Senin inandığın Allah, hiçbir şeye muhtaç değil. Demek ki kâinatı ve insanı da yaratmak mecburiyeti veya ihtiyacı yoktu. O hâlde niye yarattı her şeyi?
– Bir hadis-i kudside Allah şöyle diyor: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim, bundan dolayı da Beni tanımaları, gizli güzellik ve mükemmelliğimi bilmeleri için varlıkları yarattım.” Demek ki yaratılışın asıl gayesi, Allah’ın kendini bize tanıtması ve bildirmesidir. Nasıl ki mükemmel maharetleri olan bir sanatkâr, mecbur olmadığı hâlde, sanat eserleri yaparak sanatını görmekten ve başkalarına göstermekten zevk alıyor; Cenab-ı Hak da her şeyi yoktan varlık alemine çıkararak, kendi sanatını hem bizatihi, hem de şuurlu varlıkların nazarıyla müşahede eder.1
– Yaratıcı’yı insana benzetmek yanlış değil mi? Sen her zaman Yaratıcı’nın her şeyden ve herkesten farklı olduğunu söylüyorsun.
– Haklısın, Yaratıcı hiçbir şeye benzemez. Her şey O’nun isimlerine ayna olur veya O’nun isimlerinin gölgesidir. Aynadaki misal ile asıl arasında şeklen benzerlik olması, onların gerçekte birbirinin aynısı olduğu manasına gelmez. Gölgen sana benzemekle beraber, senden sonsuz derece farklı bir varlıktır. Gölgenin varlığı, gölgesi olduğu şeyin varlığına bağlı olduğu gibi kâinatın varlığı da gölgesi olduğu İlahî isimlere bağlıdır. Bu anlamda, insan da Allah’ın isimlerine çok kapsamlı bir ayinedarlık eder. Allah, bize verdiği gölge niteliğindeki fiillerle, kendini bize tanıtıyor. Böylece Allah’ı bir derece anlayabiliyoruz.
– Bence söylediğin şeyler Yaratıcı’nın insan gibi olduğunu düşünmektir. Yaratıcı hiçbir şekilde insanlarla benzer sıfatlara sahip olmamalı.
– İslam’a göre Allah’ın iki türlü sıfatı var. Zatî ve sübutî. Birincisi, sadece Allah’a mahsustur. İkincisi insanda da zayıf bir gölge şeklinde bulunur. Allah’ın altı zatî sıfatı vardır: Vücud (var olmak), kıdem (ezeli olmak), beka (ebedi olmak), vahdaniyet (tek olmak), muhalefetün li’l-havadis (sonradan olanlara benzememek) ve kıyam binefsihi (varlığı kendinden olmak). Bu sıfatlar sadece Allah’a mahsus oldukları için gerçek manada mahiyetlerini idrak etmek bizim kapasitemizin ötesindedir. Bu sıfatların hiçbir benzeri olmadığı için herhangi bir şeyi referans vererek kavrama imkânımız yok.
Allah’ın sübutî sıfatları ise sekiz tanedir: Hayat, ilim, sem’ (her şeyi işitmek), basar (her şeyi görmek), irade (dilediğini yapabilmek), kudret (güç ve kuvvet sahibi olmak), kelam (konuşmak) ve tekvin (yaratmak). İslam’a göre Allah’ın sübutî sıfatları insanda da görülür. Daha da önemlisi, insan bu sıfatlar sayesinde Rabbini daha iyi anlama imkânına sahip olur. Allah Malik’tir, diyoruz; yani her şeyin sahibidir. Biz de geçici ve kısmî dahi olsa bir şeylere sahiplik iddia ediyoruz. “Benim evim, benim arabam” diyoruz. Bu sahiplik düşüncesiyle, Allah’ın malikiyetini anlıyoruz. Çünkü küçük bir eve kısmen sahip olmakla bütün âlemlerin sahibi olmanın ne demek olduğunu daha iyi anlıyoruz. Dolayısıyla bizim fiillerimizle, Allah’ın fiilleri arasında gölge-asıl arasındaki fark kadar fark vardır. Ancak bize verilen meziyetlerle Rabbimizi tanıyabiliriz.
