Ateistlerin Ebediyen Cehennemde Kalması Adalet mi?

 “Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan karanlıklara götürürler. İşte onlar cehennemlik kimselerdir ki orada ebedi kalacaklardır.”

(Bakara Suresi, 2:257)

 “Mevcudatın (varlıkların) hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın Sultanı olan Kahhar-ı Zülcelal’in, kâfirleri ebedi cehenneme atması ayn-ı hak (hakkın yerini bulması) ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet nihayetsiz azabı ister.”

(Bediüzzaman)

 

Thomas’la bu hafta da cehennem konusunu konuşacaktık. Gerçi, Thomas ateşle azabın makul olabileceğini kabul etmişti. Ancak, bu azabın inkâr edenler için ebedi olmasını sorgulamaya devam etmişti. Thomas adeta bir avukat gibi kendini savunup ateist olarak ölme durumunda bu azaptan sıyırmak istiyordu. Thomas’ın bir sorusuyla başladık sohbetimize:

 

Kur’an’da çok öfkeli bir Yaratıcı portresi var. Sürekli cehennemle tehdit ediyor. Adeta herkesi ebedi cehenneme koymaktan büyük zevk alacak.

– Öncelikle şunu söyleyeyim. Allah kendini her surenin başında Rahman ve Rahim olarak tanıtıyor. Rahmetinin gazabını geçtiğini beyan ediyor. Anlaşılan, sen işine gelen ayetlere bakmışsın sadece. Sürekli cehennem tehdidine gelince, bu da Allah’ın rahmetinin gereğidir. Çünkü bizim günah işleyip ateşe düşmemizi istemiyor. Sen daha önce cezaların mantığını çok güzel izah etmiştin. Hatırladığım kadarıyla, “Cezaların birinci amacı insanlar için caydırıcı olmasıdır” demiştin. Asıl maksat, insanları zarar verecek fiillerden sakındırmaktır. Aynı zamanda cezaların, işlenen suçun verdiği zararla da orantılı olması gerekir.

Bu anlamda Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile insanın tehdit edilmesi, hem insanı nefis ve şeytana aldanmaktan sakındırmak, hem de işlenen cürümden doğacak zararın çok büyük olduğunu bildirmek içindir.1Kur’an, kâinat kadar ehemmiyetli olan potansiyelini, geçici arzular uğruna batırmamak için insanı şiddetle ihtar ediyor. Ayet, “Dikkat et, nefis ve şeytana uyup sana verilen kıymetli sermayeni batırma” diyor. İlginçtir ki bu kadar şiddetli uyarılara rağmen birçok insan, iman ettiği hâlde nefis ve şeytana uyup günaha ve isyana giriyor. Demek ki Allah hadsiz rahmetiyle, bizi çok büyük zarara girmekten muhafaza etmek için cehennem gibi bir azapla ihtar ediyor.

Ben tam aksini düşünüyorum. Kur’an’ın anlattığına göre sanki Yaratıcı, insanların çoğunu cehenneme koymak için yaratmış. Onları bir süre dünyada yaşattıktan sonra ebediyen cehennemde yakacak.

– Yanlış anlamışsın. Allah, insanları cehenneme koymaktan zevk alsaydı hiç dünyaya göndermeden, doğrudan doğruya cehenneme koyardı. Hiç kimse de O’na itiraz edemezdi. Yahut bu dünyaya gönderdiğinde, günah ve isyana girdiğimiz an bizi alır cehennemine koyardı. Oysa Halîm olan Rabbimiz, bize mühlet veriyor. Hatamızdan döneriz, diye süre tanıyor. İmtihanı geçmemiz hem içimizde hem de dışımızda gösterdiği hadsiz ayetleriyle, her an yardım ediyor. Gönderdiği peygamberleri, kitapları, evliya ve asfiyalarıyla cennete giden yolu gösteriyor. Bununla da kalmıyor, işlediğimiz her bir iyiliği en az 10 olarak kaydediyor. Hatta, bazen 100, bazen 1000, bazen 30.000 sevap veriyor.2 Oysa iyilikleri var olmasında katkımız yok denecek kadar az iken, kötülüklerin meydana gelmesinden tamamen biz sorumluyuz. Buna rağmen, işlediğimiz bir kötülüğü bir yazıyor veya hiç yazmıyor. Demek ki, Rabbimiz bizim bu sınavı geçmemiz için her türlü kolaylığı gösteriyor.

