Kur'anın mucize olduğunu gösteren ayetlerden örnekler

 “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.”

(Yunus Suresi, 10:57)

 

Acz ve fakr tezkeresiyle girmeye muvaffak olduğunuz saray-ı Kur’an’ın (Kur’an sarayının) has hazinesinden, gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş cevherleri görüyor ve mezun olduğunuz miktarını necim necim çıkartarak evvela kendiniz bakıyor (sonra da bize) o elmasları gösterip bizi uyandırdınız. Hakikati anlatıp yolumuzu doğrultmaya vesile oldunuz.”

(Hulusi Bey’in Bediüzzaman’a yazdığı bir mektuptan)

 

Bu haftaki görüşmemizde Kur’an sarayını birlikte dolaşacaktık. İçindeki harikulade tablolara bakıp, beşerî olmadıklarını ve olamayacaklarını Thomas’a gösterecektim. Kendi başına sarayda uzun süredir tur atmaya çalışan Thomas, saraydaki harikulade eserleri fark etmemişti. Bugünkü turda kendisine rehberlik yapıp söz konusu eserleri göstermeye çalışacaktım. Tur isteği Thomas’tan gelmişti:

Geçen hafta teorik olarak, semavî bir kitabın insanlar tarafından taklidinin mümkün olmadığı konusunda beni ikna ettin. Ancak, Kur’an’ın böyle bir özelliğe sahip olduğunu gösteren somut deliller göstermedin. Madem, Kur’an’ın benzersiz bir kitap olduğunu iddia ediyorsun, bu iddianı somut delillerle ispat etmelisin. Hem madem Kur’an sarayını eşsiz bir şaheser görüyorsun, o halde, beni de bu sarayda dolaştırıp içindeki harikuladelikleri göstermelisin.

– Aklını da beraberine alarak beni takip edersen, seni hayretler içinde bırakacak bir saray gezintisine çıkaracağım. Kalbini açık tutarsan, eminim onlara hayran kalacaksın.

Bana inancını değil, bildiğin delilleri göster. Kur’an’da olağanüstü gördüğün şeyler nelerdir? Kısaca açıklayabilir misin?

– Memnuniyetle. Kur’an’ı eşsiz kılan birçok özelliği vardır. Bu konuda uzmanlaşan âlimler, ciltlerle kitap yazmışlar. Örnek kabilinden birkaç tanesini seninle paylaşacağım. Birincisi, Kur’an’ın harikulade belagatidir. Yani hiçbir insan sözüne benzemez. Sözleri, düzgün, anlaşılır, yerli yerinde ve kusursuzdur. Yani Kur’an’ın ifadeleri olağanüstü bir güzelliktedir. İkincisi, Kur’an’ın harikulade kapsayıcı olmasıdır. Üçüncüsü, Kur’an’ın geçmiş ve istikbale ilişkin gaybî haberler vermesidir. Yani kâinatla ilgili bilimin sonradan keşfettiği hakikatleri içermesidir. Dördüncüsü, on dört asır önce gelmesine rağmen yeni nazil olmuş gibi tazeliğini koruması ve her asırdaki her insan tabakasına, belki her bir insana hususi hitap ediyor gibi ders vermesidir. Beşincisi, dünya ve ahirete, ezel ve ebede uzanan birçok hakikati görür gibi tarif etmesidir.

İstersen bunların her birini teker teker müzakere edelim. Benim gibi Kur’an’ı Arapça aslından okuma imkânı bulamayan birinin Kur’an’ın belagatini, yani güzel söz söyleme meziyetini anlaması hayli zor. Senin yardımınla anlamaya çalışacağım. Öncelikle Kur’an’ın belagati deyince ne demek istediğini açıklar mısın?

– Kur’an’ın belagatini birkaç noktada özetleyebiliriz:11) Şiir olmamakla beraber, şiirden daha güzel bir vezinle yazılmış gibi akıcı olması. 2) Benzersiz, garip (hayret uyandıran) ve son derece güzel bir üsluba, yani anlatım tarzına sahip olması. 3) Açıklamalarının harika, üstün ve berrak (açık) olması. 4) Manalarının derin ve doğru olması. 5) Kelimelerinin (lafızlarının), anlaşılır (fesahat) ve akıcı (selaset) olması.

Kur’an’ın şiirsel yönünü benim anlamam hayli zor sanırım. Bunun için Arapça bilmek gerekir.

– Haklısın. Kur’an’ın şiir tadındaki tatlılığını tam anlamak için Arapça bilmen gerekir. Ancak, ilginç olan şu ki, Arapça bilmedikleri halde milyonlarca Müslüman Kur’an’ı dinleyip hayran kalıyorlar. Binlerce defa tekrarladıkları halde, usanmadan, büyük bir lezzetle okumaya ve dinlemeye devam ediyorlar. Hâlbuki insan aynı eseri iki defa okuduğunda sıkılır. Aynı sözü birkaç defa duyduğunda gına gelir. Oysa Fatiha gibi bir sureyi birçok Müslüman günde en az 40 defa tekrar eder. Ayda 1200 defa. Yılda ise 26400 defa. Buna rağmen her seferinde sanki ilk defa okumuş gibi keyif ve lezzet veriyor.2

Micheal Sells, Kur’an’a Yaklaşırken (Approaching the Qur’an) isimli eserinde Kur’an’a sadece yazılı bir kitap olarak değil, aynı zamanda sözlü bir hitap olarak yaklaşmamız gerektiğini söylüyor: “Arap dünyası dışında yaşayanlar da dahil olmak üzere, Müslümanların büyük çoğunluğu Kur’an’ı Arapça olarak okumayı öğrenir. Bu şekilde, Kur’an’ın belagatindeki olağanüstü gücü ve güzelliği anlamaları mümkün olur. Kur’an’ın tilaveti, İslam’ın kudretli ikinci halifesi Ömer’den tut, bir çiftçiye, bir köylüye, bir şehirliye, hatta İslam’ın emrettiklerini tam olarak yerine getirmeyenlere varıncaya kadar herkesi gözyaşına boğabilir. Ancak, Arapça okumasını ve konuşmasını bilmeyen Batılılar için Kur’an’ın ne olduğunu bir derece anlamaları bile çok zordur.”3 Sells, kitabına farklı hafızlardan Kur’an tilavetinin olduğu bir CD de ekleyerek, Batılı okuyucularını Kur’an’daki belagati koklamaya davet eder.