– İnsan aciz, kusurlu, ölümcül bir varlık iken nasıl biraz önce saydığın sıfatlara sahip olabilir? Hem de bu sıfatlarla bir İlah’ın aynası nasıl olur?
– İnsan Allah’a değil, Allah’ın isimlerine üç şekilde ayinedir.2 Birincisi, nasıl ki karanlık, lambanın ışığını fark ettirir, insan da sonsuz acizliği ve sonsuz fakirliğiyle, sonsuz kudret ve rahmet sahibini gösterir. Tıpkı yeni doğan bir bebeğin aciz ve muhtaç oluşunu bilip kendisinden daha kuvvetli birine sığınması gibi. Bebek ne yapıyor? Ağlayarak yardım talep ediyor. İnsan da gerçek manada aciz ve fakir olduğunu anladığı oranda, Ganî, Kerîm ve Kadîr olan Rabbine iltica eder. İnsan, aciz olmasına ve fakirliğine rağmen bitkiler, hayvanlar, dağlar ve denizler, hatta güneş ve ay ona hizmetkârdır. Bu nasıl olabilir? Demek ki perde arkasında sonsuz kudret, sonsuz ilim ve sonsuz rahmet sahibi bir Zat var, bunları gerçekleştiriyor.
İkinci tür ayinedarlık ise insana verilen çok sınırlı ilim, kudret, görmek, işitmek, sahip olmak gibi sıfatlar. İşte bu numuneler, Allah’ın sübutî sıfatlarını insanın üzerinde yansıtmasıdır. İnsana bu sıfatları bildirmesidir. Örneğin, kendine bir mesken inşa eden bir insan diyebilir ki “Nasıl bu evi yaptım, yapmasını biliyorum, görüyorum ve onun malikiyim, aynı zamanda onu idare ediyorum; öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder.”3
Üçüncü ayinedarlık ise İlahî isimlerin nakışlarının insan üstünde yansımasıdır. İnsan, kendisine verilen maddî ve manevî cihazlar, cevherler, hisler ve heveslerle Allah’ın birçok ismine ayine olur. Denilebilir ki Allah’ın isimlerinin en güzel nakışları insanda tecelli eder.
– Anladım. Yaratılışın sebebiyle ilgili soruya geri dönelim istersen. Anlattıklarına göre, Yaratıcı kendini tanıttırmak için her şeyi yaratmış. Şuurlu varlıkları da eserlerini görüp takdir etsin diye var etmiş. Melekler bu işi görebilirdi. Niye insan diye ayrı bir varlık yaratmış?
– Kur’an, ilk insan olan Hz. Âdem’in yaratılış kıssasıyla bu soruna cevap veriyor: “Düşün ki Rabbin meleklere: ‘Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim’ dediği vakit, ‘Biz, seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?’ dediler. ‘Herhâlde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!’ buyurdu ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip ‘Haydi davanızda doğru iseniz Bana şunları isimleriyle haber verin!’ buyurdu. Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için Sen’in bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi sadece Sensin, Sen!’ dediler. ‘Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver!’ buyurdu. Bu emir üzerine Âdem, onlara isimleriyle bunları haber verince buyurdu ki: ‘Size demedim mi Ben herhâlde göklerin ve yerin sırrını bilirim! Ve sizin açıkladığınız ve gizlediğiniz şeyleri de biliyorum!’ Ve o vakit meleklere ‘Âdem için secde edin!’ dedik, derhâl secde ettiler. Ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kâfirlerden idi.” (Bakara Suresi, 2:30-34)
– Anladığım kadarıyla Âdem’i meleklerden üstün kılan isimleri bilmesiydi. İsimleri bilmekten kasıt nedir?