Biraz önce nefis ve şeytandan bahsettin. Bu kavramların İslamî literatürdeki anlamlarını açıklar mısın?

– Nefis, insandaki hayvanî arzuların kaynağıdır. Yemek, içmek, uyumak gibi birçok arzuların kaynağı nefistir. Nefsin tam karşılığı İngilizce’de var mı bilmiyorum. Psikoloji’de Freud’un geliştirdiği “id” kavramı nefisle hayli paralellik gösteriyor. Ancak, nefis daha farklı. Freud “id”i insanın bastırılmış cinsel arzuları olarak tarif ediyor. Oysa nefis sadece cinsel arzuyla sınırlı değil, her türlü hayvanî lezzete olan iştahın da kaynağıdır. İslam, “nefis” hakikatini dikkate alıp, insanları nefsi azdıracak şeylerden alıkoyarak, akıl ve kalpleriyle karar vermelerini sağlıyor. Batı medeniyeti ise, akla dayanan bir medeniyet olmasına rağmen, nefsi azdıracak şeyleri, hürriyet perdesi altında yaygınlaştırarak, insanları nefislerinin esiri yapmıştır. Azgınlaşan nefislerin etkisiyle birçok insan her gün akıllarının rağmına dünya ve ahiret hayatlarını mahvediyorlar.

Şeytan ise bizi kötülüğe, günaha teşvik eden “içimizdeki sesin” kaynağıdır. Kur’an’a göre şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Hiç uyumayan, her an bir fırsatını bulup ebedi hayatımızı mahvetmeye çalışan en büyük düşman odur.3Ancak görünmediği için varlığını pek hissetmiyoruz. Şeytan, insanı, avuntularla kandırıp Allah’ın yolundan ayırmaya çalışıyor.

Şeytan insanı doğrudan doğruya kontrol edebilir mi?

– Hayır; ama insanın aklına ve hayaline verdiği şüphelerle, onu Allah’ın yolundan ayırmaya çalışıyor. Şeytanın bizi kötülüğe teşvik etmekten öte hiçbir etkisi yok. Bizim kolumuzdan tutup bizi kötü yerlere götüremez. Fakat kulağımıza fısıldayıp bizi kandırabilir ve istediği yere gitmemizi teşvik edebilir.

Madem Yaratıcı cennete girmemizi istiyor, niye insanları yoldan çıkaran şeytanı yaratmış? Şeytanın insanları aldatmasına izin vermiş?

– Buna literatürde “kötülük problemi” denir. Batı’da birçok insan, şeytanların ve kötülüklerin yaratılmasının hikmetini anlamadıkları için dinden çıkmışlar. Oysa İslam kötülük problemini kökten çözmüştür. Allah’ın yarattığı her şey, şeytan dâhil olmak üzere, bütün neticeleri dikkate alındığında hayırdır, güzelliktir.4 Örneğin, bıçağı icat eden kişiye, şer işlemiştir, diyemeyiz. Bıçak kullanarak her sene yüzlerce insanı katleden caniler var. Dolayısıyla, bıçağın kötü bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bıçağın bütün fayda ve zararlarını dikkate aldığımızda, icadının büyük bir nimet olduğunu takdir ederiz. Bıçağın icadı şer olmadığı hâlde, cüzî iradesiyle onu kullanıp insan katleden biri, şer işlemiş olur.

Şeytanın yaratılmasında hiçbir hayır gözükmüyor. İslamî anlayışa göre birçok insan şeytana tabi olduğu için ebedi cehenneme gidiyor.

– Şeytanın yaratılışında bazı küçük şerler olmakla beraber, çok büyük hayırlar vardır. Bir çekirdek gibi insan fıtratına yerleştirilen hadsiz kabiliyetler, şeytanla yapılan mücadele sonucunda inkişaf ediyor. Tıpkı bir çekirdeğin toprak altında girdiği reaksiyon sonucunda, muhteşem bir ağaca dönüşmesi gibi. Eğer şeytanlar insana musallat olmasaydı insanların kabiliyetleri gelişmezdi. Melekler gibi makamları sabit kalırdı.

“Bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidadda (kabiliyetlerde) dahi ondan daha ziyade meratib (mertebeler) var. Belki zerreden (atomdan) şemse (güneşe) kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı (kabiliyetlerin gelişmesi), elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder (gerektirir). Ve o muameledeki terakki (gelişme) zembereğinin hareketi, mücahede (cihat) ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır (zararlı) şeylerin vücuduyla olur... Çendan (gerçi) şeytan yüzünden ekser insanlar (insanların çoğu) dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle (çoğunlukla) keyfiyete (niteliğe) bakar, kemiyete (niceliğe) az bakar veya bakmaz. Nasıl ki bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye (kimyasal işleve) mazhar etse (tabi kılsa); ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O, on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.”5 Aynen öyle de şeytanla mücadele eden insanların yüzde 99’u kaybetse yüzde 1’i kazansa bile zararlı oldu, denilmez. Belki de Hz. Muhammed (a.s.m.) gibi tek bir kâmil insanın çıkması bile kayıpları hiçe indirmek için yeterlidir.

Madem Yaratıcı cennete gitmemizi çok istiyor. Merhametiyle herkesi cennete koyabilir. Dünya yaşantısına göre cennetteki seviyesini farklı kılar.

– Herkesin hoşuna giden bir teklif. Hıristiyanlıktaki anlayışa benziyor. Ama Allah’ın adaleti buna müsaade etmez. İlahî adalet, daha önce saydığım suçları işleyen günahkâr ve isyankâr insanları cezalandırmazsa mazlumlara haksızlık yapmış olur. Bu aynı zamanda Allah’ın emrine uyup, kulluğun gereklerini yerine getirenlere de haksızlık olur. Kur’an, şeytan sizi Allah’ın rahmetiyle kandırmasın diyor: “O halde sizi dünya aldatmasın ve çok hilekâr şeytan da sizi Allah ile aldatmasın, Allah’ın affına güvendirmesin!” (Lokman Suresi, 31:33)

Haydi dediğini kabul edelim. Cehennem gibi azap münasip, diyelim. Sınırlı bir hayatta, insan ne kadar cani dahi olsa sınırlı bir cinayet işleyebilir. Sınırsız bir cehennem azaba adalete aykırı değil mi? Hitler dahi olsa sınırsız ceza vermek uygun düşer mi?

– İnkâr eden insan, sonsuz olan Allah’ın zat ve sıfatlarına, neredeyse sonsuz olan varlıklara hakaret ediyorsa hatta sonsuz olan nimetlere ve kabiliyetlere de nankörlük yapıyorsa sonsuz cehennem azabını hak ediyor denilebilir.6 Bütün bu saydıklarımın hakkı, tek tek inkâr edenden alınsa sonsuz bir azap çekmesi gerekir. Denilebilir ki kâfir olarak ölenler, ebedi yaşasalardı yine inkârlarında devam edeceklerdi. Allah, ezeli ilmiyle kimin ne olacağını biliyor ve cüzî iradesiyle iman nimetini hak edenlere hidayetini ihsan ediyor. Bir insan hidayete ermeden ölmüşse demek ki ebediyen yaşasaydı yine de iman etmeyecekti.

Bence son söylediğin zorlama bir yorum. Rahmeti bütün insanların rahmetinden büyük olan Yaratıcı nasıl ebediyen cehennem azabı verir?

– İnkâr eden biri, hediye olan nimetlere liyakatini kaybettiği gibi işlediği suçlarla cezayı da hak etmiştir. Allah, böyle birini iki şekilde cezalandırabilir. Birincisi, hakiki idam cezasına çarpar. Yani kişinin bedenini ve ruhunu yok eder. İkincisi, müebbet hapis cezası verir. Beşerî ceza sisteminde idam cezası en yüksek cezadır. İdamla yargılanan mahkûmlar, cezaları müebbede çevrilince bayram ediyorlar. Rabbim, rahmet sahibi olduğu için en büyük ceza olan idamı vermek yerine, müebbet hapis cezası verecek.

Bana sorulsa idamı tercih ederim. Ebediyen cehennemde yanmayı hiç kimse tercih etmez.

– Doğru söylüyorsun. Nitekim Kur’an, ahirette hayvanların toprak olduğunu gören inkârcıların: “...Keşke toprak olaydım!” (Nebe Suresi, 78:40) diyeceğini bize haber veriyor. Yani aklıyla dehşetli azabı anlayanlar azaptan kurtulmak için yok olmayı tercih edecekler. İnsanda akıl gibi vicdan diye başka bir duygu var ki ona sorulsa “Cehennem dahi olsa ebediyet isterim” diyecektir.7 Hem de ebedi cehennemi, yokluğa tercih etmek için başka bir gerekçe daha var.

