok etkilenmiş ve güneş bir yol takip ederek doğup batar, demek istemiştir.
– Kur’an ayeti ortadayken zan üzerine hareket etmek ve spekülasyon yapmak doğru olmaz. Senin söylediğin gibi olsaydı güneş doğup batarken bir yol izliyor, derdi. Yörüngeyle ilgili üç ayeti birlikte düşündüğümüzde, Kur’an’ın açıkça gökyüzündeki yolları kastettiğini anlarız. Gökcisimlerinin hareketiyle ilgili ayetlerin kıymetini takdir etmek için şu misali düşün: Bizim içinde bulunduğumuz bina ve etrafımızdaki binalar sabit görünüyor. Hepsi yere çakılmış, öyle duruyorlar. Birileri çıkıp bütün binalar belirli bir yolu takip ederek sürekli dolaşıyorlar, diyor. Aradan binlerce sene geçiyor, insanlar yeni bir alet icat ediyorlar. Bu aletle bakınca bütün binaların sürekli dolaştıklarını anlıyorlar. Böyle bir durumda, eminim, binaların hareket ettiğini önceden haber veren zatı methetmeye başlar, mezarına çelenkler koyarız.
– Bu ayet üzerinde biraz daha düşüneceğim. Diğer bir ayete geçelim.
– Kur’an, yıldızların ve gezegenlerin başlangıçta bir olduğunu, sonradan ayrıştırıldığını, uzayın genişlediğini, gökcisimlerinin belirli bir yörüngeyi takip ettiğini haber veriyor. Aynı zamanda yıldızların ölümünü de haber veriyor: “Yıldızlar söndüğü zaman.” (Mürselat Suresi, 77:8) Oysa modern bilim yıldızların ölümünü geçen asırda keşfetti.
– Bence Muhammed gökyüzünü merakla gözlemleyen biriydi. Çıplak gözle bakan biri bile gökyüzü manzarasının değiştiğini fark eder. O, bu değişimi yıldızların ölümü olarak yorumlamıştır.
– Eh, ne diyelim, şimdi de Hz. Muhammed’i (a.s.m.) astronomi uzmanı yaptın. Korkarım, ona peygamberlik vermeye yanaşmadığın için bütün meslekî sıfatları vermek zorunda kalacaksın. Uzay ve yıldızlarla ilgili ayetlerden sonra şimdi de gezegenimizle ilgili ayetleri konuşalım. Kur’an, gezegenimizi bir saraya benzetiyor. Güneşi, bu saraya “... bir kandil olarak asmıştır” (Nuh Suresi, 71:16) diyor. Aynı zamanda güneşi bir soba, ayı gece lambası yapmıştır. Seküler bilim, varlıklara Rablerinden bağımsız bakarken Kur’an onlara Rableri namına bakıyor.
Kur’an’ın dünya sarayıyla ilgili ayetlerini dikkatle incelediğimizde, onların ancak saray sahibinden gelmiş olabileceğine kanaat getiririz. İşte birinci misal: “Ve göğü güvenli bir kubbe, bir çatı olarak yükselttik. Yine de onlar (yaratılışın) bu açık işaretlerine, inatla, sırt çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 21:32) Bu ayet gökyüzünün (atmosferin) dünya sarayının çatısı gibi olduğunu söylüyor.
Evlere yaptığımız çatılar, bizi ışıktan, yağmurdan, kardan koruduğu gibi evlerdeki ısının muhafazasına da yardım ediyorlar. Modern bilimin anlattığına göre atmosfer tabakası da tıpkı çatı gibi: 1) Her gün üzerimize yağan binlerce göktaşlarından, 2) Güneşin zararlı ışınlarından koruyor. 3) Aynı zamanda güneşten gelen ısıyı muhafaza edip geceleyin dondurucu soğukların oluşmasına engel oluyor.
Modern bilim bu gerçeği son iki asırda öğrenirken Hz. Muhammed (a.s.m.) bunu asırlar öncesinden nasıl bildi?
