99- كَذَلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاء مَا قَدْ سَبَقَ “Böylece Sana geçmişin haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz.”
İşte bu Musa kıssası gibi, biz sana geçmişteki işlerin ve kaybolup giden ümmetlerin haberlerinden anlatıyoruz. Bunlarda,
-Senin için bir ibret,
-İlminin artması,
-Mu’cizelerinin çoğalması,
-Ümmetinden basiret sahiplerine bir tenbih ve hatırlatma vardır.
وَقَدْ آتَيْنَاكَ مِن لَّدُنَّا ذِكْرًا “Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.”
Zikirden murat Kitap, yani Kur’andır. Bu kitap, tefekküre ve ibrete layık olan bu kıssaları ve haberleri içinde bulundurmaktadır.
“Zikir” kelimesinin elif-lâmsız gelmesi şanına tazim içindir.
Denildi ki: Hz. Peygambere verilen zikirden murat,
-Güzel bir şekilde yâd edilmek,
-İnsanlar arasında büyük bir şöhrete nail olmaktır.
100- مَنْ أَعْرَضَ عَنْهُ فَإِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وِزْرًا “Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o kıyamet günü bir günah yüklenecektir.”“Kim ondan yüz çevirirse” ifadesinde “O” zamirinden murat Kur’andır. Kur’an mutluluk ve kurtuluş cihetlerini cem etmiştir.
Veya murat, Allahtan yüz çevrilmesidir.
Bu günah, küfrüne ağır bir ceza olacak, kendisini ebedi mahcup edecektir.
Ayette teşbih vardır. Ceza olarak ağır yük taşıyan kimse nasıl zorlanır, insanlar içinde mahcup olur, sırtı âdeta çökerse, günahlar da diğer âlemde sahibinin sırtında ağır bir yük olacaktır.
101- خَالِدِينَ فِيهِ “O azapta daimî kalacaklar.”
وَسَاء لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِمْلًا “Bu, kıyamet günü onlar için ne fena bir yüktür!”
102- يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ “O gün sûr’a üfürülür.”
وَنَحْشُرُ الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًا “Ve biz suçluları o gün gök gözlü olarak mahşere toplarız.”
“Gök gözlü” denilmesi, böyle bir gözün Arablar nezdinde en çirkin ve istenmeyen bir göz olmasındandır. Çünkü Rumlar onların en ileri derecede düşmanları olup gözleri gök idi. Bunun için şöyle diyorlardı:
Düşmanın sıfatı
-Kara tuzak,
-Sarı ok,
-Mavi göz.
Ayette geçen “zürka” kelimesi “âmâ” anlamına da gelebilir. Yani “...âmâ olarak maşhere toplarız.”
103- يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا عَشْرًا “Siz dünyada sadece on gün kaldınız” diye kendi aralarında gizli gizli konuşurlar.”
Kalpleri korku ve dehşetle dolu olduğundan kısık sesle aralarında konuşurlar.
Böyle diyerek, dünya hayatının zevâl bulması sebebiyle dünyada kaldıkları süreyi kısa bulurlar.Veya, ahiret hayatını uzun bulduklarından, ona nispetle dünya hayatını böyle görürler.
Veya ahiretin çetin hâllerini görüp, şu dünya hayatında kendilerini tatmin etmek ve şehvetlerinin peşinde gitmek sebebiyle bu azaba layık olduklarını bildikleri için, kederlerinden böyle söylerler.
Veya “(Öyle bir) ateş ki, onlar sabah-akşam ona arz olunurlar. Kıyamet koptuğu günde ise, Âl-i Firavnı azabın en şiddetlisine sokun!” (Mü’min, 46) ayetinin ve devamının da işaretiyle kabirde böyle konuşurlar.
104- نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ “Aralarında ne konuştuklarını biz en iyi bileniz.”
Ne kadar kaldıkları hususunda biz onların neler dediklerini iyi biliriz.