Neymiş o?

– Cehennemdeki şiddetli azap ebedi olmayacak. Kâfir, ebediyen cehennemde kalacak, ancak verilecek şiddetli azap ebedi olmayacaktır. Azabın şiddeti azalacak ve kâfir bir nevi azaba alışacak diyebiliriz. Kur’an hakikatlerinin hakiki bir uzmanı olan Said Nursî şöyle diyor: “Kâfir, kendi ameliyle bu duruma (ebedi cehennem azabına) kesb-i istihkak etmişse (hak kazanmışsa) de amelinin cezasını çektikten sonra ateşle bir nevi ülfet peyda eder (bedeni alışır) ve evvelki şiddetlerden azade olur (kurtulur). O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine (güzel amellerine) mükâfaten, şu merhamet-i ilahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye (işaret eden hadisler) vardır.”8Bu dünyada bile Rabbimiz sıkıntılara bir derece alışmayı ihsan ediyor. Örneğin, trafik kazasıyla aniden sakat kalan bir insan, başlangıçta çok acı çekmesine rağmen bir süre sonra yeni durumuna alışıyor ve acıları kayboluyor. Müebbet hapis cezası almış mahkûmlar da ölünceye kadar hapiste kalmakla birlikte, bir süre sonra hapishane şartlarına alışıyorlar. Demek ki Rabbimiz rahmetiyle bu dünyada insanı sürekli azaptan kurtardığı gibi cehennemde bile suçunun cezasını bir derece çektikten sonra kâfirin vücudunu ateşe alıştırıyor. Bu şekilde azabını azaltıyor.

Nursî’nin yorumu ilginç.9Bana göre Kur’an’ın cehennemle ilgili hükümlerine ters düşüyor.

– Birincisi, bütün hayatını Kur’an hakikatlerini anlama ve anlatmaya adamış bir insanın bu konudaki hükmü elbette daha muteberdir. Hayatında bir tıp kitabını okuyan birinden ziyade, tıp eğitimini tamamlamış, yıllarca doktorluk yapmış birinin teşhisinin doğru olması daha muhtemeldir. İkincisi, Kur’an’da dehşetli cehennem azabının daimi olduğunu söyleyen açık bir hüküm yoktur. Üçüncüsü, Kur’an, açık hüküm olmayan konularda Hz. Muhammed’in (a.s.m.) hükümlerini esas almamızı emrediyor. Nursî, kendi fikriyle böyle bir cehennem yorumu yapmıyor. Hadislerin işaretine dayanıyor.

Cehennem fikrinin insanlığın barışına zarar verdiğini düşünüyorum. İnsanlığın topyekûn huzuru için cehennem fikrinin bütün hafızalardan silinmesi gerektiğini düşünüyorum.

– Ben tam aksini düşünüyorum. Senin mantığınla hareket edersek, dünyadaki bütün cezaevlerini de ortadan kaldırmamız gerekir. Oysa yeryüzünde hiçbir saltanat yok ki, kanunlarına aykırı hareket edenlere ceza vermesin. Aksi halde herkesin hakkı zayi olur. Huzur kaybolur, yerini zulme ve kargaşaya bırakır. Kanaatimce, ateist biri olarak cehenneme inanmıyorsan bile insanların bu inancı taşımasına taraftar olmalısın. Böylesi senin dünya menfaatin için daha iyidir. Cehennem korkusuyla, inançlı insanlar sana zarar vermekten, hakkını çiğnemekten sakınır. Doğrusu, toplum barışı için her köşe başına polis dikmek yerine, kalplere cehennem korkusu yerleştirmek daha iyidir. Lokman (a.s.) oğluna tavsiyede bulunurken şunu söylüyor: “Yavrucuğum! Haberin olsun ki yaptığın bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da bir kaya içinde veya göklerde yahut yerin dibinde gizlense Allah onu getirir, mizanına kor. Çünkü Allah en ince şeyleri bilir, her şeyden haberdardır.” (Lokman Suresi, 31:16.) Kur’an’dan bu dersi alan bir insan, yaptığı her şeye dikkat eder. Her şeyden hesaba çekileceğinin şuuruyla hareket eder. Her yaptığının gizli kameralarla kaydedildiğini ve “Hesap Günü”nde hepsinden hesaba çekileceğini düşünür.