– Ben ayeti farklı anlıyorum. Kanaatimce, ayet modern bilimin değil, geldiği zamanın fikrini yansıtıyor. “Kubbe” kavramı eskiden beri kullanılıyordu gökyüzü için. İnsanlar, dünyayı içinde yaşadıkları evlere benzeterek gökyüzüne de kubbe diyorlardı. Kubbenin direkler üzerinde durduğuna inanıyorlardı. Muhammed de bunu söylüyor.
– Ayetin ikinci kısmı, bu kadar açık olan tevhit delillerine rağmen bir kısım insanların hakikati kabul etmemekte inat ettiklerini de söylüyor. Umarım, sen ayetin işaret ettiği inatçılardan değilsindir. Kubbe kavramına getirdiğin yorum, senin spekülasyonun. Kur’an, direkli bir gök kubbeden bahsetmiyor. Kur’an’ın indiği zamanda insanlar dünyanın direkler üzerine durduğuna inanıyorlardı. Kur’an ise onların bu inanışını açıkça reddediyor.
– Bu konuda ayet varsa öğrenmek isterim.
– Ra’d Suresi’nin ikinci ayeti şöyle diyor: “Gökleri, görülebilir herhangi bir destek, dayanak olmadan yükselten, sonra da kudret ve hükümranlık tahtına kurulan Allah’tır.” (Ra’d, 13:2)
– İlginç. Bence bu ayet bir öncekinden daha açık ve kuvvetli. Bilimsel gerçeklere mutabık. Bunun için de artı puan verdim Muhammed’e.
– İki ayet birbirine kuvvet veriyor; aynı hakikatin ayrı yönlerini açıklıyor. İnsaflı davranıp asırlar öncesinden bu ayetlerin atmosferle ilgili verdiği hakikatleri takdir etmen güzel bir şey. Peki, bu takdir ettiğin hakikati Hz. Muhammed (a.s.m.) gibi ümmi biri nasıl bilebilmişti? Yine şansı yaver gitmiş, doğru tahmin etmiş mi diyeceksin?
– Bu ayetin üzerinde düşünmek istiyorum. Fakat senin yaptığın gibi mucize olarak algılamıyorum. Muhammed çok zeki biriydi, doğru tahmin etmiş, derim.
– Bence böyle demekle ayetin kıymetini tam takdir etmiş olmuyorsun. Muhteşem bir saray düşün. Çok büyük olduğunu ve çatısının şeffaf camdan oluştuğunu hayal et. Bu sarayda doğan insanlardan biri çıkıp sarayın çatısının olduğunu söylese ve asırlar sonra bilim adamları aynı hakikati keşfetse harikulade olmaz mı? Ya Hz. Muhammed’de (a.s.m.) de böyle bir göz vardı; görünmeyen atmosferi görmüş ve tabakalarıyla doğru olarak tarif etmiştir ya da Muhammed (a.s.m.) (her şeyi gören) Basîr ve (her şeyi bilen) Alîm bir Yaratıcı’nın bildirmesiyle bu hakikati söylemiştir.
– Hem de ayet, “güvenli bir kubbe” tabirini kullanıyor. Hiç de o kadar güvenli değil. Bizi her türlü zararlı şeylerden korumuyor. Modern teknolojinin atıklarıyla ozon tabakasında delik açıldı. Öyle sağlam olsaydı hemen delinmezdi.
– İnsaf doğrusu. Kusuru kubbeyi delenlerde değil de kubbeyi inşa edende buluyorsun. Oysa atmosfer alanında uzmanlaşan bütün bilim adamları, atmosferin bizim için hayatî olduğunu söylüyorlar. Atmosfer olmadan yeryüzünde hayat olamaz, diyorlar. Buna rağmen sen atmosferin kıymetini takdir etmiyorsan ne diyebilirim ki. Herhâlde bunun için de puan verirsem imana gelmem gerekir, diye korkuyorsun?
