74- ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً “Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı, o kalpler taş gibi, hatta taştan daha katıdır.”
Kalp katılığı, taş misali kalbin sert ve kaba oluşunu ifade eder, kalbin ders ve ibret almamasına bir meseldir.
Ayette “bunun arkasından” ifadesi maktûlün diriltilmesi olayına bakar. “Sayılan bütün bu mu’cizelerden sonra” manasına da gelebilir. Çünkü, bütün bu ayetler, kalbin yumuşamasını gerektirmektedir.
وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ “Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor.”
وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء “Ve öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor.”
وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ “Öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağılara yuvarlanıyor.”
وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ “Ve Allah sizin neler yaptığınızdan gafil değildir.”
Taş bile etki altında kalır. İşte o taşların bir kısmı parçalanır, kendisinden su nebean eder, bu sular nehir halini alır. O taşların bir kısmı Allahın muradına boyun eğerek dağların tepesinden aşağılara yuvarlanır. Ama bunların kalbi ise, Allahın emri karşısında etkilenmiyor, emre boyun eğmiyor!
75-أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ “Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?”
Hitap, Hz. Peygambere ve mü’minleredir. Yani, siz o Yahudilerin sizin davanıza inanmalarını mı bekliyorsunuz?
وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ “Oysa içlerinden bir kısmı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.”
Onların selefi olanlardan bir taife, Tevrat’ı duyuyor, ardından onda olan recm ayeti ve Hz. Muhammedin vasıfları gibi ayetleri tahrif ediyorlardı.
Tevrat’ı tahrifleri, onu keyiflerine göre te’vil ve tefsir etmeleri de olabilir.
Burada bahsi geçen Yahudilerin, Hz. Musa’nın seçip Tur’a götürdüğü yetmiş kişi olduğu da söylendi. Bunlar, Cenab-ı Hakkın Hz. Musa ile konuşmasını duydular, döndüklerinde kavimlerine duyduklarını anlattılar, ama sonunu şöyle bitirdiler: Allahu Teâlâ bildiriyor ki: Bunları yapmaya gücünüz yeterse yapın, ama isterseniz de yapmayın!”
“Onu, bile bile tahrif ederlerdi.”
Onlar, Allahın kelamını hiçbir şüphe kalmayacak şekilde anladıktan sonra, bile bile böyle yapıyorlardı.
Ayet şu manayı ifade eder: Bunların âlimleri ve öncüleri bu durumda iken, avam ve cahil olanlardan ne beklersin? Onlar da inkâr etse ve tahrifte bulunsalar çok da garip karşılamamak gerekir, onların bu konuda sabıkası vardır.
76- وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا “Onlar iman edenlerle karşılaşınca, “Amenna” derler.”
O Yahudilerden münafık olanlar ehl-i imanla karşılaştıklarında “iman ettik” yani “siz hak üzeresiniz, peygamberiniz de Tevratta geleceği müjdelenen zattır” derler.
وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ“ Birbirleriyle baş başa kaldıklarında da şöyle derler:”
أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ “Rabbinizin huzurunda delil olarak kullanıp sizi sustursunlar diye mi, Allah’ın (Tevrat’ta) size bildirdiklerini onlara söylüyorsunuz?”
Kendi aralarında baş başa kaldıklarında ise, münafıklık yapmayanları münafıklık yapanlara “Tevratta beyan edilen Muhammedin vasıflarını niye bunlara söylüyorsunuz?” derler.
Onlardan münafık olanlar, kendilerini suçlayanlara karşı Yahudilikte tavizsiz olduklarını ifade etmek, Tevrat’ta bulduklarını açıklamaktan sakındırmak için böyle söylemiş de olabilirler. Böylece hem mü’minlere, hem de kendi dindaşlarına münafıklık yapmış olurlar.
Bu durumda soru şeklinde gelen bu cümle, birinciye göre şiddetli bir uyarı, ikinciye göre ise bir inkâr ve nehiydir.
أَفَلاَ تَعْقِلُونَ “Aklınızı kullanmaz mısınız?”
Ayetin bu kısmı, onların sözlerinin devamı olabilir.
Veya Allahu Teâlâdan mü’minlere bir hitap olabilir. Bu ikinci durumda, “Yoksa siz onların size inanmasını mı beklersiniz?” ifadesiyle muttasıl olur. Yani, onların hâlini ve size inanmalarında bir ümit olmadığını hâlâ akletmez misiniz?
77- أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ “Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da.”
Ayetin muhatabı, münafıklar, onları kınayan Yahudiler veya her iki grup, veya onlarla beraber Allahın kitabını tahrif edenler olabilir.
Yani, Allah onların gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da… Böyle olunca Allah onların küfrü gizleyip imanı ilan etmelerini, Allahın kendilerine açtığı bilgileri gizlemelerini, diğerlerini açıklamalarını, ilâhî kelamı lafız ve mana olarak tahrif etmelerini de bilir.
78-وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ “Onların bir kısmı ümmîlerdir.”
لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ “(Bunlar), kitabı bilmezler.”
إِلاَّ أَمَانِيَّ “Ancak bazı kuruntular bilirler.”