Yakın zamanda piyasaya çıkan kitabında Dr. Bruce Lawrence de Kur’an hakkında şöyle diyor: “Kur’an bütün kitaplardan farklı bir özelliğe sahip: O sessizce okunmaktan ziyade sesli okununca daha da güzel olan sözlü bir kitaptır. Ancak, aynı zamanda yazılı olan sözlü bir kitap. Sesindeki güzellik, yazısındaki güzellikten daha fazla olduğu için Kur’an’ı bütün olarak görmek ancak dinlemekle mümkün olur. Müslümanlar için Kur’an’ı dinlemek başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. Onu dinlemek, insanı titreten gaybî ses olarak kudsî vahyin gücünü yaşamaktır. İnsanı harekete geçiren, coşturan, uçuran, şevke getiren bir sestir.

Kur’an yedinci asrın başlarında Arabistan’da Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e okundu ilk defa. Muhammed’in duyduğunu insanlar da o günden kıyamete kadar duyagelecekti. Kur’an’ı dinlemek Müslümanlar için ruhsal bir pusula ve ahlakî bir rehberdir. Katışık, pür bir mesaj. İlk indiği gibi pür ve canlı.”4

Ben pek şair ruhlu biri değilim. Benim için önemli olan manasındaki güzelliktir. Biraz önce Kur’an’ın kelimelerinin manasındaki derinlik ve harikalıktan bahsetmiştin. Bu konuda bir iki örnek verebilir misin?

– Memnuniyetle. Kur’an, kelimelere, hatta harflere öyle manalar yüklemiş ki, anlayanları hayret ve hayranlık içinde bırakıyor. Örneğin, cehennem azabının dehşetini bildiren bir ayette şöyle deniyor: “And olsun, onlara Rabbinin azabından hafif bir esinti dokunsa, muhakkak ‘Eyvah bize! Gerçekten biz zalim kimselerdik’ diyeceklerdir.” (Enbiya Suresi, 21:46) Bu ayet ilahî azabın dehşetini anlatıyor. Hafif bir esinti bile dokununca, insana eyvah dedirtiyor. Ancak, ayet bu mesajı öyle bir tarzda beyan ediyor ki, her bir kelimesi, hatta her bir bağlacı bile asıl mesaja destek verecek şekilde seçilmiş.5

Yani, cehennem azabı öyle dehşetli ki, en azı bile dokunsa insana eyvah dedirtir. İşte, azabın dehşetini göstermek için ayette kullanılan bütün kelimeler “azıcık” manasına kuvvet veriyor. Örneğin, ayet, “lein” kelimesiyle başlıyor. Yani, kesin değil, bir ihtimal azap dokunsa diyor. “Messe” kelimesi, azıcık dokunmaktır. Yine azabın azlığını ifade eder. “Nefhatün” kelimesi, miktarı bir kokucuk kadar, yani sadece bir birimi dokunsa diyor. Kullanılan mastar, söz konusu dokundurma fiilinin sadece bir defa olduğuna işaret ediyor. Kısacası, sıfırdan büyük en küçük bir birim kadar azap dokunsa bile dehşetli olur. “Nefhatün”deki imla işareti, azlığı ifade ediyor. O kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. “Min” ibaresi, azabın tamamı değil, bir parçası manasına gelir. Söz konusu azabın dehşetli olmadığını göstermek için “azabi” kelimesi, Arapça’daki şiddetli azap manasına gelen nekal ve ikâb kavramlarına tercih edilmiş. Çok daha dehşetlisi var. Ancak, en hafifi dokunsa bile insana dehşet verir. “Rabbike” Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi dehşetli azap veren manasına gelen ilahî isimler yerine Rab ismi kullanılmış. Yani, şefkatiyle sadece azıcık bir azap dokundursa bile, eyvah deyip inleyeceksiniz. Kısacası, söz konusu ayette kullanılan bütün kelimeler, bağlaçlar, hatta imla işaretleri bile asıl maksat olan azabın ne kadar dehşetli olduğuna işaret ediyor. Aynı manaya kuvvet veriyor. Öyle, rast gele söylenmemiş. Her bir kelimesi ve harfi seçilerek, ilahî mesaj verilmiş.

Bir misal daha vermek istiyorum. Bakara Suresi’nin üçüncü ayetinde müminlerin şöyle bir hasletinden söz edilir:6 “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” Ayetin mealini okuduğumuzda, müminlerin bağışta bulunan (sadaka veren) kimseler olduğu anlaşılır. Oysa ayetin her bir kelimesini dikkatle inceleyince, çok harika bir şekilde sadakanın beş şartını da ifade ettiği ortaya çıkar. Birinci şart, “ve mimmâ” (kendilerine verdiğimiz o şeyden) kelimesiyle ifade edilmiş. Yani, “size verdiğimiz her şeyi sadaka olarak verip kendiniz muhtaç konuma düşmeyin. Sadakaya muhtaç olmayacak şekilde sadaka veriniz.” İkinci şart, “razeknâ” kelimesiyle ifade edilmiş. Yani, “başkasının malını değil, size rızık olarak verdiğimizden sadaka veriniz.” Üçüncü şart, “razeknâ” kelimesindeki “nâ” ibaresiyle ifade edilmiş. Yani, “sadaka verdiğiniz kişiyi minnet altında bırakmayınız. Çünkü verdiğiniz şey hakikatte size ait değil. Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” Dördüncü şart, “yünfikûn” kelimesiyle ifade edilmiş. Yani, “zaruri ihtiyacı olana veriniz. Eğlencelere sarf edip keyif satacak kişilere vermeyiniz. Çünkü sadaka sadece zaruri ihtiyaçları olanlara makbuldür.” Beşinci şart, “razeknâ” kelimesiyle ima edilmiş. Yani, “Rezzak benim. Size sahip olduklarınızı veren benim. O halde, benim namımla vermelisiniz. Kendi malınızı verir gibi bir hissiyata kapılıp, nefsinize pay almayın.”

