101- يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَسْأَلُواْ عَنْ أَشْيَاء إِن تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ “Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde, sizi üzecek olan şeyler hakkında soru sormayın.”
وَإِن تَسْأَلُواْ عَنْهَا حِينَ يُنَزَّلُ الْقُرْآنُ تُبْدَ لَكُمْ “Eğer Kur’an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır.”
Yani, izhar edildiğinde sizi üzecek şeyleri Allah Rasulüne sormayın. Eğer vahiy zamanında böyle şeyler sorarsanız, bunların hükmü size açıklanır. Akıllı insan, kendini üzecek şeyleri yapmaz.[1>
عَفَا اللّهُ عَنْهَا “(Hâlbuki) Allah onlardan bağışlamıştır.”
Bu da, sorulmaması istenen şeylerin bir sıfatıdır. Yani, Allah sizi o şeylerden muaf tutmuş, yapmakla mükellef kılmamışken, sorup da başınıza iş açmayın.
Sebeb-i Nüzûl
Rivayete göre “Ona bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Âl-i İmran, 97) ayeti indiğinde Süraka Bin Malik dedi: “Her sene mi haccedeceğiz?” Hz. Peygamber cevap vermedi. Bunun üzerine Süraka soruyu üç defa tekrarladı. Peygamber efendimiz, “her sene değil, dedi. Şayet “evet her sene” deseydim böyle yapmanız size farz olurdu. Farz olduğunda da, bunu yapmaya gücünüz yetmezdi. Öyleyse, benim size hüküm bildirmediğim durumlarda beni kendi hâlime bırakın.”
“Allah onlardan bağışlamıştır” ifadesi, yeni bir cümle de olabilir. Bu durumda şu anlamı ifade eder: Allah, önceden sorduğunuz böyle şeylerden sizi bağışlamıştır. Öyleyse yenilerini sormayın!
وَاللّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ “Allah, Ğafur’dur – Halîm’dir.”
Son derece bağışlayıcı ve son derece halîm olduğu için, sizin taşkın hallerinize ceza vermekte acele etmez, çoğunu da affeder.
İbnu Abbas’tan rivayet edildiğine göre, bir gün Hz. Peygamber insanlara hitap ediyordu. Onları ilgilendirmeyen lüzumsuz şeyler sormalarından son derece öfkelenmişti. Bunun üzerine şöyle dedi: “Bana ne sorulursa cevap vereceğim.”
Derken adamın biri “babam nerede?” diye sordu. Hz. Peygamber “cehennemde” diye cevap verdi.
Bir başkası “benim babam kim?” diye sordu. Bu adam, “falanın oğludur” diye bir başkasına nisbet ediliyordu. Hz. Peygamber “Senin baban Huzafe’dir” dedi. Bu olay üzerine üstteki ayet nazil oldu.
102- قَدْ سَأَلَهَا قَوْمٌ مِّن قَبْلِكُمْ ثُمَّ أَصْبَحُواْ بِهَا كَافِرِينَ “Sizden önce gelen bir kavim bunları sormuştu da sonra inkâr etmişti.”
Kendilerine bildirilen emirleri yapmadılar, inkâr ettiler, bu sebeple kâfir oldular.
103- مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ وَلاَ وَصِيلَةٍ وَلاَ حَامٍ “Allah, “Bahîre”, “Sâibe”, “Vasîle”, ve “Hâm” diye bir şey meşru kılmamıştır.”
Ayet, cahiliye insanının uydurduğu bazı şeyleri red ve inkâr eder.
بَحِيرَةٍ “Bahîre”
Onlar, deve beş defa doğum yapıp da sonuncusu dişi olursa, kuyruğunu yarıp salıverirlerdi. Artık ne buna binilir, ne de sütü sağılırdı.
سَآئِبَةٍ “Sâibe”
Cahiliye insanlarından bazıları “Eğer iyileşirsem, dişi devem hürdür” diyor ve kendisinden faydalanmanın haram kılınışında onu bahîre gibi yapıyordu.
وَصِيلَةٍ “Vasîle”
Keza, koyun dişi doğurduğunda “bu bizim” diyorlar, erkek doğurduğunda ise “bu ilahlarımızın” diyorlardı. Eğer koyun dişi ve erkeği bir batında doğursa, “dişi, kardeşine vasıl oldu” deyip erkeği kurban etmiyorlardı.
حَامٍ “Hâm”
Keza, erkek hayvanın sulbünden on batın meydana geldiğinde, onun sırtına binmeyi haram sayıyor, onu sudan ve mer’adan men etmiyorlardı ve şöyle diyorlardı: “Sırtını korudu.”
وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ “Fakat, inkâr edenler Allah’a karşı yalan uyduruyorlar.”
Allah bunları haram kılmamışken haram sayıp “Allah böyle emretti” diyerek O’na iftira ediyorlar.
وَأَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ “Onların çoğu akıllarını kullanmazlar.”
Onların çoğu helâli haramdan, mubah kılanı haram kılandan ayırt edemezler.
Veya, onların çoğu emredeni nehyedenden ayıramazlar. Lakin onlar büyüklerini taklid ederler.
İçlerinden bazılarının bunun bâtıl olduğunu bildikleri, ayetten anlaşılıyor. Lakin reislik sevdası ve atalarını taklid, onların bunu itiraf etmelerine engel olmuştur.
104- وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ إِلَى مَا أَنزَلَ اللّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُواْ حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا “Onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin” denildiğinde onlar, “atalarımızı ne üzere bulduksa o bize yeter” dediler.”
Ayet, onların akıllarının kusurunu ve körü körüne taklide dalmalarını beyan eder. Bundan başka bir senetleri olmadığını gösterir.
أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ “Peki, ya ataları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamışsa da mı?”
Ataları cahil, yoldan sapmış kimseler olsa da, atalarının yolu yine onlara yeter mi? Bir kimseyi taklid, ancak âlim ve doğru yolda olduğunu bilmekle sahih olur. Bu ise ancak delille bilinir. Öyleyse, taklit ile yetinmemek lazımdır.
105- يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın.”
Kendinizi koruyun, nefislerinizi ıslaha çalışın.
لاَ يَضُرُّكُم مَّن ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Siz doğru yolda olduğunuzda, yoldan sapan kimse size zarar veremez.”
Siz hidayet üzere olduğunuzda, dalalet size bir zarar vermez. Gücü nisbetinde münkeri ortadan kaldırmaya çalışmak da, hidayet üzere olmanın ölçülerindendir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğzetsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.”
Sebeb-i Nüzûl
Ayet, mü’minlerin kâfirlere üzülüp “keşke onlar da mü’min olsalardı” demeleri üzerine nazil oldu.
إِلَى اللّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا “Hepinizin dönüşü Allah’adır.”
فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ “O size yaptıklarınızı tek tek haber verecektir.”
Ayet-i kerime, iman edenlere bir vaad ve dalalette olanlara da bir tehdittir. Ayrıca, kimsenin başkasının günahıyla hesaba çekilmeyeceğine bir tenbihtir.
106- يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ حِينَ الْوَصِيَّةِ اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِّنكُمْ أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ إِنْ أَنتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَأَصَابَتْكُم مُّصِيبَةُ الْمَوْتِ “Ey iman edenler! Sizden birine ölüm (emareleri) geldiğinde, vasiyet sırasında aranızdaki şahitliğin hükmü, kendi içinizden iki adaletli şahit, yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, ölüm (emareleri de) size gelip çatmışsa, sizden olmayan diğer iki şahit tutmaktır.”
Ayette şehadetten murat, vasiyete şahit tutmaktır. “Sizden birine ölüm geldiğinde” denilmesi, “ölüme yaklaştığında ve ölüm emareleri görüldüğünde” manasına gelir. Ayet, vasiyetin önemine işaret eder ve onda gevşeklik gösterilmemesi gerektiğine uyarıda bulunur.
Şahit tutulan bu kimseler öncelikle akrabalardan olmalıdır, şayet yoksa başkalarından şahit tutulur. Ayette “sizden olmayan” ifadesi, zimmîlerden de şahit tutulabileceğine işaret ederse de, icma’ ile zimminin müslümana şahitliği mu’teber değildir.
تَحْبِسُونَهُمَا مِن بَعْدِ الصَّلاَةِ فَيُقْسِمَانِ بِاللّهِ إِنِ ارْتَبْتُمْ “Eğer (bunlardan) şüpheye düşerseniz, namazdan sonra onları alıkorsunuz, ardından Allah’a şöyle yemin ederler:”
Esas olan sizden kimselerin şahitlik yapmasıdır. Ama sefer gibi sizden şahitlerin olmayabileceği durumlarda, ölümün yaklaştığını hissettiğinizde başkalarını şahit tutarsınız.
“Namazdan sonra” ifadesi, “ikindi namazından sonra” şeklinde anlaşılabilir. Çünkü ikindi namazı insanların bir araya toplandığı, gece ve gündüz meleklerinin görevi birbirlerine devrettikleri bir vakittir.
Ancak ayette açıktan ikindi namazı geçmediğinden, bu herhangi bir namaz sonrası da olabilir.
Doğru söylediklerinden şüphelenmeniz durumunda dünyevi bir menfaat için yalan yere yemin etmeyecekleri hususunda şöyle yemin ederler:
لاَ نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى “Akraba da olsa, şahitliğimizi bir çıkar karşılığı satmayacağız.”
وَلاَ نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللّهِ “Allah’ın şahitliğini gizlemeyeceğiz.”
إِنَّا إِذًا لَّمِنَ الآثِمِينَ “Gizlediğimiz takdirde, şüphesiz günahkârlardan oluruz.”
