Allah'la Konuşma...!

Ve de ki: Allah’a hamdolsun. O size ayetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin yapıp işlediklerinizden habersiz değildir.”

(Neml Suresi, 27:93)

Evet, Kur’an’da Kâinat Sânii’nin pek ciddi ve hakiki ve ulvi ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi ima edecek hiçbir emare bulunmuyor. O söyler ve söylettirir.”

(Bediüzzaman)

 

Thomas’la birkaç haftadır, Kur’an’da problemli görünen bazı konu ve kavramları konuşuyorduk. Thomas, bu hafta daha temel bir konuyu müzakere etmek istediğini söyledi. Thomas geçenlerde bir Hıristiyan arkadaşından duyduğu bir şeyi misal vererek, “Eğer bir ilah varsa bile, peygamber vasıtasıyla insanlarla konuşması gerekmez” diyerek söze başladı:

Sen Kur’an’ın semavî olduğuna inanıyorsun. Yani bu bilgi, vahiyle Muhammed’e verildi, diyorsun. Ben semavî bilginin olduğuna inanmıyorum. Günümüzde bile bazı Hıristiyanlar vahiy aldıklarını söylüyorlar. İnternet üzerinden görüştüğüm bir Hıristiyan dostumdan geçen gün benzer bir iddia duydum. Şöyle demişti bana: “Bundan 15 sene önce bir gün İsa’nın ruhu bana geldi ve bedenime girdi. Yaklaşık iki saat boyunca acayip bir halet yaşadım. Kesin bildim ki o anda İsa benimleydi. Bana dedi ki: ‘Senin gittiğin yol haktır. Benim kurtarıcı olduğuma inanırsan cennete gidersin.’ Hıristiyanlığın hakikat olduğunu bizzat teyit etti.” Ben bu adama böyle bir vahiy geldiğine inanmıyorum. Doğrusu hiç kimseye vahiy gelmiş olduğuna inanmıyorum.

– Ben de o adamın söylediklerinin vahiy olduğuna inanmıyorum. İslam’a göre, vahiy sadece peygamberlere gelir. Diğer insanlara ilham gelebilir. Başkasına gelen ilhama dayalı bir bilgi, ayet ve hadisle sabit olan semavî bilginin yerine geçemez. İslam’ın esasları vahiyle belirlenmiştir. Gerçi, Hıristiyan din adamları yaygın şekilde kendilerine semavî mesaj geldiğini söylüyorlar. Üstelik bunu, herkese gönderilen ilahî bir mesaj gibi başkalarıyla paylaşıyorlar.

Vahiy kaynaklı bilgi olduğuna inanmıyorum.

– Niye olmasın ki! Eğer sonsuz hikmet sahibi bir Yaratıcı varsa dünyayı laf olsun diye değil, bir kısım hikmetler için yaratmıştır; elbette insanlara yaratılışın hikmetini aktarmak isteyecektir. Eğer Yaratıcı’nın ilmi ve kudreti sonsuzsa tabii ki insanlarla irtibata geçip mesajını onlara aktaracaktır. Vahiy kaynaklı bilgi, Yaratıcı’nın insanlar içinden kendine en uygun elçiyi seçip ona mesajını bildirmesidir.

Sen Yaratıcı’yı kabul etmekle vahye dayalı bilgiyi kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorsun. Bu noktada üç ayrı soru sormamız lazım: 1) Yaratıcı varsa insanlarla irtibata geçip mesajını ulaştırabilir mi? 2) Yaratıcı mesajını doğrudan doğruya mı yoksa bir aracıyla mı ulaştırır? 3) Yaratıcı gerçekten Muhammed’i kendine elçi yapmış mıdır? Birinci soruya ben de olumlu cevap veriyorum. Eğer sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı varsa elbette insanlarla irtibat kurabilir. İkinci soruya cevabım seninkinden farklı. Yaratıcı olsaydı ayrımcılık yapıp birilerini peygamber yapmazdı. Buna ihtiyacı da olmazdı. Herkese doğrudan doğruya ulaşır, mesajını iletirdi. Ya konuşarak yahut varlığını gösteren icraatlarda bulunarak kendini bize tanıtırdı. İlk iki sorunun cevabı hâliyle üçüncü soruya da cevap oluyor. Muhammed dâhil, hiçbir insana semavî bir mesajın indirildiğine inanmıyorum.