Ben derdimi tam anlatamadım. Bir örnekle izah edeyim. Diyelim ki seni bir grup, dindar Hıristiyan’la aynı odaya koyduk. Kısa bir tanışmadan sonra açık sözlülükle her biriniz inandığınız hakikatleri anlatmaya başladınız. Hıristiyan grup, senin cehennemlik olduğunu söyledi. Sen, İsa’ya peygamber olarak iman ettiğini söylemene rağmen onlar bunu kâfi görmediler. “İsa’ya üçlemenin (teslisi) parçası olarak iman ettiğinde kurtulacaksın” dediler. Oysa Kur’an teslis inancını şirk kabul ediyor. Bu nedenle sen Hıristiyan grubun nazarında makbul bir imana sahip olamazsın. Yani ebedi cehenneme adaysın. Aynı şekilde, sen de teslise inandıkları için onları cehenneme mahkûm edeceksin. Gerçi, başkalarının inancına saygılı olduğun için doğrudan doğruya cehennemlik olduklarını söylemeyeceksin. Ancak Hıristiyan grup, senden Kur’an’ın gerçeklerini öğrenince kendilerinin cehennemlik olduğunu anlayacaklar. Şimdi soruyorum, bu husumet duygularıyla, birbirini cehennemlik olarak gören insanlar nasıl dostluk kurabilir?

– Çok büyük bir yanılgı içindesin. Kur’an, “İnkâr edenler öldükten sonra cehenneme gidecektir” derken bana zebanilik görevini vermiyor. “Git, onları yakala, bir an önce cehenneme yolla” demiyor. Aksine, “Gaybı ancak Allah bilir” demekle, hiç kimsenin geleceği hakkında hüküm vermememi emrediyor. Firavun dahi olsa son âna kadar imana gelebilir. Benim vazifem, sözlerim ve yaşantımla, cehenneme yuvarlanmak üzere olanları kurtarmaya çalışmaktır. Kendimi, zebani gibi görmüyorum. İtfaiye görevlisi gibi hissediyorum. İnsanları ebedi cehennem yangınından kurtarmak için her türlü yardımı yapmakla kendimi yükümlü biliyorum. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

Kendini vazifeli bilmen sorun çıkarabilir. Yangında gördüğün kişi yardımını kabul etmezse zor kullanabilirsin.

– Kur’an, bu konuda çok açık prensipler koymuştur. Benim vazifemi tebliğle sınırlamıştır. Emrimde dünyanın bütün orduları bulunsa bile tek bir insanı, imana girmesi için zorlayamam. Zaten böyle bir iman makbul değildir. Hem Allah isteseydi sonsuz kudretiyle herkesi imana getirirdi. Dolayısıyla benim vazifem, yalnızca söz ve yaşantımla tebliğ etmektir. İmanın güzelliklerini temsil etmektir. Karşımdaki insanın özgür iradesiyle verdiği karara Rabbim bile kudretiyle müdahale etmiyorsa benim haddimi aşıp müdahalede bulunmam doğru olmaz.

Senin ılımlı biri olduğunu biliyorum. Bütün Müslümanların senin gibi olduğunu söyleyemeyiz. Şaşıracaksın, bir kısım arkadaşlarım seninle görüşmemi bile sakıncalı görüyor. Şakavari takılıyorlar: “Kendini güvende hissediyor musun? Nereyi bombalayacaksın?” diyorlar.

– Arkadaşlarını suçlamıyorum. İslam’ı medyadan takip edenlerin böyle düşünmesi gayet normal. Onların bu düşüncesi, İslam hakkındaki cehaletlerinden kaynaklanıyor. Yüzde 1 bile olmayan çok küçük bir azınlığın hatasıyla bütün Müslümanları mahkûm ediyorlar.

Bence tamamen haksız sayılmazlar. Seninle, İslam namına teröristlik yapanlar arasında birçok ortak payda var. Bir liste yapılsa, yüzlerce ortak yönünüz çıkar; ama bir noktada ayrılıyorsunuz. Sen başka inançlara saygılı birisin. Dışarıdan sizleri gözlemleyen biri bu küçük farkı fark etmez.

