35- يَا بَنِي آدَمَ “Ey Âdemoğulları!”
إِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي فَمَنِ اتَّقَى وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Eğer size içinizden peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında, kim Allah’tan korkar ve kendini düzeltirse, işte onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Ayette peygamberler için “eğer gelirlerse” şeklinde bir ifade kullanılması ehl-i talimin[1> zannettiği gibi peygamber göndermenin vacip olmadığına, caiz bir mesele olduğuna tenbih içindir.
“Artık sizden her kim şirkten sakınır ve salih amel yaparsa, işte onlara bir korku yoktur. Onlar üzülmezler de.”
Burada mübtedanın haberinde فَ (fe) harfinin gelmesi, ikinci cümlenin
haberinde ise gelmemesi, vaadde mübalağa ve vaîdde ise müsamaha içindir.
36- أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا “Ayetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlar var ya, işte onlar cehennem ashabıdır.”
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
37- فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ “Allah’a karşı yalan uyduran yahut âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?”
Ayet, Allahın demediğini demiş gibi anlatan, dediğini ise yalanlayanları nazara vermektedir.
أُوْلَئِكَ يَنَالُهُمْ نَصِيبُهُم مِّنَ الْكِتَابِ “İşte onlara kitaptan nasipleri kendilerine ulaşacaktır.”
“Onlara kitaptan nasipleri kendilerine ulaşacaktır” ifadesi iki şekilde değerlendirilebilir:
1-Onlar için yazılan rızıklara ve ecellere kavuşacaklardır.
2-Levh-i mahfuzda kendileri için sabit olan durumlarla karşılaşacaklardır.
حَتَّى إِذَا جَاءتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْ قَالُواْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ “Canlarını alacak elçilerimiz onlara gelince, “Allah’tan başka taptıklarınız nerede?” derler.”
Nerede o ibadet ettiğiniz ilahlar?
قَالُواْ ضَلُّواْ عَنَّا “Onlar, ‘O taptıklarımız bizden kaybolup gittiler’ derler.”
وَشَهِدُواْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُواْ كَافِرِينَ “Ve böylece kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler.”
38- قَالَ ادْخُلُواْ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِكُم مِّن الْجِنِّ وَالإِنسِ فِي النَّارِ “Onlara: “Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber girin cehennem ateşine!” der.
Kıyamet günü onlara böyle diyen Allahu Teâlâdır.
Veya buna görevli melektir.
كُلَّمَا دَخَلَتْ أُمَّةٌ لَّعَنَتْ أُخْتَهَا “Cehenneme giren her ümmet kendi yoldaşına lanet eder.”
Onlardan her bir ümmet ateşe girdiğinde, kendisine uyarak yoldan çıktığı kimselere lanet eder.
حَتَّى إِذَا ادَّارَكُواْ فِيهَا جَمِيعًا قَالَتْ أُخْرَاهُمْ لأُولاَهُمْ رَبَّنَا هَؤُلاء أَضَلُّونَا “Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: Rabbena! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı.”
Sonradan girenler veya konum itibariyle arkada bulunan tâbiler, önden girenler veya önder olan kâfirler için “Bunlar yoldan çıkmayı bize bir yol haline getirdiler, biz de onlara uyduk” derler.
Sonra da Allaha şöyle yalvarırlar:
فَآتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِّنَ النَّارِ “Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver.”
Çünkü onlar hem saptılar, hem de saptırdılar.
قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ “Allah der: “Herkesin azabı kat kattır.”
Önden gidenlere küfürleri ve yoldan saptırmalarına karşılık, tabi olanlara ise küfürleri ve taklitleri sebebiyle kat kat azap vardır.
وَلَكِن لاَّ تَعْلَمُونَ “Lakin bilmezsiniz.”
Lakin siz, size de kat kat azap olduğunu veya her grup için nasıl bir azap olduğunu bilmiyorsunuz.
39- وَقَالَتْ أُولاَهُمْ لأُخْرَاهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ “Öncekiler de sonrakilere derler ki: “Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur.”