– Birinci sorunun cevabında hemfikiriz. Asıl ayrıldığımız nokta, ikinci sorunun cevabında saklı. Öncelikle şunu belirteyim, ben de Yaratıcı’nın herkese doğrudan doğruya mesajını ulaştırması gerektiği fikrine katılıyorum. Hem kudreti, hem rahmeti hem de hikmeti bunu gerekli kılıyor. Benim Rabbim bunu her an yapıyor. Kâinatta her an yarattığı ve yenilediği bütün eserleriyle bize mesaj veriyor. Kim olduğunu ve hangi sıfatların sahibi olduğunu anlatıyor.

Nedense Yaratıcı’nın konuşmasını bugüne kadar hiç duymadım. Galiba sadece seninle konuşuyor.

– Kur’an, senin soruna şu ayetiyle harika bir cevap veriyor: “Bilmeyenler, ‘Allah bizimle konuşsa veya bize bir mucize gelse ya!’ derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz ayetleri, kesin olarak inanacak bir toplum için açıkladık.” (Bakara Suresi, 2:118) Kulağını seküler bilim ve dinsiz felsefenin safsatalarıyla tıkadığın için kâinattan her an yükselen semavî sesleri duyman mümkün olmaz. Öncelikle kulağındaki tıkaçları çıkarmalısın. Rabbim bütün varlıkları birer kelime yapıp bizimle konuşuyor; aynı zamanda, bütün kâinatı her an yenilenen birer ayet yapıp bize okutuyor. Kulağın tıkalıysa gözünü açıp dikkatle baktığında her bir şeydeki semavî ayetleri okuyabilirsin. Ancak seküler bilim ve dinsiz felsefe, gözüne kalın perdeler indirmiş. Rabbini bildiren ayetleri görmene engel oluyor. Bu nedenle göremiyorsun.

Anlattıkların pek mantıklı gelmedi bana. Heyecanlandın, hislerinle konuşuyorsun. Akıl terazisinde söylediğin sözleri tartsan pek makul olmadıklarını anlarsın. Öncelikle konuşmaktan neyi kastettiğini izah etmen lazım. İkimiz konuşuyoruz şu anda. Ben seni duyuyorum. Cevap veriyorum. İddia ettiğin gibi bir Yaratıcı’nın konuştuğunu duymuyorum. Sen şu anda duyuyor musun Yaratıcı’nın konuştuklarını?

– Evet, Rabbim her an konuşuyor. Ben O’na kulak verdiğim her an O’nun konuşmasını duyabilir ve mesajını alabilirim.

Sen benim Hıristiyan dostumu da geçtin. O hayatında bir defa Yaratıcı’dan mesaj aldığını söylüyor. Sen ise her an mesaj aldığını söylüyorsun.

– Benim durumum hayli farklı. Ben Rabbimden, diğer insanlara iletilmek üzere farklı bir mesaj aldığımı iddia etmiyorum. Rabbimin hepimizle her an olan konuşmasını duyduğumu söylüyorum. Yeri gelmişken belirteyim, Rabbimin üç farklı şekilde konuşması vardır. Birincisi, herkese yönelik, doğrudan doğruya yaptığı konuşmadır. İkincisi, herkesin şahsına özel olarak kalbi vasıtasıyla yaptığı konuşmadır. Üçüncüsü, elçi olarak seçtiği kişilerle, bütün insanlar ve cinlere iletilmek üzere, yaptığı konuşmadır.1Rabbimle ilham veya vahiy yoluyla konuştuğumu iddia etmiyorum. Herkesle her an yapılan umumî konuşmadan söz ediyorum.