– Çok basit bir yaklaşım. Seninle hapishanedeki caniler arasında da binlerce ortak özellik var. Aranızda küçük bir fark var. Sen başkasının hakkına saygı gösteriyorsun, onlar göstermiyor. Şimdi, sana da cani diyebilir miyiz? Bütün insanlar arasında, genetik kodlarına bakınca yüzde 99,9 benzerlik var. Bütün insanlar birbirinin aynısı diyebilir miyiz? Elbette, hayır. Binde birlik fark, herkesin farklı olması için yetiyor.

Sen ılımlı olsan bile sana tahammül etmeyen birçok Hıristiyan olduğunu söyleyebilirim. Ne kadar ılımlı olursan ol, onlarla barış içinde yaşaman çok zor.

– Bu benim değil, onların problemi. Ben hiç kimseye kin ve husumet beslemiyorum. Her bir insanı, Allah’ın muhteşem eseri olarak seviyorum. Her birine, taşıdıkları potansiyelden dolayı, neredeyse kâinat kadar kıymet veriyorum. Onların hayatlarına son vermek yerine, kısa hayatlarını ebedi kılmak için çalışmam gerektiğine inanıyorum.

Sana bir dost tavsiyesinde bulunayım. Aylardır yaptığımız görüşmeler bana kesin kanaat verdi ki sen barışçıl bir insansın. Senden bana ve benim gibi düşünenlere hiçbir zarar gelmeyeceğinden eminim. Ama birçok Amerikalı dostum benim gibi düşünmüyor. Onlar bütün Müslümanların şiddet taraftarı olduğunu sanıyorlar. Geçenlerde bir dost meclisinde bu konu açıldı. Hemen herkes İslam’ın şiddet telkin eden bir din olduğunu söyledi. İnanmayacaksın belki, ben orada senin gibileri savundum. Aramızdaki dostluğu onlara misal verdim. Bence siz Müslümanlar öncelikle İslam’ın şiddeti telkin etmediği noktasında insanları bilgilendirmelisiniz. Aksi hâlde, hakikati arayan insanlar İslam’ı muhtemel bir seçenek olarak bile nazara almayacaklar.

– Yaptıkların için sana teşekkür ederim. Haklısın, bütün Müslümanlara büyük bir görev düşüyor. Öncelikle İslam’ın kötü imajını düzeltmemiz gerekir. Yoksa insanlar İslam’a yanaşmayacaklar. Doğrusu senin gibi insanlara da bu konuda önemli bir iş düşüyor. Senin sözlerini daha çok inandırıcı bulurlar. Eminim hakikati arayan biri olarak yeri geldiğinde, insanlara Müslümanlar hakkında bildiğin hakikatleri anlatmaktan geri kalmazsın.

* * *

Thomas’ın birkaç haftadır cehenneme karşı olan itirazının hiçbir manası yok aslında. Çünkü sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz adalet sahibi Allah’ın bu konudaki hükmünü hiç kimse değiştiremez. Mevlana’nın dediği gibi, kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Asıl olan ilahî adaletin yazılı kanunlarından haberdar olup ona uygun bir hayat geçirmektir:

“‘Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu’ sözü de insanı, en önemli işe teşvik etmek içindir. Şu halde kalem, herkesin işine layık olanı mükâfat ve mücazatı yazmıştır. Eğri gidersen kalem de sana eğri yazar. Doğru gidersen kalem de kutluluğunu arttırır. Zulmedersen kötüsün, gerisin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekkep kurudu. Adalette bulunursan saadete erersin, kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu. Elinle hırsızlık edersen cezanı çekersin. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Şarap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Reva görür müsün ki, Rabbim işten kalsın, bir şey yapamasın. ‘İş, benim elimden çıktı, bir şey yapamam artık. Benim yanıma bu kadar gelme, bu kadar sızlanma’ desin.