– İslam’a göre kâinattaki her şey Allah’ın isimlerinin yansımasıdır. Bazı İslam âlimlerine göre Hz. Âdem’e (a.s.) varlıkların bilgisi ve onların kaynağı olan İlahî isimler öğretildi. Dolayısıyla, Hz. Âdem’in (a.s.) meleklere üstünlüğü esmanın bilgisinden kaynaklanıyordu. Aynı şekilde, her âdemoğlu kâinatı ve Kur’an’ı inceleyerek edindiği esma bilgisine göre yükselir; hatta melekleri dahi geçecek bir konuma gelebilir.4
– Aynı bilgi neden meleklere verilmedi?
– Meleklerin kapasiteleri bütün isimleri kaldıramadığından. Ayet, insanın meleklerden çok daha üstün bir kapasiteyle yaratıldığına işaret ediyor. Meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerinin emredilmesi bu sırdandır.
– Sözünü ettiğin kapasite farkını açıklayabilir misin?
– En önemli fark insanda cüzî irade, nefis ve benlik (ene) duygusunun bulunmasıdır. Meleklerde bunlar yok. Bu donanımlar sayesinde insan meleklerin ötesinde Rabbini anlayabilir ve O’na kapsamlı bir kulluk yapabilir.
– Melekler şuurlu varlıklar olduklarına göre onlar da anlayabiliyorlar. İnsanın Yaratıcı’yı daha iyi anladığını nasıl söyleyebiliriz?
– Hayatında hiç inşaat yapmamış bir insanla, hayatı inşaatlarda geçen bir inşaat ustasını düşün. Bunların ikisi de muhteşem bir saray görsünler. Hangisi sarayın ustasının maharetlerini daha iyi anlayıp takdir eder?
– Elbette, usta anlar.
– İşte, aynen bu misalde olduğu gibi melekler, Allah’ın icraatlarına gözlemcilik yaparlar; ama insanlar kendi yaptıkları küçük eserlerle, Allah’ın azametli eserlerini kıyaslar ve O’nun ne kadar âli vasıflara sahip olduğunu anlarlar, O’nun sıfatlarını daha iyi idrak ederler.
– O hâlde Yaratıcı meleklerden bile daha kapasiteli olan insanları niye cehenneme atıyor? Herkesi ebediyen cennete koysa olmaz mı?
– Cennet öyle sandığın gibi ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir.
– İslam, mensuplarına cennet anahtarı dağıtıyor, muhaliflerini de cehennemle tehdit ediyor. Öyle değil mi?
– Senin dediğini Orta Çağ’da Hıristiyanlık yapıyordu. İslam işi bu kadar basite indirgemiyor. Kur’an, insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiğini ifade ediyor: “O, hanginizin daha güzel davranacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hud Suresi, 11:7) “Biz yeryüzünde olan şeyleri ona bir süs yaptık ki insanları imtihan edelim: Hangisi daha güzel bir amel yapacak?” (Kehf Suresi, 18:7)
– İnsanın imtihanı nasıl oluyor? Bir olan Yaratıcı’ya inanmak yetiyor mu imtihanı geçmek için?
– İnsanın imtihanı kendisine verilen nefis, ene ve ruhanî duyguları nasıl kullandığına bağlıdır. İnsan, cüzî iradesini kötüye kullanıp isyana ve günaha girebildiği gibi Rabbinin emirlerini dinleyip sırat-ı müstakim, diye tabir ettiğimiz Kur’anî yolu da takip edebilir. Allah’a iman etmek imtihanın farkına varmaktır. Bunun sadece başlangıç olduğunu Kur’an şöyle açıklıyor: “İnsanlar, ‘İnandık!’ demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut Suresi, 29:2)
– Demek ki sadece inanç yetmiyor. İslam, inandığı gibi amel etmeyi de imtihanı geçmek için zorunlu koşul olarak görüyor, öyle mi?
