5. DERS: (Bakara Suresi, 40 - 60) İsrailoğulları

 

                      Bil ki: Allahu Teâlâ, bundan önceki ayetlerde tevhid, nübüvvet ve haşrin delillerini zikretti. Akabinde, bunları takrîr ve te’kid için nimetleri saydı. Çünkü bu nimetler sonradan meydana gelen şeylerdir. Yaratma ve emir elinde, şeriki olmayan hikmet sahibi bir yaratıcıya delalet ederler. Bunların eğitim görmemiş bir Zat (Peygamber) vasıtasıyla geçmiş kitaplarda sabit olduğu şekilde ihbarı, gaybtan haber vermektir ve mu’cizedir, haber veren zâtın nübüvvetine delâlet eder.

                      Bunlar insanın yaratılışına ve asıllarına ve bundan daha büyük olana şümulü cihetiyle ise, bunları yaratanın, ilk defa yaratmaya olduğu gibi, yeniden yaratmaya da kâdir olduğuna delalet eder.

                      Bu kısımda Allahu Teâlâ onlardan ehl-i ilim ve ehl-i kitap olanlara seslendi. Allahın kendilerine olan nimetlerini yad etmelerini, hakka uymakta ve delillere tâbi olmakta ahde vefa göstermelerini emretti, ta ki Hz. Muhammed’e ve O’na indirilene ilk iman edenler olsunlar.

                      Ve şöyle buyurdu:

                      40- يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ Ey Benî İsrail!”

                      Beni İsrail, Hz. Yakub’un evlatlarıdır. “Oğullar” anlamında “benî” kelimesi “bina” kökünden gelir. Çünkü evlat, babasının binasıdır. Bunun için san’at, ustasına nisbet edilir ve mesela “Ebu’l-harb”, “Bintü’l-fikr” denilir.1

                      İsrail, Hz. Yakubun lakabıdır, manası İbranicede “safvetullah” demektir. “Abdullah” manasında olduğu da söylenir.

                       

                      ْاذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ Size verdiğim nimetimi hatırlayın.”

                      Nimetlerimi, tefekkürle ve şükrüne çalışarak yad edin.

                      Nimetin onlarla kayıtlı ifade edilmesi, insanın fıtraten kıskanç ve hasetçi olması itibariyledir. Bu tabiattaki insan, Allahın başkalarına verdiği nimetlere baktığında, kıskançlık ve haset onu nankörlüğe ve öfkeye sevkeder. Ama Allahın kendisine özel olan nimetlerine bakarsa, nimet sevgisi kendisini rıza ve şükre sevk eder.

                      Bu nimetlerden murat, Allahın onların ecdadını Firavundan ve boğulmaktan kurtarması, buzağıyı ilah edinmelerini affetmesi ve kendileri için de Hz. Muhammed zamanında olmaları gibi durumlardır.

                      وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ Ahdimi (sözümü) tutun ki, ben de ahdinizi tutayım.”

                      İman ve taatle ahdime vefa gösterin.

                      Ben de size güzelce sevap vererek ahdimi yerine getireyim.

                      Ahid, hem ahid yapana, hem de yapılana nisbet edilir. Belki de ayette geçen birinci ahid faile, ikinci ahid ise mefule muzaftır. Çünkü Allahu Teâlâ, deliller nasbederek ve kitaplar indirerek iman ve salih amel hususunda onlardan ahid aldı. Ve onlara hasenelerine karşılık sevap vaadinde bulundu.

                      Her iki ahde vefa için derince bir arzediş vardır.

                      İşte, bize bakan yönüyle vefanın ilk mertebesi kelime-i şehadettir. Allah için ilk vefa ise, can ve malın korunmasıdır.

                      Vefanın bizim için son mertebesi sadece başkasını değil, kendini bile unutacak şekilde tevhid denizinde müsteğrak olmaktır. Vefanın Allah için son mertebesi ise, kulunu daimi bir likâya ulaştırmaktır.

                      İbnu Abbas ayeti şöyle açıklar:

                      “Ey İsrailoğulları! Hz. Muhammede tâbi olmanızla ilgili bana verdiğiniz ahde vefa gösterin, ben de esaret zincirlerinden kurtarma hususunda size verdiğim ahdimi tutayım.”

                      Keza, şöyle açıklayanlar da olmuştur:

                      “Farzları eda ve büyük günahları terk ile ahdime vefa gösterin, ben de size mağfiret ve sevapla ahdimi tutayım.”

                      “Siz istikametle doğru yolda giderek ahdime vefa gösterin, ben de sizi itibarlı kılarak ve size daimi nimetler vererek ahdimi yerine getireyim.”

                      Ayette geçen her iki ahdin de mef’ule muzaf olduğu da nazara verilmiştir. Yani, “siz bana ahit olarak verdiğiniz iman ve itaate vefa gösterin, ben de size güzelce karşılık vermeye vefa göstereyim.

                      Her iki ahdin tafsili, Maide sûresinde şu ayette yer alır:

                      Allah, şöyle demişti: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere yardımda bulunarak) Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım.” (Maide, 12)

                      وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ Ve sadece benden korkun!”