İşte çok kısa bir cümleyle sadakanın şartlarını ifade eden ayet, aynı zamanda, sadakanın sadece mal ile sınırlı olmadığını da ima ediyor. Çünkü ayet sadakayı mal ile sınırlamıyor, rızık olarak verilen her şeyi kapsıyor. Yani, sadaka mal ile olduğu gibi, ilim ile de olur. Söz, fiil ve nasihatle de olur.

Kur’an’ın her bir harfinin bile birçok manaları var gibi anlattın. Bir konuyla ilgili kelimelere böyle bir mana yükleyebilirsin. Ancak, hiçbir mana ifade etmeyen harflere ne diyeceksin? Kur’an’da birçok surenin başında geçen harflerden söz ediyorum.

– Onlara huruf-u mukattaa deniyor. Arap alfabesindeki 28 harfin yarısı 29 surenin başında zikredilmiştir. Kur’an uzmanları bu harflerin rast gele zikredilmediğini ve 504 ihtimalden birinin kasıtla seçildiğini tespit etmişler.7 Yani, Kur’an, Arap dilinin kurallarına göre harfleri ve heceleri tasnif ederek, belirli özelliklere sahip olanların yarısını almıştır. Kur’an’ın sırlarına nüfuz edenler, söz konusu harflerin “ilahî şifre” olduğuna hükmetmişler. Hatta bu alanda uzmanlaşan âlimler, söz konusu harflerde birçok sırları keşfetmişler. İbni Arabî gibi Kur’an’ın sırlarını keşfetmekte derinleşen evliyalar için, bu harfler tek başına Kur’an’ın ilahî kelam olduğuna parlak bir delil olmuş. İmam-ı Rabbanî gibi büyük İslam âlimleri söz konusu harflerde birçok gaybî haberleri keşfedip ortaya çıkarmış.

Anladığım kadarıyla, Kur’an’ın ilahî kelam olduğuna iman edenler, onun her bir harfinde bile bir keramet aramışlar. Merak ediyorum, Kur’an niye güneşi tarif ederken, bir “lamba” tabiri kullanmış. Senin iddia ettiğin gibi, harflerin seçimini özenle yapan Kur’an, kelimeleri daha büyük bir özenle seçmeliydi. Niye modern bilimin anlattığı gibi, güneşi anlatmıyor. Hidrojen ve helyumdan oluşan bir yıldız şeklinde tarif etmiyor. Çok daha basit bir kavramla güneşi tasvir ediyor. Oysa eğer Kur’an ilahî bir kelam olsaydı, bilimsel bir tanımlama yapardı. Güneşten bahsederken, kimsenin o zamanlar bilmediği mahiyetini anlatırdı.

– Kur’an’ın güneşi bir lamba diye tarif etmesi birçok açıdan harikuladedir.8Birincisi, bu tasvirle, dünyanın bizim için muhteşem bir saray olarak hazırlandığını ve güneşin ise bu sarayı aydınlatan bir lamba olduğunu ders veriyor. İkincisi, güneş gibi çok büyük bir cismin Allah’ın mülkünde bir lamba olduğunu ders vermekle ilahî azamete ve haşmete dikkatimizi çekiyor. Üçüncüsü, güneş kadar büyük bir cismin bize lamba yapıldığını söylemekle, Allah’ın bize ne kadar büyük bir ihsanda bulunduğunu hatırlatıyor. Dördüncüsü, güneşin hizmetkâr bir lamba olduğunu söylemekle, güneş gibi büyük cisimlere tapmanın ne kadar yanlış olduğunu ders veriyor. Beşincisi, güneş dahil her şeyin Allah’ın emri altında olduğunu ve bir kısım maksatlar için çalıştırıldığını söylemekle tevhidi ilan ediyor.

Kur’an, bilim adamlarının yaptığı gibi, güneşin mahiyetinden bahsetmez. Çünkü Kur’an güneşi anlatan bir astronomi kitabı değil. “Kur’an, güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onun ışıklandıran Zat için bahsediyor.”9Yani, Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve rahmetine delil olması cihetiyle güneşi anlatıyor. Kısacası, sonsuz ilim sahibi olan Rabbimiz Kur’an’da her bir kelimeye binlerce manalar yüklemiştir. Kur’an uzmanları, her bir kelimeyi çok derin hakikat hazinelerini açan birer “hazine anahtarı” şeklinde görmüşler. Bize sıradan gelen kavramların arkasında birçok manalar keşfetmişler.

Bence Kur’an bir ayna rolü oynuyor. Her bakan kişi görmek istediğini yansıtıyor aynada. Söylediğin manalar, kişilerin şahsî yorumları; Kur’an’ın içinde var olan şeyler değil. İnsanlar, Kur’an’ı semavî düşündükleri için kendi hakikatlerini Kur’an’a yansıtıp orada görüyorlar.

– Hayır. Sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet sahibinden geldiği için Kur’an söz konusu meziyetlere sahip. Kur’an, sadece 14 asır önce Arap yarımadasındaki bedevi bir kavme gönderilmedi. O asırdan günümüze değin gelip geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün kavimlere de gönderilmiş. Her kavmin içinde en cahilinden en âlimine, en kısır fehimlisinden, en zekisine kadar, her seviye insana hitap ediyor.