– Doğru anlamışsın. Kur’an’da imandan sonra üzerine en çok vurgu yapılan iki kavram “takva” ve “amel-i salih”tir. Takva, Allah’ın yasakladıkları şeylerden sakınmak; yani yapma, dediklerini yapmamaktır. Amel-i salih ise Allah’ın emrettiklerini yapmaktır. Kur’an, takva ve amel-i salih üzerine kurulu olmayan bir hayatı, uçurumun kenarına kurulmuş bir binaya benzetir: “Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yerin kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi?” (Tevbe Suresi, 9:109) Allah, iman edip güzel amel işleyenlerin mükâfat göreceğini söylüyor: “Buna karşılık, gerçek imana erişen, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan ve Rablerine alçak gönüllülükle boyun eğen kimseler; cennetlik olanlar, orada yerleşip sonsuza kadar yaşayacak olanlar, işte böyleleridir.” (Hud Suresi, 11:23)
–Kur’an’da kendini her sure başında Rahman ve Rahim olarak tanıtan bir Yaratıcı nasıl olur ki az bir delil karşılığında inanmayanları ebediyen cehenneme atar? Rasyonel bir insan mevcut delillere baktığında Yaratıcı’nın varlığına ulaşamaz.
– Rabbimizin varlığını gösteren hadsiz deliller vardır. Doğrusu gözünü açan biri için gün ortasında bulutsuz bir havada güneşin varlığını inkâr etmek ne kadar zorsa Allah’ın varlığını inkâr etmek daha da zordur. Hadsiz parçacıklarda yansıyan parıldamalar nasıl güneşi gösteriyorsa kâinattaki her şey de Rabbimizin varlığının emsalsiz parıltılarını, taklit edilmez imzasını gösterir. Hatta Rabbimizi bildiren deliller görünen eşya ile de sınırlı değil. Başımıza gelen bin bir halet dahi Rabbimizi bildiren ayetlerdir. Kur’an bu tür delillerin artarak devam edeceğini söylüyor: “İleride Biz onlara hem ufuklarda (kendilerinin bulunduğu Harem sınırları dışında), hem kendi nefislerinde delillerimizi öyle göstereceğiz ki sonunda onun gerçek olduğu kendilerine açıkça belli olacak. Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” (Fusilet Suresi, 41:3)
– Ben delil falan göremiyorum.
– Hata senin değil; taktığın gözlükte problem var. Seküler bilim ve dinsiz felsefe sana her şeyi kapkara gösteren gözlükler taktırmış. Bu nedenle hiçbir şey göremiyorsun. Kur’an tezgâhında yapılmış iman gözlüklerini taktığında her şey senin için delil olacaktır. Rabbini bildiren sonsuz ayetler karşısında hayrete düşecek ve secdeye kapanacaksın. Sana verilen çok kıymetli hediyeler için teşekkür edeceksin. Rabbinin her türlü kusur ve noksandan münezzeh olduğunu bütün âleme ilan edeceksin. Doğrusu, iman edenlerin günde beş defa Rablerinin huzuruna gitmesi bu sırdandır. Gerçi, beş vakit namaz mecburidir. İnsan imtihan gereği olarak mecbur edilmeseydi bile Rabbinin ayetlerini müşahede eden her mümin, hayret, hayranlık ve şükranını namazla İlahî dergâha takdim ederdi.
– Bence eğer bir Yaratıcı varsa ve bizim inanmamızı istiyorsa Kendini bize gösterirdi. Bir öğretmen kendini öğrencilerden saklayarak imtihan yapar mı hiç?
– Kullandığın örnek tam oturmuyor. Bir öğretmen tahtanın bir yanına soruları öte yanına cevaplarını yazsa sonra da imtihan yapsa hiç mantıklı olur mu?
– Hayır olmaz.
– Öyle olduğu gibi Allah bizi Kendi varlığına iman etmekle imtihan etse hem de kendini bize gösterse makul olmaz. Allah’ın Kendini bize göstermesi imtihan sırrına aykırı olur.
– Bence, Yaratıcı varsa Kendini bize gösterirdi, sonra da bize bir kısım emir ve yasaklar gönderirdi. Bizi onlara uyup uymamakla imtihan ederdi. Bu durumda insanların yüzde 99’u iman ederdi.