Herkese ben dahil değilim galiba. Hayatımda Yaratıcı’nın konuştuğunu hiç duymadım. Senin anlattıklarına Fransız kalıyorum. Yaratıcı’nın konuşmasından ne kastettiğini açıklar mısın?

– Memnuniyetle. İkimizin konuşmasından başlayalım. Benim konuşmam, hava zerrelerine belirli bir titreşim vererek sana bir mesaj ulaştırmamdır. Sen de gelen titreşimleri, hafızanda kayıtlı olanlarla kıyaslayıp bir mana yüklüyorsun. Örneğin, “çiçek” dediğimde, hava zerreleri titreşerek senin kulağına bir ses dalgası getiriyor. Çok mükemmel bir sisteme sahip olan kulağın bu sesi beynine iletiyor. Beynin de hafızandan aldığın yardımla, bu sesin ne manaya geldiğini bildiriyor. Kısacası, seninle konuşmam, sana hava zerrelerinin titreşimiyle bir mesaj vermem demektir. Önemli olan, mesaj alışverişidir. Mesajın hangi araçla gittiği çok da önemli değildir. Örneğin, soğuk bir kış gününde dışarıda oynayan evladının titrediğini görünce yanına gidip niye titriyorsun evladım, diye sormazsın. Çünkü o titremesiyle sana üşüdüğünü söylüyor. Buna “lisan-ı hâl” denilir; yani diliyle değil, hâliyle bir şeyler anlatmak. Aynen öyle de kâinatta gördüğümüz bütün varlıklar hâl diliyle her an bize Rabbimizi anlatıyor. Gördüğümüz çok güzel bir kuş, üzerindeki nakışlı ve süslü elbisesiyle Rabbimizin Cemil olduğunu söylüyor. İnsanların yaptığı en son model uçaklardan binlerce derece daha harika olan vücut yapılarıyla Rabbimizin Alîm, Hakîm ve Kadîr olduğunu bildiriyor. Rızkının mükemmel bir şekilde verilmesiyle Rabbimizin Rezzak olduğunu gösteriyor. Hakeza, bir kuş aslında Rabbimizi bin bir ismiyle bize anlatıyor.

Vay be! Kuşlar neler söylüyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Ben de sadece kuşların “cik cik” dediklerini sanıyordum. Ne yapmak lazım senin gibi kuşların Yaratıcı’yla ilgili konuşmalarını duymak için?

– Rabbimiz bu konuşmaları duymak için bize yardım ediyor. Bize yaşattırdığı bazı hadiselerle ders veriyor. Müsaade edersen geçen hafta başımdan geçen bir olayı paylaşarak soruna cevap vereyim.

Buyur, dinliyorum.

– Birkaç gün önce Calvin adında bir ateistten e-mail aldım. Müslüman bir aileyle 6 ay komşuluk yaptığını ve onları çok faziletli insanlar olarak tanıdığını yazıyordu. İslam’ı öğrenmek istediğini söylüyordu. Hafta sonu bir pastanede buluşmak üzere randevulaştık. Calvin, görüşeceğimiz yerin ismini ve adresini gönderdi. İnternet üzerinden haritaya bakıp pastanenin yerini iyice öğrenmeye çalıştım. Buna rağmen bir saat aradıktan sonra pastaneyi bulabildim. Gittiğimde Calvin çoktan ayrılmıştı. Niye pastaneyi bulamadım, diye kendi kendime çok hayıflandım. Elimde adres vardı, haritaya da bakmıştım. Hem de sekiz senedir bu şehirde yaşıyordum.