“Bir lafz-ı Kur’anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lafız (kelime), sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’an’ın manaları, dağ gibi akılları işba ettiği (doyurduğu) gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’an bütün ins (insanların) ve cinin (cinlerin) bütün tabakalarını imana davet eder. Hem, umumuna imanın ulûmunu (ilimlerini) talim eder, ispat eder. Öyle ise, avamın (sıradan insanların) en ümmisi (cahili) havâssın (âlimlerin) en ehassına (zirvedekilerine) omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’anîyi dinleyip istifade edecekler...”10

Kısacası, Kur’an’da verilen temel mesaj aynı olmakla beraber, muhataplar farklı olduğu için her seviyedeki insanı tatmin edecek şekilde ders veriliyor. Kur’an’ın herkese seviyesine göre mesajını vermesi herkese yönelik umumi ders olmasının gereğidir. Aksi halde, herkese rehber olamazdı. Örneğin, üniversite mezunlarının anlayacağı seviyede konularını anlatsaydı, daha düşük seviyede eğitim alanlar, hatta hiç eğitimi olmayanlar nasipsiz kalacaktı. Eğer ilkokul mezununa göre anlatılsaydı, üniversite mezunları için çok basit ve sıkıcı olurdu. O halde, her asra ve her seviyedeki insana umumi rehber olarak gönderilen semavî bir kitabın hem son derece basit, hem de son derece ileri düzeyde olması gerekir. Tabir yerindeyse, hem ilkokul mezunu hem de üniversite hocasının anlayıp tam istifade ettiği bir kitap olması lazım.

Kur’an’daki mana derinliğini Dr. Bruce Lawrence kitabında şöyle açıklıyor: “Kur’an birçok manaları içeren Arabî bir kitap. Onu Arapça okuyup anlayanlar bile, birçok farklı manalar çıkarıyor. Bazen birbirinden farklı bile oluyor bu manalar. Arapça bilmeyenler ise, Kur’an’ın kastedilen mesajının ancak çok küçük bir kısmına mazhar olabiliyor. İnsan tecrübesinin sınırları bizim Kur’an’a yaklaşımımızı da sınırlıyor. Hz. Muhammed’e doğrudan gelen mesajla, kitaba aktarılmış mesaj arasında fark vardır. Arapça Kur’an semavî mesajın ikinci halkasını oluşturuyor. Kur’an’ın İngilizce meali ise yeni bir halka daha ekliyor. Asıl kaynaktan uzaklaştıkça, mesajdan tam istifademiz azalıyor. Ancak, bütün bu handikaplara rağmen, Kur’an’ın mealini okuyarak istifade edebiliriz.

Kur’an, İngilizce’ye İslam’ın canlı ruhsal özünün sesli bir ekosu olarak yansır. Onu Arapça veya başka dilde okuyan biri, onun ‘Ayetler (İşaretler) Kitabı’ olduğunu anlayacaktır. Çünkü binlerce ayetinin her birinin çok ince işlenmiş nakış gibi olduğunu görecektir. Kelimeden öte bir şeyler onlar da… Arapça’da Kur’an’ın en küçük anlamlı parçalarına ‘ayet’ deniliyor. Ancak ‘ayet’ aynı zamanda ‘işaret’ veya ‘mucize’ manasına da geliyor. Müşahhas işaretler olarak Kur’anî ayetler tükenmez bir hakikatin süzmeleridir. Mana içinde mana bulundurur. Nur içinde nur. Mucize içinde mucize.”11

Söylediklerini prensipte katılıyorum. Her asra ve her asırdaki her seviye insana hitap eden bir semavî kitabın senin sözünü ettiğin meziyetleri bulunmalı. Ancak Kur’an’ın da öyle olduğunu düşünmüyorum.

– Senin bu konuda ne düşündüğün çok da önemli değil. Çünkü Kur’an uzmanı değilsin. Ancak, önyargılarını aştığında Kur’an’ın bir kısım harikulade özelliklerini takdir edebilirsin. Her şeyin uzmanına kulak verdiğimiz gibi, Kur’an’ın meziyetlerini de uzmanlarından dinlemeliyiz. Şimdiye kadar gelip geçmiş milyonlarca Kur’an uzmanı senin dediğinin tam aksini söylemişler. Hatta daha da ileri gidip “İstediğin her şey için, Kur’an’dan her ne istersen al” demişler. Kur’an’ı her derde deva, her ihtiyaca gıda görmüşler. Daha da ilginci, uzmanlık alanları, zekâ ve anlama seviyeleri birbirinden çok farklı olan yüz binlerce farklı seviyedeki Kur’an muhataplarının her birisi Kur’an’ı okuyunca sanki yalnızca kendileri için yazılmış gibi bir hisse kapılmışlar.12 Doğrusu, Kur’an’ın bu özelliği bile tek başına bir mucizedir. Çünkü bu şekilde on dört asırda her seviye insana hitap eden, onlara aynı dersi verip ikna eden ve hepsini tatmin eden başka bir eser yoktur.

Âlemlerin Rabbi, Kur’an’ı herkese her vakit rehber yapmak için bir başka meziyetle daha donatmış. Meşguliyet veya gafletinden Kur’an’ın tamamını okuyup, ondaki mesajı hatırında tutmakta zorlanan insanlara her bir sureyi küçük bir Kur’an suretine çevirmiş. “Bir tek ayet, o surenin hazinesini içine alır. Ayetlerin çoğu, her birisi birer küçük sure; surelerin çoğu, her birisi birer küçük Kur’an’dır... Hatta Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi besmelede münderiç (yerleştirilmiş) olduğuna, ehl-i keşif (Kur’an hakikatlerini keşfedenler) müttefiktirler (hemfikirdir).”13

Bu sırdandır ki, şuurlu bir Müslüman her hayırlı işe besmele ile başlar. Kur’anî mesajı bu kısa ibareyle hatırlayıp hayatına şekil verir. Yani, besmele çekmekle, her şeyin sadece Rabbinin kontrolünde olduğunu düşünür. Sebepler dairesinde üzerine düşeni yaptıktan sonra tevekkül eder. Kendisine verilen sıkıntıların imtihan için olduğunu bilir, sabreder. Nimetlerin ise şükür için olduğunu bilir, hamd eder.