إِذْ يَقُولُ أَمْثَلُهُمْ طَرِيقَةً إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا يَوْمًا “Onların yolca en iyileri, “ancak bir gün kaldınız” diyordu.”
“Yolca en iyileri” ifadesinden murat, görüş veya amelce en istikametli olanlarıdır. “Ancak bir gün kaldınız” deyip kalma müddetini daha az gösterenlerin görüşünün, diğerlerine üstün olduğu nazara verilmiştir.
105- وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ “Sana dağları sorarlar.”Sana dağların akıbetinden soruyorlar.
Sakif kabilesinden bir adam sormuştu.
فَقُلْ يَنسِفُهَا رَبِّي نَسْفًا “De ki: Rabbim onları toz edip savuracak.”
Dedi ki: Rabbim onları un ufak edip sonra da rüzgar göndererek savuracaktır.
106- فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًا “Böylece orayı (arzı) dümdüz boş bir halde bırakacak.”
Onların yerleştiği yeri veya arzı dümdüz ve boş bırakacaktır. Ayette “Şayet Allah insanları zulümleri yüzünden cezalandırsaydı, orada (yeryüzünde) tek canlı bırakmazdı.” (Nahl, 61) ayetinde de olduğu gibi, her ne kadar daha evvelinde zikredilmese de, dağlar arzın üzerinde olduğundan dolayı zamirin arza raci kılınması vardır.
107- لَا تَرَى فِيهَا عِوَجًا وَلَا أَمْتًا “Orada ne bir eğrilik görürsün, ne de bir yumruluk.”
Bu üçü, yani
-Düz
-Eğri
-Yumru, birbirine terettüp eden hâllerdir. Birinci ve ikinci duyular yönüyledir. Üçüncüsü, ölçü itibarıyladır.
108- يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُ “O gün, hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye uyarlar.”
O günden murat, dağların un-ufak olacağı gündür.
Veya kıyamet gününden bedel olabilir.
Davetçi, Allahu Teâlâdır.
Denildi ki: Davetçi Hz. İsrafildir.
Beyt-i Makdisin kayasının üzerinde ayakta durur, insanları çağırır. Her taraftan Ona doğru yönelirler. Davet edilenler, hiç muhalefet etmeden, sapmadan O’na uyarlar.
وَخَشَعَت الْأَصْوَاتُ لِلرَّحْمَنِ “Rahmân için sesler kısılmıştır.”
O’nun heybetinden sesler kısılmıştır.
فَلَا تَسْمَعُ إِلَّا هَمْسًا “Artık bir hışıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin.”
Bu hışıltının, onların mahşere nakli esnasında ayaklarından gelen ses olduğu da söylenir.
109- يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا “O gün, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğundan başkasının şefaati fayda vermez.”İstisna şefaattendir. Yani, Ancak Allahın şefaatine izin verdiği ve sözüne razı olduğu müstesna.Veya mefulden de olabilir. Yani, ancak kendisi için şefaata izin verilen ve kendisi hakkında şefaatçinin sözüne Rahmânın razı olduğu kimse müstesna. Böylesine, şefaat fayda verir.
110- يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ “O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir.”
Allah, onlara tekaddüm eden halleri ve gelecekte kendilerinden sonra olacakları bilir.
وَلَا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا “Onlar ise O’nu ilmen kavrayamazlar.”
Onların ilimleri, Allahın malumatını ihata edemez.
Denildi ki: Onlar, Allahın zâtını ilmen kuşatamazlar.
Veya evveliyle alakalı olarak “onlar öncelerini de sonralarını da tam olarak bilemezler. Bildiklerini de ayrıntılarıyla bilemezler.”
111- وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِ “Yüzler, Hayy-ı Kayyum’a boyun eğmiştir.”
Hükmü nâfiz bir hükümdarın elinde, esirlerin boyun eğmesi gibi, yüzler Hayy-ı Kayyuma tam bir itaatle boyun eğmiştir.