Bu düşünceler içinde moralim bozulmuşken birden her şeyin, başıma gelen bu hadisenin de Rabbimden geldiğini hatırladım. Evet, zahirde benim beceriksizliğim vardı; fakat Rabbim bana daha mükemmel bir beceri verebilirdi; hatta insanın son zamanlarda geliştirdiği teknoloji harikası olan GPS cihazına benzer bir şeyi kafama koyup dünyada istediğim yeri hiç hata yapmadan bulacak bir şekilde de yaratabilirdi. Çünkü kudreti nihayetsiz olan Rabbime hiçbir şey ağır gelmez. O bir şeyin olmasını istediğinde sadece “Ol” demesi yeterlidir.

O hâlde neden beni birçok açıdan zayıf ve aciz yaratmıştı? Her şeyi çok mükemmel öğrenen, yapan ve hayatında başarısızlık, hata ve kusur nedir bilmeyen bir insan olarak yaratsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Bu soruları düşünürken anladım ki Rabbim bana verdiği kusurla Kendini tanıtıyor. O gece yaşattığı başarısızlıkla dâhi Kendi varlığını bildiriyordu. Calvin’i bulamamıştım, ama Rabbimi bildiren parlak bir ayeti bulmuştum.

Bence Calvin’i bulamaman Yaratıcı’nın varlığına değil, yokluğuna delildir. Çünkü sen oraya Allah’ı anlatmaya gidiyordun. Eğer iddia ettiğin gibi Allah varsa sana yardım edecekti. Sana doğru yolu ilham edip gideceğin yeri bulduracaktı.

– İlginç bir nokta. Doğrusu birçok insan başına gelen musibet ve belalarla inkâra gidiyor. Yani Rableri keyiflerine göre hareket etmeyince şüphe ve inkâra sapıyorlar. Oysa Rabbimin icraatları benim keyfime değil, O’nun hikmetine bağlıdır. Bana düşen, imtihanda olduğumun şuurunda olup Rabbimin her türlü icraatını rıza ve ibretle karşılamamdır. Örneğin, Rabbim isteseydi o gece bana yolumu buldurabilirdi. Demek ki hikmeti birçok gerekçeyle böyle bir şeye müsaade etmemişti. Benim niyet, samimiyet ve metanetimi test etmek istemişti. Çünkü Calvin gibi benim de imtihanım devam ediyor. Rabbim o hadiseyi benim için bir imtihan sorusuna çevirmişti. Önemli olan, bu soruya, Kur’an ve sünnet ışığında doğru cevap vermemdi. Hem de o hadiseyle, bana kusurumu hissettirip kusursuz olan Zat’ını biraz daha iyi anlamamı istemişti.

Kısacası, Allah’a iman edince her türlü işim yolunda gidecek, hiçbir müşkülüm olmayacak, diye bir beklentiye girmiyorum. Aksine, Kur’an iman edenlerin, şiddetli bir imtihandan geçirileceğini şu ayetle bildiriyor: “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Bakara Suresi, 2:214) Dolayısıyla, başıma gelen her bir musibet, Rabbimin bir imtihanı ve idmanıdır. Üzerime düşeni hakkıyla yaptığımda, o sıkıntı, kabiliyetlerimin inkişafına vesile olduğu için bir nevi rahmete dönüşüyor. Tıpkı, beden kabiliyetlerini geliştirmek için uğraşan bir sporcunun idmanda çektiği sıkıntı gibi. Gördüğün olaylara nasıl baktığın çok önemli. Aynı hadiseye yaşayan iki kişi tamamen farklı neticeler elde edebilir. Yaşadığım olay benim Rabbime olan imanımı artırırken senin gibi düşünenlerin de imanını zayıflatırdı.

Yolunu bulamayınca nasıl Rabbini buldun, anlayamadım. Ne demek istediğini açıklar mısın?