– Yok, yok; öyle birkaç ayetle olmaz bu. Hem de ayetlerin beni tam tatmin etmesi gerekir. Ben puan vermiyorum. Söylediğin ayetler, modern bilimin gerçekleriyle uyumlu ise artı, değilse eksi veriyorum. Zaten bu iş öyle puanlamayla olmaz.
– Elhak, doğru söyledin. Ben de senin puan cetvelini tutmuyorum. On değil, belki Kur’an’da yüz tane bilimsel mucize göstersem bile bunların imana gelmen için yeterli olmadığının farkındayım. Kur’an bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Eğer bir kitapla dağlar yürütülecek, yeryüzü parçalanacak veya ölüler konuşturulacak olsa, o elbette Kur’an olurdu. Fakat emir bütünüyle Allah’ındır. İman edenler anlamadı mı ki, Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi?” (Ra’d Suresi, 13:31) Dolayısıyla, seni hidayete getirmek ne benim vazifemdir ne de benim gücümün dâhilindedir. Sana hakikati aktarmak noktasında üzerime düşeni yapıp gerisine karışmam.
– Doğrusu seni bu konuda takdir ediyorum. Bana gayet anlayışlı davranıyorsun. Bir şeyler dayatmaya çalışmıyorsun. Bütün Müslümanların senin gibi anlayışlı olduklarını sanmıyorum.
– Benim anlayışım, şahsıma has bir vasıf değil, dinimin bana telkin ettiği bir şeydir. Kur’an’a kulak veren herkes, başkalarının inancına saygılı olmayı öğrenir. Önemli olan dinin bu konudaki emrinin ne olduğudur. Bazı Müslümanların hatasıyla Kur’an’ı sorumlu tutmak doğru değildir.
– Bu hafta da süremizin sonuna geldik. İstersen Kur’an’daki bilimsel mucizelere haftaya da devam edelim.
– Memnuniyetle.
* * *
Bu hafta Kur’an’daki bilimsel mucizeleri müzakereye başladık. Thomas’ın deyimiyle “içsel imza” olan söz konusu mucizeler, Kur’an’ın semaviliğinin parlak delilleridir. Thomas, önceleri modern bilimle uyum gösteren ve on dört asır önce hiçbir beşerin bilemeyeceği ayetlere puan vereceğini söyledi. Ancak, bu işin puanlama yöntemiyle olmadığını anladı. Çünkü bilimle uyumlu her bir ayete, örneğin 10 puan verse 10 ayetin sonunda 100 puanla imanını deklare etmesi gerekirdi. Oysa hidayet sadece akıl ile puan vererek olmaz. Hidayet, kulun kendi cüzî iradesini sarf ettikten sonra Hadî olan Allah’ın kalbe ihsan ettiği bir nimettir.
Thomas, puanlamayla bu işin gitmeyeceğini söylerken şuurunda olmaksızın şunu söylüyordu: “Hidayet benim aklımla edineceğim bir şey değildir. Cüzî irademi kullanıp gerçekten hidayeti istedikten sonra, bana Rabbim tarafından ihsan edilecek bir şey olduğu için ne zaman verileceğini bilmiyorum.”
Mevlana’nın dediği gibi, asıl olan gönül gözünün açılmasıdır: “Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Allah da öyle görünür. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör. Nuh’un ümmeti, Nuh’a nerede sevap dediler. Nuh, ‘Duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette. Elbiselerinizi bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz’ dedi. İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de dostu gören göze derler. İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa karınca ondan yeğdir.”3
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz.
2 Muhtemeldir ki Kur’an uzayın genişleme hızına ilişkin bilgiyi de içeriyor. Kur’an’ın sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın ilminden geldiğini düşündüğümüzde, içinde henüz keşfedilmeyi bekleyen hadsiz hakikatler olduğunu söyleyebiliriz. Bizim bilmememiz, o hakikatlerin yokluğuna değil, bizim cehaletimize işarettir.
3 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 1, s. 75.