Ayetin zahiri, bütün yüzlerin durumunu ifade eder. Ama bununla mücrimlerin yüzlerinin murat edilmesi caizdir. Bu durumda “yüzler” anlamındaki “el-vücuh” kelimesindeki elif-lâm izafetten bedeldir. Yani, “o mücrimlerin yüzleri” demektir.
Ayetin devamı bunu teyid eder:
وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا “Bir zulüm yüklenen, gerçekten hüsrana uğramıştır.”
Bu ifade, ayetin evvelinden hâl olabilir: Bir zulüm yüklenen gerçekten perişan olduğu hâlde, yüzler Hayy-ı Kayyuma boyun eğmiştir.
Veya ayetin bu kısmı müstakil cümle de olabilir, yüzlerinin niçin boyun eğdiğini anlatır.
112- وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا “Herkim mü’min olarak salih ameller işlerse, artık o, ne zulümden ve ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.”“Mü’min olarak” denilmesi, taatlerin sıhhatında ve hayırlı işlerin kabulünde imanın şart olmasındandır.
Ayette anlatıldığı şekilde olan kimse, kendisine vaat edilen hak ettiği sevabın verilmemesinden ve de hakkının çiğnenmesinden korkmaz.Veya mana şöyle olabilir: Mü’min olarak salih ameller işleyen kimse, bir zulüm veya hakkı çiğnemek cezası alacağından korkmaz. Çünkü başkasına zulmetmemiş, kimsenin hakkını çiğnememiştir.
113- وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا “İşte böylece biz onu Arabça bir Kur’ân olarak indirdik.”
Yani, dehşetli bir tehdidi barındıran bu ayetleri indirdiğimiz gibi, Kur’anın tamamını Arabça bir Kur’an olarak indirdik.
وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ “Ola ki sakınırlar diye onda tehditlerden nicelerini tekrar tekrar açıkladık.”
Onda tehdid ayetlerini tekrar tekrar nazara verdik.
Ola ki günahlardan sakınırlar, takva kendileri için bir meleke hâlini alır.
أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا “Yahut onlara bir ibret verir.”
Veya o Kur’anı duyduklarında, Kur’an kendilerine bir öğüt ve ibret verir, bu da onları günahlardan alıkor.
Bu nükte için, takvayı yapılan vaîde, öğüdü de Kur’ana nisbet etti.[1>
114- فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ “Hükmü her yerde geçerli gerçek hükümdar olan Allah yücedir.”
Allah, zât ve sıfatlarında mahlukata benzemekten yücedir. Zâtı, onların zâtına benzemediği gibi, kelâmı da onların kelâmına benzemez. O, Meliktir; emri ve nehyi nafizdir, vaadi umulmaya ve tehdidi sakınılmaya layıktır. O, Hak’tır; Melik olmaya bizâtihi layıktır. Zât ve sıfatları sabittir, gerçektir.
وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ “Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme.”Ayet, Hz. Peygamberin Hz. Cebrailden vahyi alırken acele etmesinden ve kıraati tekrarlamasından bir nehiydir.
Denildi ki: Ayet, mücmel olarak gelen bir hükümle alakalı açıklama gelmeden tebliğde bulunmaktan bir nehiydir.
وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا “Rabbim! İlmimi artır” de.”
“Vahiyle ilgili acele edeceğine ona bedel Rabbinden ziyade ilim iste. Çünkü, Sana vahyedilenlere zaten nail olacaksın.”
[1> Vaîd, ilâhî azap ve ceza ile insanları sakındırmaktır. Buna muhatap olan kimseler, akıllarını başlarına alırlarsa, haramlardan uzak kalmak suretiyle azaptan sakınmış olurlar. Öte yandan Kur’an, bir zikir kitabıdır. Ona muhatap olan kimseler bu öğütlere kulak vermek suretiyle ders almış olurlar.