– Memnuniyetle. Niye yolumu bulamadım, diye canım sıkılırken binlerce kilometre ötelere göç eden göçmen kuşlar ve balıklar aklıma geldi. Kuşlardakinden daha fazla olduğuna inandığım aklım, hafızam ve harita bilgime rağmen birkaç kilometre ötedeki yeri bulmakta zorluk çekmiştim. Nasıl oluyor ki “kuş beyinli” göçmen kuşlar binlerce kilometre ötede, varacakları yeri bulabiliyorlar? Ben ise birkaç kilometre ötedeki yeri bulamıyordum? İşte, o sırada, kesin olarak (hakkalyakin derecesinde) anladım ki göçmen kuşlar Rabbimin yardımıyla yollarını biliyor ve gidecekleri yeri buluyorlar. Yani akıl, hafıza ve harita yardımıyla bile birkaç kilometre ötedeki yeri bulmada zorluk çekmekle anladım ki binlerce kilometre ötede gidecekleri yeri bulan kuşlar ancak sonsuz ilim sahibi Rablerinin yardımıyla bunu başarıyorlar. Onlara yollarını gösteren bir Rableri olmasaydı asla yollarını bulamayacaklardı.

Haklısın. Göçmen kuşların, kelebeklerin ve balıkların binlerce kilometre ötede, gideceği yeri bulması ilginç bir hadise. Her zaman yaptığın gibi, olağan dışı gördüğün bir şeyi Yaratıcı’ya veriyorsun. Oysa bilim bu hadisenin nasıl olduğunu açıklıyor.

– Bilimin harikulâde bir hadisenin “sebep-sonuç” halkasını açıklaması, onları sıradanlaştırmıyor; tıpkı bir bilgisayarın nasıl çalıştığını ve nasıl yapıldığını anlamakla, sıradan bir âlet olduğunu iddia edemeyeceğimiz gibi. Garip olan, seküler bilim bile göçmen kuşların harikulâde bir şekilde yollarını, nasıl bulduklarını anlamış değil. Birkaç ay önce bir belgeselde seküler bilim adamlarının göçmen kuşlarla ilgili sözüm ona bilimsel teorilerini dinlemiştim:

Üç farklı teori geliştirmişlerdi. Her birisi ötekinden kötüydü. Bazı bilim adamlarına göre, göçmen kuşlar yıldızlara bakarak yollarını buluyorlar. Akıllı insanlar bile binlerce kilometre ötedeki bir şehri, yıldızlara bakarak bulamaz. Haritayı okumakta zorluk çekip yolunu şaşıran akıllı insanlar, yıldızları bir harita gibi okuyup nasıl yollarını bulsunlar ki? Kuşların yıldızları harita gibi kullandığını iddia edenler aslında şunu söylüyorlar: “Kuşlar, yıldızların her gece değişen konumlarını biliyorlar. Beyinlerinde gökyüzü haritasının tüm bilgisi var. Gökyüzüne bakarak yön tespiti yapıyorlar. Örneğin x şehrinden 10 bin kilometre uzakta olan y şehrine gideceklerse y şehrinin konumunu biliyorlar. Yola çıktıklarında yıldızlara bakıp hangi yöne gideceklerine karar veriyorlar. Her gittikleri yerde yıldızlara bakıp doğru yönde olup olmadıklarını anlamaya çalışıyorlar. Bulutlu gecelerde, ya altıncı hisleriyle ya da beyinlerinde var olan gökyüzü semasının simülasyonuyla yönlerini tayin ediyorlar.”

Bu teorinin mantıksızlığını gören bir diğer grup ise kuşların bize görünmeyen manyetik alanı bir harita gibi kullanıp yollarını bulduklarını iddia ediyor. Bu daha da büyük safsata, bizim geçen asırda keşfettiğimiz manyetik alanı, kuşlar nasıl oluyor da yüz binlerce asırdır biliyorlar. Yer kürenin manyetik haritasını bilen akıllı insanlar bile bununla on binlerce ötedeki bir yeri bulabilirler mi? Hiç kuşkusuz Allah kuşlara manyetik alanı bir harita yapıp nasıl kullanacaklarını ilham ediyor olabilir. Bilimsel çalışmayla bunu keşfetmek, bu işin bayağı bir şey olduğunu göstermez. Tıpkı her zaman gideceği yeri şaşırmadan bulan bir insanın, hiç bilmediğimiz bir âleti kullanmayı öğrenmesi gibi. Böyle bir durumda, işin sırrı çözüldü, diyemeyiz. Bu insan nasıl olmuş da böyle bir cihazı keşfetmiş, diye sorarız.