‘Kalem kurudu’ sözünün manası, ‘Benim yanımda adaletle sitem bir değildir. Ben hayırla şerrin arasına bir fark koydum. Kötüyle daha kötüyü de ayırdım’ demektir. Bir zerre bile sende edep hayayı arttırsa, dostunda bir zerre daha edepli olsan bil ki bu, Allah’ın lütfudur, ihsanıdır. O bir zerre senin kadrini arttırır. O bir zerre, harice dağ gibi ayak basar. ... ‘Kalem yazdı, mürekkebi kurudu’ sözünün manası, ‘Cefa ile vefa birdir’ demek değildir. ‘Cefaya karşılık cefa... Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. O vefaya karşılık da vefa... Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu’ demektir. Af vardır, fakat ümit parlaklığı nerede ki kul, tanrıdan çekinmeyle yüzü ak olsun?”10

 Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.

Dipnotlar:

1 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, On Üçüncü Lem’a, On Birinci İşaret.

2 Bediüzzaman, Kur’an’ın her bir harfine verilen sevabı şöyle izah ediyor: “Kırk vecihle mucize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve her bir harfinde asgari olarak on sevap ve on hasene ve bazen on bin ve bazen de (Leyle-i Kadir sırrıyla) bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i cennet ve nur-u berzah veren Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a, Beşinci Rica)

3 En büyük düşman olan şeytanın mahiyetini, yaratılış hikmetini ve sıklıkla kullandığı tuzakları öğrenmek isteyenler, Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli eserinin On Üçüncü Lem’a’sına başvurabilirler. İçimizdeki sinsi düşmana karşı etkin bir savaş stratejisinin anlatıldığı bu risalede, hemen herkesi, her gün kandıran bu görünmez düşmana karşı savaş ve savunma taktikleri de tartışılıyor.

4 Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, On İkinci Mektup.

5 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, On Üçüncü Lem’a, İkinci İşaret.

6 Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde Thomas’ın sorusuna şöyle cevap veriyor: “O kâfirin cezası gayr-ı mütenahi (sonsuz) olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâp edilen (işlenen) o masiyet-i küfriyenin (inkâr günahlarının), gayr-ı mütenahi (sonsuz) bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir: Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedi bir ömürle yaşayacak olursa o gayr-ı mütenahi (sonsuz) ömrünü behemehal (sürekli) küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu (ruhunun cevheri) bozulmuştur. Bu itibarla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi (sonsuz) bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh, ebedi cezası, adalete muhalif (aykırı) değildir. İkincisi: O kâfirin masiyeti (günahı), mütenahi (sonlu) bir zamanda ise de gayr-ı mütenahi olan umum kâinatın, vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir. Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi nimetlere küfran (nankörlük) olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir. Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye (Allah’ın zat ve sıfatlarına karşı) cinayettir. Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren (görünürde) mütenahi (sınırlı) ise de batınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfürle mülevves (bulaşmış) olarak mahvolur, gider. Altıncısı: Zıt, zıddına muanid (zıt) ise de çok hususlarda mümasil (benzer) olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi (ebedi lezzetleri) ismar ettiği (netice verme) gibi, küfür de alam-ı elimeyi (acı elemleri) ve ebediyeyi ahirette intaç etmesi (netice vermesi), şe’nindendir. Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir (tam adalettir).”

7 “Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa baki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim’ dedi. İşte, madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi (hayal duygusunu) bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet cami mahiyet-i insaniye (kapsamlı insan fıtratı), ebediyetle fıtraten alâkadardır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Asa-yı Musa, Sekizinci Meselenin Bir Hülasası)

8 Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, (Bakara Suresi 7. ayetin tefsiri).

9 Doğrusunu söylemek gerekirse Nursî’nin yorumu bana da ilginç gelmişti. Thomas’ın ebedi azaba şiddetli itirazı yaklaşık üç hafta boyunca sohbetimize konu olmuştu. Hakikati arama yolculuğunda büyük bir kaya gibi önümüzü tıkamıştı. Thomas’ın itirazına cevap bulmak için her zaman olduğu gibi Kur’an hakikatlerinin bu asırdaki hakiki üstadı olan Bediüzzaman’a başvurmuştum. Nur külliyatında cehennemle ilgili bütün bahisleri bulup bir defa daha dikkatlice okumuştum. Cehennem azabına alışkanlık peyda etmekle ilgili yoruma rast geldiğimde, elmas bulmuş gibi sevinmiştim. Bediüzzaman bir müşkülümüzü daha halletmişti.

10 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 5, s. 165-167.

 

Yazar:

Kategorisi:
Kur'an'ı Okuyan Bir Ateist'in Soruları ve Verilen Cevaplar
Gönderi tarihi: 29-08-2009
5,433 kez okundu