90- وَجَاء الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ “Bedevîlerden mazeret ileri sürenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler.”
Sebeb-i Nüzûl
Bunlar Esed ve Gatafan kabileleridir. İmkânlarının kıtlığı ve aile fertlerinin çokluğunu özür olarak söylemişler, sefere katılmaktan muaf tutulmalarını istemişlerdi.
Bunların Amir İbnu Tufeyle mensup bir grup bedevi olduğu da söylenir. Bunlar şöyle mazeret beyan ederler: “Seninle daha önce sefere çıktık. Ama Tay kabilesi çoluk – çocuğumuza ve hayvanlarımıza saldırdı, yağmaladı.”
Bunların gerçekten özür sahibi mi oldukları veya yapmacık olarak mı böyle söyledikleri ihtilaflıdır. Bu ihtilafa göre, peşinden gelen şu ayete verilen mana farklı olabilmektedir:
وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ “Allah’a ve Resûlüne yalan söyleyenler oturup kaldılar.”
Onlar eğer gerçekten özür sahibi değillerse, ayetin bu kısmı onların yalancılığını beyan eder. Şayet özürlerinde samimi iseler, ayetin bu kısmı onlar hakkında olmayıp, bedevilerden münafıklık yapanlar hakkındadır. İman iddiasında bulunarak Allah ve Rasulüne yalan söylemişlerdir.
سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Onlardan inkar edenlere elem dolu bir azap isabet edecektir.”
“Onlardan inkâr edenlere” denilmesi, içlerinde küfründen değil tembelliğinden dolayı kalanlar olmasındandır.
Onlara gelecek elem dolu azap, dünyada öldürülmeleri, ahirette ise cehennem ateşidir.
91- لَّيْسَ عَلَى الضُّعَفَاء وَلاَ عَلَى الْمَرْضَى وَلاَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُواْ لِلّهِ وَرَسُولِهِ “Allah ve Resûlüne karşı samimi oldukları takdirde, güçsüzlere, hastalara ve (seferde) harcayacakları bir şey bulamayanlara (sefere katılmadıkları için) bir günah yoktur.”
Cüheyne ve Müzeyne gibi bazı kabileler fakirlikleri sebebiyle sefere katılamamışlardı. Bu durumda olanlardan istenen, hem gizli hem de aşikâr iman ve itaatle mukabelede bulunmaktır.
Veya İslâmın ve Müslümanların hayrına olmak üzere imkânları ölçüsünde söz ve fiilde bulunmaktır.
مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِن سَبِيلٍ “Muhsin olanlara bir yol yoktur.”
Bu durumda onlara bir günah yoktur, onları ayıplamak da uygun düşmez.
Ayette “onlara” denilmek yerine “muhsin olanlara” yani “güzel işler yapanlara” ifadesinin kullanılması, onların da bu zümreden olduklarını, dolayısıyla geride kalmakla kınanmayacaklarını bildirir.
وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ“Allah Ğafur’dur , Rahîm’dir.”
Allah onlar için bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
Veya Allah kötü işler yapanlar için bile affedici ve merhamet sahibidir. İyi işler yapanlar için Ğafur-Rahîm olması son derece bedihidir.
92- وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ “Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, “Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum” dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.”
Sebeb-i Nüzûl
Bunlar Ensar’dan yedi kişi olup kendilerine “Bekkâun” (ağlayanlar) denilir. Bunlar Hz. Peygambere gelip “Biz seninle çıkmaya nezrettik. Yamalı elbiseyle, yırtık ayakkabıyla bizi de orduya al” dediler. Hz. Peygamber kendilerine “Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum” dedi. Onlar da ağlayarak geriye döndüler.
Ayetin ifadesinden, onların iki gözü iki çeşme ağladıkları anlaşılmaktadır.
93- إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاء “Sorumluluk ancak, zengin oldukları hâlde senden izin isteyenleredir.”
رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ “Bunlar, geride kalan kadınlarla birlikte olmaya razı oldular.”
Ayetin bu kısmı, onların ciddi bir mazeretleri olmadan izin istemelerinin sebebini beyan eder. Bu da onların rahata talip olarak geride kalanlarla beraber olmaya rızalarıdır.
وَطَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Allah da kalplerini mühürledi.”
Bunun sonucu olarak akıbetin vahim olmasından gaflet ettiler.
فَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ “Artık onlar bilmezler.”
94- يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ “Onlara döndüğünüzde, size mazeret beyan ederler.”
قُل لاَّ تَعْتَذِرُواْ “De ki: Mazeret beyan etmeyin.”
لَن نُّؤْمِنَ لَكُمْ “Size asla inanmayız.”
Seferden döndüğünüzde yalandan mazeretlere sığınarak özür beyan edecekler. Onlara de ki: Sizi tasdik etmeyeceğiz.
قَدْ نَبَّأَنَا اللّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ “Çünkü Allah bize sizin durumlarınızdan bildirdi.”
Vahiy ile sizin durumlarınızdan bir kısmını bize haber verdi. Bu da onların içlerinde gizledikleri şer ve fesattır.
وَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ “Allah amellerinizi görecek, Resûlü de.”
Bakalım küfrünüze tevbe edecek misiniz, yoksa küfrünüzde sebat mı göstereceksiniz?
Ayetin ifadesi, sanki onları tevbeye davet etmekte ve bu konuda biraz süre tanımaktadır.
ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ “Sonra hepiniz, gaybı da görülen âlemi de bilene döndürüleceksiniz.”
Ayetin “Sonra Allaha döndürüleceksiniz” demek yerine biraz daha uzun olarak bu tarz gelmesi şuna delalet içindir: O Allah, onların gizli ve açık hallerine muttalidir. Onların içlerinde olan ve fiilen yaptıkları, O’nun ilminden hariç değildir, hepsini bilir.
فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ “O da yapmakta olduğunuz şeyleri size tek tek haber verecek.”
“…tek tek haber verecek” ifadesi “bunlardan dolayı sizi kınayacak ve cezalandıracak” anlamı taşır.
95- سَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ إِذَا انقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُواْ عَنْهُمْ “Yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerinden yüz çevirmeniz için size Allah adıyla yemin edecekler.”
فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمْ “Artık siz de onlardan yüz çevirin.”
إِنَّهُمْ رِجْسٌ “Çünkü onlar pistir.”
Bunları azarlamak kendilerine fayda vermez. Çünkü ayıplamadan maksat tevbeye sevk edecek şekilde onları temiz hâle getirmektir. Bunlar ise murdardır, temizliğe müsait değillerdir.
Ayetin bu kısmı onlardan yüz çevirmenin ve ayıplamayı bırakmanın illetini beyan eder.
وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاءَ بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ “Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer, cehennemdir.”
Bu da illetin devamıdır.
Sanki şöyle denilmiştir: Onlar, cehennem ehlinden murdar varlıklardır. Dünya ve ahirette onları kınamak kendilerine bir fayda sağlamaz.
Veya onların varacağı yerin cehennem olduğunu bildirmek, ikinci bir illeti beyan eder. Yani, ceza olarak onlara cehennem yeter. Dolayısıyla onları ayıplamakla boşa vakit harcamayın.
96- يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْاْ عَنْهُمْ “Kendilerinden razı olasınız diye, size yemin edecekler.”
Yalandan yemin ederek, onlara önceden yaptığınız muamelenin devamını isterler.
فَإِن تَرْضَوْاْ عَنْهُمْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ “Siz onlardan razı olsanız bile, Allah o fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.”
Çünkü sizin onlardan razı olmanız Allahın da râzı olmasını gerektirmez. Böyle olunca tek başına sizin rızanız onlara bir fayda vermez. Allahın gadabını celbetmelerini, cezasına maruz kalmalarını engellemez. Onlar, sizi kandırabilseler de, Allahı kandıramazlar. Dolayısıyla O, onların perdesini kaldırır ve onları zillete düçar eder.
Ayetten maksat, onlara razı olmaktan ve mazeretlerine aldanmaktan sakındırmaktır.
97- الأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا “Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha şedittirler.”
Bedevi Arablar, şehirde yaşayanlara nisbetle küfür ve nifakta daha ilerdedirler.
Çünkü,
-Vahşidirler.
-Kalpleri daha katıdır.
-Ehl-i ilimle içli dışlı olma imkanları yoktur.
-Kitap ve sünneti daha az dinlemişlerdir.
وَأَجْدَرُ أَلاَّ يَعْلَمُواْ حُدُودَ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى رَسُولِهِ “Ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar.”
Onlar, Allahın rasulüne indirdiği hükümleri, farzları ve sünnetleri bilme hususunda daha geridirler.
وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ “Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.”
Allah, hem bedevî hem de medenî olanların her bir hâlini bilir. Onlardan kötülük ve iyilik yapanlara verdiği ceza ve sevapta hikmetle hükmeder.
98- وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يَتَّخِذُ مَا “Bedevilerden öyleleri de vardır ki, verdiğini angarya sayar.”
Bunlar, takiyye veya riya ile infak eden bedevilerdir. Sadaka olarak verdiklerini bir nevi cereme ve haraç gibi görürler. Çünkü Allahın rızasına nail olmak, bununla sevap elde etmek gibi bir niyetleri yoktur.
يُنفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ “Ve devranın aleyhinize dönmesini bekler.”
Bunlar, devranın aleyhinize dönmesini gözlerler. İsterler ki işleriniz ters gitsin, onlar da bu şekilde infaktan kurtulsunlar.
عَلَيْهِمْ دَآئِرَةُ السَّوْءِ“Kötü devran kendi başlarına olsun.”
Bu ifade, “kötü devran onların olsun!” anlamında bir bedduadır.
Veya Müslümanlar hakkında gözledikleri kötü akıbetin kendi başlarına geleceğini bir ihbardır.
وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Allah Semi’, Alîm’dir.”
Onlar infakta bulunurken, Allah onların neler dediklerini işitir, içlerinden gizlediklerini de bilir.
99- وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ “Bedevîlerden kimileri de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe iman eder.”
وَيَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ قُرُبَاتٍ عِندَ اللّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ “İnfak ettiklerini, Allah katında yakınlığa ve Peygamberin dualarını almağa vesile sayarlar.”
Bunlar, verdiklerini haraç saymazlar. Allaha yakınlığa bir sebep ve peygamberin duasına vesile olarak görürler. Çünkü Hz. Peygamber (asm) sadaka verenlere dua ediyor ve bağışlanmaları için istiğfarda bulunuyordu. Bundan dolayı kendisine sadaka verilen kişinin sadaka alırken verene dua etmesi bir esastır.
أَلا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَّهُمْ “Bilesiniz ki bu, (Allah katında) onlar için yakınlıktır.”
Ayette onların itikadının sahih olduğuna ve ümitlerinin doğru çıkacağına ilâhî bir şehadet vardır.
سَيُدْخِلُهُمُ اللّهُ فِي رَحْمَتِهِ “Allah, onları rahmetine alacaktır.”
Ayet, ilâhî rahmetin onları kuşattığını vaad eder.
إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ “Şüphesiz Allah, Ğafur – Rahîm’dir.”
Bu kısım ise, ilâhî rahmetin açıklaması gibidir.