Bence çok abartıyorsun. Senin dediğin özelliklerde hiçbir eser yazılmamış ve yazılamaz. Önce Kur’an’ı her asırda ve her seviyedeki insana hitap eden bir kitap olarak tanımladın. Sonra da, Kur’an’ın her bir suresi hatta her bir ayeti bir küçük Kur’an dedin. Rasyonel bir insan böyle bir iddiayı kabul edemez. Çünkü aklen kabulü imkânsız bir şey.

– Bence Kur’an’ın tarif ettiği manada Rabbini tanıyan biri için söylediklerim son derece makul şeyler. Akıl, onları reddetmez. Aksine, sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz rahmetin gereği olduğunu bilir ve kabul eder.

Aynı akıldan bahsetmiyoruz galiba. Benim aklıma göre söylediklerin çok saçma. Seninkine göre ise çok makul. Akıl niye ikimize farklı sonuç gösteriyor anlamıyorum?

– Sorun akıldan kaynaklanmıyor. Sorun aklın kullandığı aydınlatıcı aracın farkından kaynaklanıyor. Akıl bir göz gibidir. Görme kabiliyeti var, ancak kendi başına göremez. Işığa ihtiyacı var. Gerçi kendisinin çok sönük bir ışığı var. Ancak, kapkaranlık kâinatı aydınlatmak için yeterli değil. Aklın kendi ışığı ateşböceğinin ışığına benzer. Oysa Kur’an güneş gibidir. Her tarafı aydınlatır. Aklın sönük ışığına güvenip bakanlar veya başka akılların bir araya gelerek oluşturduğu el fenerini (semavî mesaja dayanmayan dinsiz felsefeyi) kullananlar hakikati görmekte zorlanır. Onun için Kur’an güneşinin altına girip, akıl gözüyle her şeye bakmak gerekir. Seninle aynı aklı kullandığımız halde farklı şeyler görmemizin sırrı budur.

Biraz önce iddia ettiğin şeyin aklen nasıl makul olduğunu izah edebilir misin?

– Elbette. Sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi bir ilah için hiçbir şey zor değildir. Yani O’nunla her şey mümkündür. Bir canlının vücudunu, bütün programını gözle görülmeyecek kadar küçük genlerine yazan, yani vücudunun tamamını küçük bir minyatür halinde onu her bir hücreye yerleştiren sonsuz kudret için Kur’an’ın tamamını her bir sureye ve her bir ayete yerleştirmek hiçbir şekilde zor olmaz. Hem de, her bir ayeti küçük bir Kur’an şekline sokmak, sonsuz rahmetiyle insanı sapıklıktan koruyup hidayete erdirmek Rabbimizin rahmetinin gereğidir.

Sen Kur’an’a beşerî bir kitap olarak baktığın için ayetlerindeki harikuladeliği göremiyorsun. Kur’an’ın asıl davasının tevhit ve nübüvvet olması bu sırdandır. Çünkü harikulade ayetleri görüp, Allah’a ve peygambere iman eden için Kur’an bir güneş olur. Yani, imanla gözünü açan için Kur’an güneşi fayda verir. İnatla gözünü kapatana hiçbir güneş fayda vermez. Seninle Allah’ın varlığı ve Kur’an’ın semaviliği etrafında dönüp dolaşmamız bu sırdandır. Çünkü bu iki meseleyi halletmedikten sonra sana ne anlatırsam manasız olur. Ancak, Allah’ın kâinattaki ve Kur’an’daki ayetlerinin semavî olduğunu gördükten sonra senin nazarında onlar milyarlarca kat değer kazanır. Tıpkı, sıradan gördüğün ve 5 dolar değer biçtiğin bir tablonun üzerinde Picasso’nun imzasını fark edince değerinin aniden 5 milyon dolara çıkması gibi.14

Kur’an’ın semaviliğini gören biri için “her bir kelimesi bir mucize olur. Çünkü o vakit bir tek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakâiki (hakikat ağacını) manen tazammun edebilir (içine alabilir). Hem, merkez-i kalp (kalbin merkezi) gibi hakikat-i uzmanın (en büyük hakikatin) bütün azasına (parçalarına) münasebettar olabilir. Hem, bir ilm-i muhite (sınırsız ilme) ve nihayetsiz bir iradeye istinat ettiği (dayandığı) için, hurûfuyla (harfleriyle), heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki, ulema-i ilm-i huruf (harf ilminin inceliklerini bilen âlimler), Kur’an’ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar (sırlar) bulduklarını iddia ederler ve davalarını, o fennin (ilmin) ehline ispat ediyorlar.”15

Biraz önce söylediğim gibi, âlimler pekâlâ kendi düşüncelerini Kur’an’a yansıtabilirler. İnsanların kutsal gördükleri bir eserle bağlantı kurarak kendi fikirlerini pazarlayabilirler. Âlimlerin yaptıkları farklı yorumların hepsinin Kur’an’da olduğuna kim karar verecek?

– Kur’an soyut bir tablo değil ki, her bakan kafasına göre yorumlasın. Kur’an, Arapça dil kurallarına göre kelime ve harflere yüklenen ilahî bir mesajdır. Ancak, söz konusu harfleri ve kelimeleri kullanan sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi olunca, o kelime ve harflere açıktan, imayla, işaretle yüklenebilecek bütün manaları bilir. Farklı asırlarda farklı seviyedeki muhataplarına göre farklı manalar yükleyerek mesajını gönderebilir ve göndermiştir. Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadisinde işaret ettiği gibi “elfaz-ı Kur’aniye (Kur’an’ın sözleri) öyle bir tarzda vazedilmiş (yerleştirilmiş) ki, her bir kelamın (sözün), hatta her bir kelimenin, hatta her bir harfin, hatta bazen bir sükûnun (harfin harekesiz okunması) çok vücuhu (cihetleri) bulunuyor, her bir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”16