– Niye yüzde 99’u iman ederdi? Çünkü insanlar kendilerini iman etmek mecburiyetinde hissederdi. Oysa Allah insanların mecburiyet altında karar vermelerini istemiyor. Herkese cüzî irade vermiş. Hiçbir baskı altında kalmaksızın kendi iradeleriyle karar vermelerini istemiş. “Allah dileseydi, elbette onları (inkâr edenleri) hidayet üzere toplardı.” (En’am Suresi, 6:35)
– Kur’an’dan öğrendiğim kadarıyla imtihanın en önemli sorusu, olmazsa olmaz olanı, Allah’ın varlığıyla ilgili. Örneğin, iman eden birinin, kötü amelleri varsa bir süre cehennemde kalacak, sonra cennete girecek; ama imanı olmayan, benim gibi ateist biri, istediği kadar güzel ameli olsun, ebediyen cehennemi boylayacak. “Allah var mı?” sorusuna “Evet” diyen cennete gidecek, “Hayır” diyen ise ebediyen cehenneme. İman neden bu kadar önemli, anlayamıyorum.
– Öncelikle şunu söyleyeyim, imanlı olan biri, iyi amel ile imanını kuvvetli kılmazsa ölüm esnasında imanını şeytana kaptırabilir. Dolayısıyla, amelsiz iman, sahibine pek fayda vermez. İman, dediğim; “Allah var mı?” sorusunu “Evet” diye cevap vermekten ibaret değil. İman imtihanı, iki şıklı basit bir soru değil. Aksine, iman bir çekirdek gibi olan insandaki müthiş potansiyeli ortaya çıkarıp insanı kâinat kadar kıymetli kılan müthiş bir nur ve kuvvettir.
– Ne demek istiyorsun? Hiçbir şey anlamadım.
– Müsaade edersen, açıklayayım. İman, insanın Rabbiyle kurduğu irtibattır.5Rabbini bulup O’nun kuvvet ve kudretine dayanmaktır. İnsan, görünürde et ve kemikten oluşmuştur. Aciz bir hayvan iken iman nuruyla Allah’ın harikulade bir sanat eseri olmuştur. Kullanılmış eşyaları satan Goodwill’de bir tablo görsen 3-5 dolar değer biçersin. Ne vakit, tablonun üstünde Picasso’nun imzasını görsen yani tablonun Picasso ile irtibatını anlasan aynı tablo senin için milyon dolar değerinde olur. Aynen bu örnekteki gibi imanla her bir insanın Allah’ın eşsiz sanat eseri olduğu anlaşılır. Bu irtibatın anlaşılması, her şeye çok yüksek bir kıymet kazandırır. İnsan bütün varlıkların ötesinde bir makama yükselir ve Rabbinin cennete namzet has bir misafiri olur. İnkâr ise insanın Rabbiyle bağını kopardığı için onu ebedi idama mahkûm, aciz bir hayvan derecesine düşürür. İnsanın değerini elmastan kömür seviyesine düşürür. Kur’an’da Hz. Âdem (a.s.) ile ilgili ayet, insanın yaratılış gayesinin Allah’ın isimlerini okumak ve okutmak olduğunu gösteriyor. İman nuruyla insan, hem her şeydeki isimleri okur hem de kendi üstündeki isimleri başkasına okutur. Yani yaratılış gayesini yerine getirir.
– Sen imanlı insanları çok daha üstün mü görüyorsun?
– Ben, imanla, bütün insanları üstün görüyorum. Her bir insan “eşrefü’l-mahlûkattır”. Her bir insan bütün varlıkların üstünde bir şerefe sahiptir. Teni, ırkı veya dininin farklı olması önemli değil. Kur’an, her insanın en güzel şekilde yaratıldığını söylüyor. Ancak mümin imanla daha da yüksek bir makama yükseliyor. İman sayesinde, insan bütün varlıklara şerefli bir sultan olur. Melekleri dahi geçen makamlara yükselir. İnsan, imanla bir bebek gibi aciz ve fakir olduğunu anlar ve Rabbinin rahmetine, kudretine dayanır, böylece her türlü arzu ve ihtiyaçlarını giderir. Rabbinin ebedi saadet saraylarında krallar gibi bir hayat yaşar.