Onlardan bir kısmı okuma-yazma bilmezler, dolayısıyla Tevratı mütalaa edemezler, onda olanları tahkik edemezler.
Ayette geçen “kitap” kelimesi “Tevrat” anlamında olabilir.
Emanî, ümniye kelimesinin çoğuludur. Ümniye, insanın kendi nefsinde kurduğu hayallerdir.
Yani, o ümmiler Tevratı tahrif edenlerden taklit yoluyla öğrendikleri yanlış inançlara, boş vaatlere inanırlar. Mesela, “Cennete ancak Yahudiler girecek.” “Cehenneme girseler bile ancak sayılı günlerde orada kalacaklar” gibi kuruntulara kapılırlar.
وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ “Onlar sadece zanda bulunurlar.”
Onlar, bilgiye ulaşamamış, zan içinde olan kimselerdir. Zanda her ne kadar sahibi kesin inansa da katî olmayan bir itikad ve görüş söz konusudur. Mukallidin itikadı ve bir şüpheden dolayı haktan sapan birinin inancı böyledir.
79- فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ “Elleriyle Kitab’ı yazıp sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” diyenlerin vay onların hâline!”
فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ “Ellerinin yazdıklarından ötürü vay onların hâline!”
وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ “Kazandıklarından dolayı vay onların hâline!”
Onlar, kitabı ya doğrudan tahrif veya manasını yanlış te’villerle te’vil etmek sûretiyle dünya malını elde etmek istiyorlar. Bu şekilde elde ettikleri her ne kadar çok da olsa, bunun sonucu olarak kendilerine gelecek olan daimi azaba nisbetle az bir şey sayılır.
80- وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً “Bir de dediler ki: Sayılı günler dışında cehennem ateşi bize asla dokunmaz.”
Rivayete göre onların bir kısmı şöyle dedi: Ancak buzağıya taptığımız kırk gün sayısınca bize azap verilecek.
Bir kısmı da şöyle dedi: Dünyada insanların yaşayacağı müddet yedi bin senedir. Biz, her bin seneye mukabil bir gün azap göreceğiz.
قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا “De ki: Siz Allah nezdinde bir ahit mi aldınız?”
فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ “Böyle ise, Allah sözünden dönmez.”
Eğer Allahtan bu konuda bir söz aldınızsa, Allah elbette sözünde duracaktır.
Ayette, Allah için haber verdiği şeylerin hilafını yapmanın muhal olduğuna bir delil vardır.
أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Yoksa Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
81- بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ “Evet, kötülük işleyip günahı her yandan kendisini kuşatmış olan kimseler var ya, işte onlar cehennem ashabıdır.”
Onlar, cehennem azabının uzun süre kendilerine dokunmayacağını iddia etmişlerdi. Ayetin bu kısmı, onların sözünün batıl olduğuna genel bir cihetle isbat eder.
Seyyie, bilerek işlenen çirkin iştir. Kesb ise aslında faydalı şeyi celbe çalışmaktır. Onların seyyie işlemelerinin “kesb” fiili ile ifade edilmesi, “Onları elem verici bir azapla müjdele!” (Âl-i İmran, 21) üslûbu üzeredir.
Böyle biri, hataların her yönden kendisini kuşattığı, bütün hallerini içine aldığı bir kimsedir.
Böyle bir durum kâfir için söz konusudur. Çünkü kâfir olmayan birisi için kalben tasdik ve lisanen ikrardan başka bir hasenesi olmasa bile, hatalar her taraftan onu sarmış olamaz. Bundan dolayı selef âlimleri ayeti “küfür” ile tefsir ettiler.
Bunun tahkiki şöyledir:
Kişi günah işlediğinde, buna son vermezse benzerini yapmaya alışır, gittikçe onu işlemek meyli kendisinde kuvvetlenir. Zamanla hem onu, hem daha büyüğünü işlemeye başlar. Öyle ki, günahlar onu istila eder ve kalbinin bütün latifelerine bulaşır. Kişi sonunda bozulmuş tabiatı ile günahlara meyilli bir hâle gelir, onları istihsan eder, bunlardan başkasında lezzet olmadığına inanır, engel olmaya çalışana buğzeder, o konuda nasihat edeni yalanlar. Şu ayet, bu manaya işaret etmektedir:
“Sonra, Allah’ın âyetlerini yalanladıkları ve onlarla alay etmekte oldukları için, kötülük işleyenlerin akıbeti çok kötü oldu.” (Rum, 10)
Onlar dünyada cehennem ateşini netice verecek işlerle hemhâl oldukları gibi, ahirette de ateşle iç içe olacaklardır.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
Onlar orada daimîdirler.
Veya, çok uzun zaman orada kalacaklardır.
Gördüğün gibi, ayette büyük günah işleyenin cehennemde ebedi kalacağına bir delil yoktur, keza önceki ayette de yoktur.
82 - وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ “İman edip salih ameller işleyenler ise, işte onlar cennet ashabıdır.”
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
Cenab-ı Hak burada da âdeti üzere cehennemle tehditten hemen sonra cennet ile vaatte bulundu, ta ki rahmeti ümit edilsin, azabından da korkulsun.
Amelin imana atfedilmesi, onun imanla aynı şey olmadığına delalet eder.