Öyle herkesin kafasına göre yaptığı yorum Kur’anî kabul edilmiyor. Ancak, “ulûm-u Arabiyece (Arapça dilinin kurallarına göre) sahih (doğru) ve usul-ü diniyece (dinin esaslarına göre) hak olmak şartıyla ve fenn-i maanice (mana ilmine göre) makbul ve ilm-i beyanca (belagat ilminin hakikat, teşbih, istiare, mecaz ve kinaye kurallarına göre) münasip ve belagatçe müstahsen (beğenilen) olan bütün vücuh (cihetler) ve maani (manalar), ehl-i içtihat (müçtehitler) ve ehl-i tefsir (müfessirler) ve ehl-i usulüddin (kelam âlimleri) ve ehl-i usulü’l-fıkhın (fıkıh âlimlerinin) icmaıyla (ortak kararıyla) ve ihtilaflarının (ayrıldıkları konulardaki) şehadetiyle, Kur’an’ın manalarındandırlar.”17

Kur’an’ın üç önemli vasfını saydın. İlk iki vasfı, ifadesindeki güzellik ve manasındaki derinlikti. Arapça bilmediğim için bu iki noktayı tam anlamam mümkün değil. Gerçi, bu kadar güzelliğin bir nebzesi tercümeye de yansımış olmalı. Merak ediyorum, bugüne kadar Kur’an meali okuyarak senin söylediğin harikuladelikleri gören olmuş mu acaba? Saydığın güzellikleri içeren bir kitabın çevirisi dahi birilerini büyülemeli diye düşünüyorum. Bana bu şekilde etkilenen tek bir kişi gösterebilir misin?

– Evet, gösterebilirim, hem de bir değil, binlercesini. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, bulunduğumuz şehirde ikamet eden Mike adında bir dostum var. Birkaç sene önce camide kelime-i şehadet getirirken onun imanına şahitlik edenler arasındaydım. O günden beri, çok samimi arkadaş, candan kardeş olduk. Bana inanmıyorsan sana Mike’ın cep telefonunu vereyim, hemen şimdi ara, sana nasıl Müslüman olduğunu anlatsın.

Gerek yok aramama. Sana güveniyorum. Sen anlat onun nasıl Müslüman olduğunu.

– Mike’ın Rabbini arama serüveni seninkine çok benzer. Doğrusu tek başına bir kitaba konu olacak kadar ilginç bir hidayet öyküsü var. Gözyaşlarına boğularak anlatmıştı bana. Mike, Hıristiyan bir ailede doğduğu için önceleri Hıristiyan olur. Ancak üniversite yıllarında, okuduklarının tesiriyle, Hıristiyanlığın pek de akla makul gelmediğini anlar. Özellikle teslis inancını kabullenmekte zorluk çeker. İçine düşen şüpheleri gidermek için yardım istediği din görevlilerinin çaresizliğini anlar. Sonunda Hıristiyanlığı terk ederek ateist olur. Fakat kâinatın gizemli hadiseleri ve mükemmel eserleri üzerinde düşündükçe bir yaratıcı olabilir ihtimali tekrar aklına ve kalbine yerleşir. Ama yaratıcıyı doğru şekilde tanıtan ilahî mesajdan habersiz olduğu için “agnostik” olmaya karar verir. Yani yaratıcının bilinmezliğine inanır.

Derken tanıştığı ve sonradan eşi olacak bir Müslüman vesilesiyle internet üzerinden İslam’ı araştırmaya karar verir. Google’a (arama motoru) gidip İslam kelimesini yazar, karşısına Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’nın tercümesi çıkar: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahman Rahim’dir ve Din gününün sahibidir.” Bu ilk dört ayeti okuyunca şimşek çarpmış gibi bir şok geçirir. Ayetlerin ifade ettiği manalar aklından girip kalbinin derinliklerine kadar işler. İçini müthiş bir heyecan, helecan kaplar. Vücudu tir tir titremeye başlar. Oturduğu yerden kalkar, evin içinde divaneler gibi tur atmaya başlar. Derken biraz durulunca tekrar yerine gelip oturur.

Sureyi baştan alarak tekrar okumaya başlar ve beşinci ayetin sonuna kadar okur: “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz.” İlk yaşadığı şoku bir daha yaşar. Bir türlü surenin sonunu getiremez. Beşinci ayette çakılıp kalır. Yine müthiş bir heyecan ve titremeyle yerinden fırlar, odada dolaşmaya başlar. Okuduğu ayetlerden aldığı şevkle vecde gelir, Mevleviler gibi döner odada. Bir daha oturur, bu sefer bir ayet daha okur. Yine aynı haleti yaşar. Derken son bir hamle yapıp dördüncüde surenin tamamını okur: “Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil.” Surenin sonuna gelince Rabbinin bu sözlerle kendisiyle konuştuğunu hisseder. Mike, bir tek surenin mealindeki mana güzelliğiyle Rabbinin yolunu bulur ve Müslüman olmaya karar verir.

Pek de çabuk dönüş yapmış. Ben öyle değilim. Yıllarca inandığım doğruları bir çırpıda terk etmem mümkün olmaz. Okuduğum Kur’an mealinde Mike’ın gördüğü gibi harikulade bir şey görmedim. En iyisi, sen bana öncelikle Kur’an’daki bilimsel gerçeklerden bahset. Eğer son birkaç asırda keşfedilen bilimsel hakikatlerin bazıları Kur’an’da varsa Kur’an’ın semavî kaynaklı olduğuna ilişkin kuvvetli delil olur. Bu delilleri görüp tatmin olursam ilk iki delil olan belagat ve mana derinliğinin var olup olmadığını anlamak için Arapça’yı bile öğrenirim.

– Kur’an’ın semavî olduğunu kanaat getirince Arapça öğrenip belagatindeki güzelliği görmek istemen takdire şayan. Ancak öncelikle Kur’an’ın diğer mucizevî özelliklerine bakmak istiyorsun. Seni anlıyorum. Kur’an’ın belagati, Kur’an sarayının harikulade dizayn, dekorasyon ve düzenine benziyorsa, içindeki bilimsel ve gaybî mucizeler ise, on dört asır önce hiçbir yerde olmayan harika ve benzersiz eserlere benzer. Hiçbir çarşıda satılmayan ve hiçbir kimseye malum olmayan söz konusu eserlerin Kur’an sarayında bulunuyor olması, Kur’an’ın semavî olduğunu gösteriyor.