Önder durumda olan inkârcılar, Cenab-ı Hakkın sözüne atıfla şöyle cevap verdiler: Sizin bizden daha iyi durumda olmadığınız sabit oldu. Bizler ve sizler dalalette ve azaba müstehak olmakta eşit durumdayız.
فَذُوقُواْ الْعَذَابَ بِمَا كُنتُمْ تَكْسِبُونَ “O halde yaptıklarınızdan dolayı tadın azabı!”
40- إِنَّ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُواْ عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ أَبْوَابُ السَّمَاء “Ayetlerimizi yalanlayan ve onlardan kibirlenenler var ya, işte onlara sema kapıları açılmaz.”
Mü’minlerin amellerine ve meleklerle beraber olmaları için ruhlarına sema kapıları açılırken, o kâfirlerin dua ve amellerine veya ruhlarına açılmaz.
وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ “Ve deve, iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler.”
Ayet, onların cennete girmesini büyüklükte mesel olan devenin, darlıkta mesel olan iğne deliğinden geçmesine bağlayarak “onlar asla cennete giremezler” manasını anlatır. Ayetteki “cemel” kelimesini “ceml” şeklinde okuyarak “halat, iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler” manasında değerlendirenler de olmuştur.
وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمِينَ “İşte biz mücrimleri böyle cezalandırırız.”
İşte bu anlatılan korkunç ceza gibi, biz suçluları böyle cezalandırırız.
41- لَهُم مِّن جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِن فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ “Onlara cehennemde ateşten bir döşek, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır.”
وَكَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ “İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.”
Biraz önce onlardan “mücrimler” şeklinde bahis vardı, burada ise “zalimler” şeklinde kendilerinden bahsedildi. Bunda, onların ilâhî ayetleri yalanlayarak bu kötü sıfatlarla muttasıf olduklarını hissettirmek vardır.
Onların mücrim oluşları cennetten mahrum bırakılmalarıyla, zalim oluşları cehennem ateşiyle azaplandırmalarıyla beraber zikredilmiştir. Bunda, zulmün en büyük cürümlerinden biri olduğuna dikkat çekmek söz konusudur.
42- وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ “İman edenler ve salih amellerde bulunanlara gelince.”
لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “-ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz-”
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ “İşte onlar cennet ehlidirler.”
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedîdirler.”
Cenab-ı Hak, cennet ve cehennemi genelde beraberce zikreder, vaad ve vaidi yan yana bildirir. Burada da öyle yapmış, cehennemi nazara verdikten sonra cenneti anlatmıştır. Ayette “-ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz-” denilmesi bir cümle-i muterizadır. Buna yer verilmesi, kişinin gücü nisbetinde ve kendisine kolay gelecek şekilde daimi cennet nimetlerini kazanmasına teşvikte bulunmak içindir.
43- وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ “Kalplerinde bulunan kötülükleri çıkarıp atarız.”
Biz onların kalplerinden kötü duyguları çıkarırız.
Veya temizleriz, ta ki aralarında karşılıklı sevgiden başka bir şey olmasın.
Hz. Ali (r.a) şöyle der: “Ben, Osman, Talha ve Zübeyir’in onlardan olmasını umarım.”
تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ “Onların altlarından ırmaklar akar.”
وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا “Bizi buna hidayet eden Allah’a hamdolsun” derler.”
وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ “Eğer Allah bize hidayet etmeseydi, biz doğru yola erişemezdik.”
لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ “Şüphesiz Rabbimizin elçileri bize gerçeği getirdiler.”
Dünyada ilmen bildiklerini ahirette gözleriyle görünce sevinç ve ferahla böyle derler.
وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ “Onlara şöyle seslenilir: “İşte size cennet! Yaptıklarınıza karşılık buna varis oldunuz.”
Cenneti uzaktan gördüklerinde veya girdiklerinde kendilerine böyle nida edilir.
[1> Ehl-i talim, peygamber göndermenin Allah için zorunlu olduğunu düşünür. Ehl-i sünnet ise, bunun Allah için zorunlu olmadığını, bir lütuf ve rahmet olarak peygamber gönderdiğini ifade eder.