Bu iki safsataya da inanmayan diğer bir grup bilim adamı ise şöyle bir teori geliştirmişler: “Kuşların beyinlerinde, küçük bir GPS cihazı var. Bununla yollarını buluyorlar.” Gayet kolay bir izah. Her kuşun beynine bir GPS cihazı koydunuz mu, mesele çözülüyor. Çünkü GPS ile yollarını kolayca bulabilirler; ama akıllı insan böyle kolaycı bir izahla tatmin olmaz. Birincisi, kuşlarda GPS gibi bir cihazın olduğunu keşfeden var mı? İkincisi, bizim son zamanlarda keşfettiğimiz böyle bir cihazı kuşlar nasıl oluyor da binlerce asır önce keşfetmiş? Yoksa biz mi “kuş beyinliyiz”? Öyleyse aptal insanlara değil, zeki insanlara “kuş beyinli” dememiz gerekmez mi? Aptal insanlara da “insan beyinli” demeliyiz. Kısacası insanların “kuş beyinli” diye hakir gördüğü bu küçük varlıklar, nasıl oluyorsa yollarını hiç şaşırmadan, her sene gidecekleri yeri buluyorlar. Bazı kuşlar, bir önceki sene kaldığı yuvayı (evi) bulup oraya yerleşiyor. Varsayalım ki senin Kanada’da bir evin var. Yıldızların hareketine veya manyetik alanı takip etsen evini bulabilir misin?

Hayır, çok zor; bulamam. Çünkü kuşlar evrimle böyle bir yetenek kazanmış biz kazanmamışız.

– Evrim, deyip işin içinden sıyrılıyorsun. Biz, madem evrim halkasının son zinciriyiz, bizde daha mükemmeli olmalıydı!

Sen çok içerlemişsin, göçmen kuşlar kadar olamadım, diye. Seni biraz teselli edeyim. İnan bana o göçmen kuşlara pastanenin adresini verseydin onlar hiç bulamazdı. Sen hiç olmazsa bir saatten sonra bulmuşsun. Kuşlar senin ayağının tozu bile olamaz.

– Çok iyi bir psikologsun. Beni ezilmişlik psikolojisinden kurtardın. Duygularım teskin oldu, ancak aklım söylediklerinin sırrını çözemedi. Şunu mu diyorsun: 10 kilometre ötedeki yeri bulmak, 10 bin kilometre ötedeki yeri bulmaktan daha zordur. Kuşlar 10 bin kilometre ötedeki yuvalarını buluyorlar. Şayet yuvaları 10 kilometre ötede olsaydı bulamazlardı.

Her neyse, asıl konumuza dönelim. Bence insanın asıl gayesi hakikati bulmak olmalı. Bunun için aklını rasyonel prensipler ışığında kullanmalıdır. Müzakere yaptığım bir Hıristiyan dostuma bu konuyu aktarınca bana şöyle demişti: “Senin Yaratıcın hakikat. Sen benim tanrımın hakikat tanrısına tabi olmasını istiyorsun. Benim tanrım hiçbir şeyle sınırlanamaz. O’nun yaptıkları için rasyonellik aranmaz.” Sonradan düşününce aslında doğru söylediğini anladım. Ben hakikat tanrısını arıyorum. Benim tanıdığım en yüksek otorite, hakikattir.