Biliyor musun iki haftadır senin bilimsel mucizelerini heyecanla bekliyorum. Henüz bir şey duymadım senden. Şimdiye kadar iddia ettiklerini Kur’an’dan göstereceğin örneklerle ispatlamanı bekliyorum.

– Bu hafta da görüşmemizin sonuna geldik. Biraz daha sabretmeni diliyorum. İnşaallah gelecek haftadan itibaren bu konuyu müzakere ederiz. Anladığım kadarıyla, Kur’an’daki bilimsel mucizelere çok büyük önem veriyorsun.

Haklısın. Çünkü eğer iddia ettiğin gibi Kur’an semavî bir kitapsa Yaratıcı ona koyduğu bilimsel hakikatlerle insan eseri olmadığını gösterecektir. Yani bilimsel mucizeler bir nevi içsel “ilahî imza” mahiyetinde. Bu nedenle, ısrarla söz konusu imzaları göstermeni istiyorum.

– Biliyorsun Kur’an, bilim kitabı değil. Bu nedenle bilimsel gerçekleri içerme oranı ve ifade tarzı farklıdır. Asıl bakman gereken, mutlak anlamda doğrulanmış bilimsel hakikatlere aykırı görüşler içermemesidir. Çünkü eğer senin iddia ettiğin gibi Kur’an beşerî kitapsa ve kâinatla ilgili ayetler içeriyorsa yazdıklarının birçoğunun yanlış olması gerekir. Çünkü on dört asırlık bilim tarihinde, insanların kâinat anlayışı çok büyük oranda değişime uğradı. O zamanlar mutlak hakikat gibi inanılan birçok şeyin yanlış olduğu ortaya çıktı. Biliyorsun, çok gerilerde değil, 17. yüzyılda, dünyanın döndüğünü söylediği için, Galileo kilise tarafından yargılanmış ve ömrünün son yıllarını evde hapis geçirmeye mahkûm edilmiştir. Merak ettiğim için sormak istiyorum: Ne tür bilimsel gerçekleri Kur’an’da bulsan semavî olduğunu kabul edeceksin?

Özellikle son asırlarda keşfettiğimiz bilimsel gerçekleri, mesela izafiyet teorisini, Kur’an’da bulursam hayli ilginç olur. Ben de bir şey sormak istiyorum. Kur’an’da bilimsel mucize varsa ve gösterirsen bu senin argümanını desteklediği gibi, aksi durumun olması da benim argümanımı destekler. Ben de bilimle çelişen ayetleri bulup sana göstermeye çalışacağım. Sen ne tür çelişkileri, Kur’an’ın semavî olmadığına delil olarak kabul edersin?

– Darvin’in evrim teorisi gibi insanlığın en büyük yalanı dediğim sözde bilimsel gerçeklere aykırı şeyler bulabilirsin. Bu durumda, bilim değil, Kur’an doğruyu söylüyor, derim. Ancak bizim için neredeyse kesin doğrulanmış bilgi olan konularda açıkça çelişen ayetler göstermen gerekir. Örneğin, dünyanın yuvarlak olduğu fikri herkesçe kabul edilen bir gerçek. Uzaydan çekilmiş resimler var elimizde. Kimse buna itiraz edemez. Eğer “Dünya yuvarlak değil, düzdür” diyen bir ayet gösterirsen sen davanı ispat edersin. Son bir soru da benden: “İncil’i daha önce defalarca okuyan eski bir Hıristiyan olarak, Kur’an’ı nasıl buldun? Rasyonel prensiplerine göre, hangisi daha makul sence?”

Hiç kuşkusuz Kur’an daha makul geliyor. 10 puan üzerinden değerlendirme yaparsak şimdiye kadar öğrendiklerime göre İncil’e 1 puan, Kur’an’a ise 4 puan veririm. Kur’an’ın hem insanı düşünmeye, akıl etmeye çağırması hem de İncil’e kıyasla aklen kabul edilebilir olmasını beğendiğim için şimdiye değin okudum. Yoksa çabuk sıkılıp bir kenara koyardım.

– İslam’ı kısmen tanımakla, Hıristiyanlıktan daha makul olduğunu anladığına göre senin gibi rasyonel insanlar doğru İslamiyet’i tanıdıklarında benzer şeyi düşünecekler. Asırlarca kilisenin baskısı ve oryantalistlerin çarpıtmasıyla doğru İslam’dan habersiz kaldılar. Bugün, bilgi ve iletişim çağındayız. Bu çağda doğru İslam’ı öğrenenlerin çoğu ona dâhil olacaklardır.

Bence bir dine tabi olmak isteyen biri İslam ve Hıristiyanlığı tarafsızca incelerse İslam lehine karar verecektir. Her neyse. Ayrılmam gerekiyor. Eğer sözünü ettiğin gibi gaybî ve bilimsel bilgiler (eserler) Kur’an’da varsa, semaviliğini gösterir. Ancak, Kur’an beşerî bir kitap ise sadece kendi zamanındaki bilimsel bilgileri içeriyordur. Gelecek hafta anlatacaklarını merakla bekliyorum.

– Merak ilmin hocasıdır derler. Aslında insana verilen merak duygusu insanı hakikate sevk etmek içindir. İnşaallah, gelecek hafta turumuza kaldığımız yerden devam ederiz. Sana Kur’an sarayındaki harikulade birçok eseri göstermeye çalışacağım.