Oysa Rabbini inkâr eden, kendi sönük kuvvet ve kudretine dayanır. Kısa bir süre için muradına erse de ebedi sıkıntı ve azaba duçar olur. Bediüzzaman, imanın ne olduğunu şu veciz ifadeyle özetliyor: “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın (hadiselerin) tazyikatından (baskılarından) kurtulabilir… İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni (iki cihan saadeti) iktiza eder (gerektirir).”6
Yani imanla insan, sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz rahmet sahibi olan Rabbini bulur. Kendi hayatı dâhil, atomlardan yıldızlara kadar her şeyin, Rabbinin eseri olduğunu ve O’nun kontrolünde bulunduğunu anlar. Üzerine düşeni yaptıktan sonra Rabbinin kudret, rahmet ve hikmetine teslim olur. “Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler” der. Kendisi için her ne takdir edilirse edilsin sabır ve şükürle karşılık verir. Hem bu dünyada hem de ahirette gerçek mutluluğa ulaşır.
– Sen Allah’ın varlığına yüzde 100 mü inanıyorsun yoksa yüzde 99 mu?
– Yüzde 100. Varlığından zerre kadar şüphem yok.
– Nasıl olabilir ki? İnsan görmediği bir şeyden bu kadar emin olabilir mi? Bu güvenle inanabilir mi?
– Beden gözüyle Allah’ı görmüyorum, ancak “akıl ve kalp gözleriyle” baktığımda her şey, her an O’nu gösteriyor. Bazen gafletle O’nu gösteren ayetlere gözümü kapadığımda O’nun varlığını yüzde 100 hissettiğimi söyleyemem. Hatta bazen O’ndan tamamen gafil de olabilirim. Bir kul olarak gayretim, mümkün olduğunca gafletten sıyrılıp Rabbimi bildiren ayetleri görmek ve O’nun varlığını neredeyse yüzde 100 hissetmektir.
– İmanında bu kesinliğe nasıl ulaştın merak ediyorum. Bence hiç kimse yüzde 100 iman edemez.
– Karşıda gördüğün binanın bir insan (veya insanlar) tarafından, doğrudan doğruya veya aletler kullanılarak inşa edildiğine inancın ne kadardır?
– Yüzde 99 küsur; ancak yüzde 100 değil.
– İşte benim Rabbime olan inancım, senin beden gözüyle görmemene rağmen aklen o binanın bir insan tarafından inşa edildiğine olan imanından daha kuvvetlidir. Çünkü o binayı, başka varlıklar, mesela cinler, yapmış olabilir veya Allah kudretiyle mucizevi bir şekilde var etmiş olabilir. Az dahi olsa böyle bir ihtimal var. Ancak bütün zerreleri birbiriyle kenetlenmiş, muhteşem kâinat sarayını sonsuz kudret ve sonsuz ilim sahibi Rabbimden başka hiç kimse inşa etmiş olamaz. Mantıken ancak sonsuz sıfatların sahibi tek bir Zat olabileceği için ben yüzde 100 bir eminlikle kâinat sarayının Rabbine iman edebilirim ve ediyorum. Karşımdaki binanın akıl, ilim ve kudret sahibi bir ustanın eseri oluşuna inandığımdan daha yüksek bir eminlik derecesinde şu kâinat sarayının sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz hikmet ve sonsuz rahmet sahibi bir Rabbin eseri olduğuna inanıyorum.
Sana biraz özel bir soru soracağım. İster cevap ver, istersen verme. Seninle Allah’ın varlığını müzakere ederken zayıf gördüğün delilleri çürütmeye çalışıyor, kuvvetli bulduklarını geçiştiriyorsun. Rasyonel biri olarak Allah’ın varlığına taraftar olman gerekirken âdeta var olmadığını arzular gibi bir durumun var.
– Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten varsa Allah’ı bulup iman etmek istiyorum. Ancak körü körüne bir iman yerine, sağlam delillere dayalı bir imanı tercih ederim. Yani rasyonel biri olarak Allah’ın varlığının taraftarıyım. Birçok soru ve şüphelerim var. Onların tatminkâr cevaplarını bulmadan, iman etmek istemiyorum.
– Neden Allah’ın varlığına taraftarsın?
– Gayet açık. Allah varsa benim için ebediyet de olabilir. Kim ebedi yaşamak istemez ki? Dolayısıyla, akıllı bir insan, kuvvetli delilleri gördüğünde, elbette Allah’a iman eder. Bence birçok insan, ebediyet arzusundan dolayı, delile falan bakmaksızın dinlere tabi oluyor. Ben de bu gruba dâhil olup kendimi avutmak istemiyorum. Delilleri inceleyip karar vermek istiyorum.
* * *
Daha önceki haftalarda Allah’ın affedici olmasını tenkit eden Thomas, bu hafta cehennem azabına karşı çıkmakla aslında ilahî af talebinde bulunuyordu. Mevlana’nın belirttiği gibi, peygamberlerin getirdiği cehennem haberi aslında kötü değildir. Ciddiye alıp ondan kaçınmak için gerekeni yapanlar için çok iyi bir haberdir. Ancak, Thomas gibi birçok insan, bu ateşe karşı korunmanın yollarını araştırmak yerine, ateşi haber verene püskürüyorlar.
Mevlana, bütün peygamberlerin diliyle, yapılan eleştirilere şöyle cevap veriyor: “Peygamberler dediler ki: Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu kabahat bizde değil sizde. Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da başucundan sana doğru gelmeye başlasa, merhametli birisi ‘Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak’ diye seni uyandırırsa, ‘Niye kötüye yoruyorsun?’ der misin? Ne yorması, kalk da aydınlık, bir bak gör! Ben seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna götürüyorum. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agâh eden adamdır. O, cihan halkının görmediği şeyleri görmüştür.
Bir doktor sana ‘Koruk yeme, sana şu çeşit kötü bir hastalık verir’ dese, ‘Neden kötüye yoruyorsun?’ der misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir. Müneccim ‘Bugün sefere çıkma sakın’ dese, müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü doğru çıksa yine sözüne uyarsın. Bizim nücum bilgimiz asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna inanmıyorsun, doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor? O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor, söylüyoruz.”7
Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.
Dipnotlar:
1 Bediüzzaman On Birinci Söz’de, her güzellik ve maharet sahibi insanın kendi sanat ve marifetini görmek ve göstermek isteğini örnek vererek, sonsuz güzellik ve kemalat sahibi olan Allah’ın da eserlerini doğrudan doğruya ve yaratıklarının nazarıyla görmek için yaptığını söyler.
2 Bediüzzaman, insan penceresi dediği, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Birinci Pencere’sinde, insanın çok kapsamlı bir fıtratta yaratıldığını ve Allah’ın bütün isimlerine üç şekilde ayinedarlık yaptığını açıkladıktan sonra şöyle diyor: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”
3 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere (İnsan Penceresi).
4 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.
5 Thomas, imanın ilahî ceza ve mükâfat için neden belirleyici faktör olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Bir insan, “Allah’a iman ediyorum” demekle, imanını son ana kadar muhafaza etmek şartıyla, cennete gidecektir. Diğeri “İman etmiyorum” demekle ebedi cehenneme gidecektir. Doğrusu birçok Müslüman, imanı, Allah’ın varlığını kabul etmek; inkârı ise Allah’ın varlığını reddetmek olarak algılıyor. Bediüzzaman ise Yirmi Üçüncü Söz’de imanın mana ve ehemmiyetini, insanın imanla kazandığı kıymet ve saadeti çok harika şekilde izah ediyor. Thomas’a Yirmi Üçüncü Söz’deki hakikatleri izah ettiğimde tam tatmin olmuştu.
6 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
7 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 162.