– Şaşıracaksın belki, Müslümanlar da mutlak hak ve hakikat olan Rabbe iman ediyor. Bundandır ki en sık, Cenab-ı Hak ismini kullanılıyoruz. Yani varlığı hakikî olan ve kendisi mutlak hakikat olan bir Allah’a inanıyoruz. Masiva dediğimiz, O’nun dışındaki her şey bir nevi gölgedir. Gölge, nasıl aslî olan başka bir şeyin vücuduna dayanıyorsa her şey de tıpkı gölge gibi varlığını, asıl olan Allah’a dayandırıyor. Yani, her şey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisiyle var oluyor. Her şeyin varlığı her an Cenab-ı Hakkın varlığına bağlıdır. Hak olan Rabbim aynı zamanda hakikatin de ölçütüdür. Doğrusu, bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu O’nunla bilebiliriz.

O hâlde sen aklınla doğruları belirlemiyorsun. Bence yanlış yapıyorsun. Aklın dışında başkalarının sana naklettiği bir şeyi doğru kabul edip kendi doğrularını onun üzerine bina ediyorsun. Ben ise rasyonel biri olarak aklımı kullanıyorum ve hakikate ulaşmaya çalışıyorum. Sana göre daha avantajlıyım.

– Bence hiç de avantajlı değilsin. Çünkü her tarafı zifiri karanlığın kapladığı kâinat sarayında aklın sana bir el feneri kadar ışık verebilir. Ayağının ucunu aydınlatabilir. Birkaç metre ötesini göremezsin. Oysa güneş gibi her tarafı aydınlatan Kur’an ışığının altına girdiğinde, geçmiş ve gelecek bütün zamanlar aydınlanır. Çok daha rahat ve endişesiz bir hayat yaşarsın.

Çok iddialı konuşuyorsun. Bu konuyu müzakere edecek vaktimiz kalmadı. Haftaya devam edelim istersen.

– Ne zaman istersen.

* * *

Bu haftaki görüşmemizde Thomas hayli şaşırmıştı. Çünkü bir yaratıcı varsa bile, insanlarla konuşmayacağını iddia etmişti başlangıçta. Ancak, cevaben Allah’ın hem peygamberler hem de her şeyle bizimle konuştuğunu duyunca hayret etti. İlahî sese kulak vermek yerine, varlığını inkâr etti. Kendisine izah ettiğimizde, itiraz edecek bir şey bulamadı. Bu hafta da anladım ki, insanın ilahî konuşmaları duyması için beden kulağı değil, kalp kulağını açması gerekir. Mevlana’nın anlattığı gibi, dağlar Davud’a (a.s.) eşlik ettiği gibi, bütün mahlûkat insana zikrinde eşlik eder:

“Davud’un yüzü Allah nuruyla parladı. Dağlar onunla beraber feryada geldiler, dağ Davud’a yoldaş oldu. Her iki çalgıcı da bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu. ‘Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın’ diye emir geldi. Dağla Davud, ikisi de bir perdeden seslendi.

Allah dedi ki: ‘Ey Davud sen yerinden yurdundan ayrıldın, benim için hemdemlerinden cüda düştün. Ey garip olmuş tek ve muinsiz kalmış olan Davud! İştiyak ateşi gönlünden şule vermekte; çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O kadim Allah dağları senin huzuruna getirir.

Dağlar sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine ses verirler. Dudağı dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya; bil ki velinin de ağızsız dudaksız sözleri, feryatları var. O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar.’

O nağmelerle her an velinin can kulağına ulaşır. Yanında oturanlar duymazlar, işitmezler de o duyar işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır. Veli kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz! Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual yüzlerce cevap gelir. Menziline kadar erişir. Bunları sen duyarsın da başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar.”2

 

Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan Rabbini Arayan Thomas -2- isimli kitabından alınmıştır.

 

Dipnotlar:

1 Ayrıntılı bilgi için Bediüzzaman’ın Mektubat isimli eserinin On Dokuzuncu Mektup, İkinci Esas kısmına bakabilirsiniz.

2 Mevlana, Mesnevi, Cilt: 3, s. 236

Yazar:

Kategorisi:
Kur'an'ı Okuyan Bir Ateist'in Soruları ve Verilen Cevaplar
Gönderi tarihi: 26-08-2009
4,809 kez okundu