* * *

Bu haftaki görüşmemizde açıkça anlaşıldı ki Kur’an’ın her bir ayeti, her bir kelimesi, hatta her bir harfi birçok hakikatleri içeren elmas hazinelerine benzer. Bediüzzaman’ın yardımıyla bu hazineden çıkardığımız bir iki elmas bile Thomas’ın tenkitlerini kesmek için yeterli olmuştu. Thomas, hazinenin varlığına inandığında, Arapça’yı öğrenerek elmasları çıkaracağını ifade etmesi hayli ibretli. Doğrusu, hazinenin varlığından zerre kadar şüphem olmamasına rağmen, cevherlerini çıkarmak için çok gayret göstermediğime hayıflandım. Kur’an ırmağına testimi daldırıp kana kana içmediğime üzüldüm. Mevlana’nın şu hikayesi beni teselli etti:

“Hakim-i Gaznevi buyurmuştur ki: Tayla anası su içerken seyisler, ‘atlar gelsinler, su içsinler’ diye ıslık çalıyorlardı. Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su içmekten vazgeçti. Anası ‘Yavrucuğum niye ürküyorsun, su içmiyorsun?’ diye sordu. Tay dedi ki: ‘Bunlar ıslık çalıyorlar, hep birden ıslık çalmalarından korktum. Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık çalıp bağırmaları beni korkuttu.’

Anası: ‘Dünya kurulalı beri abes işlerde bulunanlar vardı. Bu dünya böyle kurulmuş böyle gider! Benim akıllı yavrucuğum, onların kendi saçlarını sakallarını yolmaları yakındır. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor. Sudan ayrılırsan ayrılık seni şahrem şahrem eder. Bundan önce davran da ab-ı hayatla dolu olan ırmaktan su içmeye bak.’

Ey gafil susuz! Biz velilerin sözlerinden Hızır’ın ab-ı hayatını içmekteyiz, gel. Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de testini suya daldır. Bu ırmakta su var, bunu duydun ya, köre taklitle iş yapmak gerek. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır, daldırınca ağırlaştığını anlarsın. Anlarsın da su olduğuna inanırsın. Gönlün o zaman bu kuru taklitten kurtulur. Kör, ırmak suyunu açıkça göremez, ama testinin ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir. Çünkü testi önce hafif idi, ırmağa daldırınca ağırlaştı. İçi hayli suyla doldu. Evvelce her yel beni kapıp götürürdü. Fakat şimdi ağırlaştım, beni yel kapamaz artık.”18

 

Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.

 

Dipnotlar:

1 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua.

2 İnsan, ihtiyaç duyduğu şeyi aldığında büyük lezzet duyar. İhtiyaç tekrarlandığında onu tatmin edecek gıdayı almak insana bıkkınlık vermez. Örneğin, ihtiyaca binaen her dakika oksijen, her gün su ve ekmek tüketmemize rağmen, yine bıkmıyoruz. Aksine, her defasında ihtiyacımıza kâfi gelecek miktarını büyük bir iştahla tüketiyoruz. Allah, su ve oksijeni bedenimize gıda yaptığı gibi, Kur’an’ı da ruhumuz için gıda yapmıştır. Bediüzzaman’ın tabiriyle: “Kur’an, kulûba (kalplere) kut (azık) ve gıda ve ukûle (akıllara) kuvvet ve gınadır (zenginliktir) ve ruha mâ (su) ve ziya (ışık) ve nüfûsa (cana) deva ve şifa olduğundan, usandırmaz. Her gün ekmek yeriz, usanmayız; fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usandıracak. Demek, Kur’an, hak ve hakikat ve sıdk (doğruluk) ve hidayet ve harika bir fesahat (güzel söz) olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini (tazeliğini), halavetini (tatlılığını) de muhafaza ediyor.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Dördüncü Nokta)

3 Micheal Sells, Approaching The Qur’an, White Cloude Press, Second Edition, 2007, s. 3-4.

4 Bruce Lawrence, The Qur’an: A Biograhphy, Atlantic Monthly Press, 2007, s. 7.

5 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Birinci Nokta.

6 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Birinci Nokta.

7 Huruf-u Mukattaa’nın sırlarını Bediüzzaman İşaratü’l-İ’caz isimli eserinin Hurûf-u Mukattat kısmında özetle anlatmıştır.

8 Nuh Suresi’nin “Güneşi bir lamba yaptı” mealindeki 16. ayetini, Bediüzzaman Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şule, İkinci Suret, Üçüncü Noktası’nda tefsir ediyor.

9 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Üçüncü Nokta.

10 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret, Beşinci Nokta

11 Bruce Lawrence, The Qur’an: A Biograhphy, Atlantic Monthly Press, 2007, s.8.

12 “Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin (insan sınıfının) her bir tabakasına, güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir (yöneliktir), hitap ediyor. Evet, bütün benî Âdem’e (insanlığa) bütün tabakatıyla (sınıflarıyla) en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nurani fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslamiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise, her neve, her tâifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Üçüncü Şua, Üçüncü Cilve) “Hem o Kur’an, mütebaid (geniş), müteaddit (çok sayıda) muhatabin (muhataplar) esnâfına (grubuna) müteveccihen (yönelik) mütekellim olduğu (konuştuğu) halde; öyle bir suhulet-i beyanı (açıklama kolaylığı), bir cezalet-i nizamı (ahekli anlatışı), bir vuzuh-u ifhamı (açık anlatımı) var ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hatta, her bir sınıf zanneder ki, bilasale (bizzat) muhatap yalnız kendisidir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule, Birinci Nur)

13 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua, Beşinci Lem’a, Birinci Işık.

14 Jackson Pollock’un 1948 yılında yaptığı soyut bir tablo 2006 yılında yaklaşık 143 milyon dolara satılmıştı. Kuşkusuz soyut sanattan anlamayanlar ve Pollock’un imzasını tanımayanlar için söz konusu tablo 143 dolar bile etmez.

15 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua, Beşinci Lem’a, İkinci Işık.

16 Keşfü’l-Hafa’da (1/189) geçen bir hadisin Bediüzzaman tarafından Yirmi Beşinci Söz’de yapılan yorumu.

17 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua, Beşinci Lem’a.

18 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 237.

 

Yazar:

Kategorisi:
Kur'an'ı Okuyan Bir Ateist'in Soruları ve Verilen Cevaplar
Gönderi tarihi: 29-08-2009
5,283 kez okundu