107- فَإِنْ عُثِرَ عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا فَآخَرَانِ يِقُومَانُ مَقَامَهُمَا مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ الأَوْلَيَانِ “Eğer sonradan o iki kişinin günaha girdikleri (yalan söyledikleri) anlaşılırsa, o zaman, bu önceki şahitlerin zarar verdiği kimselerden olan başka iki kişi, onların yerine geçer.”
فَيُقْسِمَانِ بِاللّهِ “Sonra şöyle Allah’a yemin ederler:”
لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِن شَهَادَتِهِمَا “Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden elbette daha gerçektir.”
وَمَا اعْتَدَيْنَا “Biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik.”
إِنَّا إِذًا لَّمِنَ الظَّالِمِينَ “Aksi halde elbette zalimlerden oluruz.”
İki ayetin manası şöyledir: Ecelinin yakın olduğunu gören kişi, vasiyette bulunmak isterse akrabalarından veya din kardeşlerinden iki adil kimseyi vasiyetine şahit tutması gerekir. Sefer gibi bir durumda, bu şartları haiz iki şahit bulamazsa, onlara bedel başka iki şahit tutar. Sonra şayet bir niza çıkar, şüpheli bir durum sezilirse, doğru söylediklerine kuvvetli bir şekilde yemin ettirilirler. Şayet bir emare veya zan yolu ile yalan söylediklerine muttali olunursa, ölenin yakınlarından iki kişi yemin eder.
Sebeb-i Nüzûl
Rivayet edilir ki, Temîmü’d-Dâri ve Adiy Bin Yezid Şama ticarete gittiler. O zaman ikisi de Hristiyan idi. Yanlarında Amr Bin As’ın kölesi Büdeyl vardı ve Büdeyl Müslümandı. Şama vardıklarında Büdeyl hastalandı. Yanında olanları bir sahifeye yazıp eşyalarının arasına attı, onlara da bundan bahsetmedi. Onlara eşyasını âilesine teslim etmelerini vasiyet etti ve ardından da öldü. Temîm ve Adiy, onun malını karıştırdılar ve içinde üçyüz miskal olan altın nakışlı gümüş kabı aldılar. Geri kalan eşyayı, Büdeylin âilesine teslim ettiler. Onlar da eşyayı açtıklarında o sahifeyi de buldular. Gümüş kabı Temim ve Adiy’den istediler. Onlar ise bunu inkâr ettiler. Bunun üzere, muhakeme olmak üzere Rasulullahın yanına vardılar. Bu münasebetle, ayetlerin ilk kısmı nazil oldu. Hz. Peygamber, o ikisine ikindi namazı sonrası minber yanında yemin ettirdikten sonra kendilerini serbest bıraktı. Sonra gümüş kabın onların elinde olduğu anlaşıldı. Sehm oğulları bu mesele için onlara vardı. Temim ve Adiy, “biz bunu ondan satın aldık, lakin bu konuda elimizde bir delil olmadığından ikrar etmekten kaçındık” dediler. Bunun üzerine Sehm oğulları bu ikisini muhakeme olmak üzere Rasulullaha götürdüler. Bu münasebetle, ayetlerin ikinci kısmı nazil oldu. Sehm oğullarından Amr Bin As ve Muttalib Bin Ebi Rafea, kalkıp yemin ettiler ve kabı almaya hak kazandılar.
Belki de her iki ayette belli sayıların gelmesi, olaya özel olması yönündendir.
108- ذَلِكَ أَدْنَى أَن يَأْتُواْ بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا “Bu (usul), şahitliği lâyıkıyla yerine getirmeleri içindir.”
أَوْ يَخَافُواْ أَن تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ “Veya yeminlerinden sonra başka yeminlere başvurulmasından korkmalarını sağlamak içindir.”
Bu bahsi geçen hüküm veya şahitlere yemin ettirilmesi, onların bir tahrif ve hıyanette bulunmadan dosdoğru bir şekilde şahitlik yapmalarına veya kendi yeminlerinden sonra onların yalan söylediğini iddia edenlere dönülüp onlardan yemin istenerek kendilerinin hıyaneti veya yalan yere yemini açığa çıkmasına ve böylece rezil olmaktan korkmalarına daha uygundur.
وَاتَّقُوا اللّهَ “Allah’tan korkun.”
وَاسْمَعُواْ “Ve dinleyin.”
وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ “Allah, fasık kavme hidayet etmez.”
Allahtan korkun da, size tavsiye edilenleri uygulamak üzere dinleyin. Şayet korkmaz ve dinlemezsiniz fasık bir kavim olursunuz. Allah ise, onlara bir delil vermez, onları cennet yoluna sevketmez.
[1> Öyleyse siz de durup dururken sizi yoracak, hoşunuza gitmeyecek hükümler bildirilmesine sebebiyet vermeyin.