                      Yaptığınız, terk ettiğiniz şeylerde ve özellikle de ahdi bozduğunuz durumlarda sadece ve sadece Ben’den korkun.

                      Ayette geçen korku “rahbe” kökünden gelir. Bu kelime, sakınmakla beraber korkuyu ifade eder.

                      Ayet, vaad ve vaîdi tazammun eder. Şükrün ve ahde vefanın vücubunu gösterir. Mü’minin Allahtan başkasından korkmaması gerektiğini bildirir.

                      41- وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ Yanınızdakini (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğime iman edin.”

                      Ayette sadece imanın nazara verilmesi ve buna teşvikte bulunulması, imanın asıl maksat olmasından ve ahde vefanın da esasını teşkil etmesindendir.

                      İndirilen Kur’anın onlardaki ilâhî kitapları tasdik edici olmakla kayıtlanması,

                      -Onlarda vasfedildiği şekilde nazil olması,

                      -Veya kıssa, vaatler, tevhide davet, ibadetle ve insanlar arasında adaletle emretmek, günahlardan ve çirkin işlerden sakındırmak gibi hususlarda onlara mutabık olmasındandır.

                      Kur’anın, ahkâmın ayrıntılarında o semavî kitaplara muhalif kısımları olması, her asrın mashalatlarının kendi zamanına nisbetle farklı olmasındandır. Her ilâhî kitapta, hitap ettiği kimselerin maslahatları gözetilmiştir. Öyle ki, önce nazil olan bir kitap sonra gelseydi, sonraki gibi inerdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber şöyle der:

                      “Musa şayet hayatta olsaydı, bana tâbî olmaktan başka bir durumu olmazdı.”

                      Ayet, aynı zamanda Kur’andan önceki kitaplara tâbi olmanın, Kur’ana inanmaya aykırı olmadığına bir tenbihtir. Hatta onlara ittiba, Kur’ana inanmayı icap etmektedir. Bundan dolayı şöyle diyerek tarizde bulundu:

                      وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ O’nu inkar edenlerin ilki olmayın.”

                      Çünkü, o ehl-i kitaba vacip olan, Kur’ana ilk inananlar olmalarıdır. Ayrıca onlar Kur’anın mu’cizelerine nazar edebilen, durumunu bilen, O’nun gelmesini gözleyen ve zamanını müjdeleyen kimselerdi.

                      Eğer denilse: Arab müşrikleri onlardan önce Kur’anı inkâr etmişken, bunlara nasıl “O’nu inkar edenlerin ilki olmayın” denilir?

                      Elcevap: Bundan murat tarizdir, yoksa zahirin söylediğine delalet değildir. Mesela kişi “Ama bana gelince, ben bir cahil değilim” dediğinde bundan muradı onu cahil sanan muhatab tarizde bulunmaktır. Onun gibi, burada da kelâm zâhirine göre değildir.

                      Veya mana şöyle olabilir: “Sakın siz ehli kitaptan onu ilk inkâr eden kimseler olmayın.”

                      Veya “Sakın siz Kur’anla beraber gelenleri inkâr edenlerden olmayın.” Çünkü Kur’anı inkar eden, O’nun tasdik ettiklerini de inkâr etmiş demektir.

                      Veya şöyle takdir edilebilir: “Sakın siz Mekke müşrikleri gibi inkâr edenlerden olmayın.”

                      وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً Âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin.”

                      Ayetlerime iman etmeyi ve onlara tâbi olmayı dünya lezzetlerine değişmeyin. Çünkü onlar ne kadar büyük de olsa imanı terk ile elinizden kaçan ahiret lezzetlerine nisbetle azdır, değersizdir.

                      Denildi ki: Ayetin muhatabı olan Yahudilerin kavimleri içinde riyasetleri vardı, vergi alıyorlar, ayrıca kendilerine hediyeler geliyordu. Peygambere tâbi olduklarında bunları kaybetmekten korktular, böylece bu fani lezzetleri Kur’ana tercih ettiler.

                      Rüşvet alarak hakkı tahrif etmek ve gizlemek gibi durumlar da ayetin şümulüne dâhildir.

                      وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ Ve ancak benden sakının (takva sahibi olun).

                      İman etmek, hakka tâbi olmak ve dünyadan yüz çevirmekte takva ile sadece ve sadece Benden sakının.

                      Önceki ayet bu ikinci ayette olanlara ön esaslar gibi olunca, takvanın öncesi olan “rahbet” ile bitirildi. Keza, onunla hitap âlim ve mukallidi içine aldığı için, sülûkun başlangıcı olan “rahbet”i onlara emretti.

                      İkinci ayetle olan hitap, özellikle ilim ehline olunca, onlara da sülûkun nihaî mertebesi olan takvayı emretti.

                      42- وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ Hakk’ı batıla karıştırmayın.”

                      “Size indirilen hakkı, uydurduğunuz ve gizlediğiniz batılla karıştırmayın, ta ki bunlar birbirinden temyiz edilmez hâle gelmesin.”

                      Veya “Ya batıl bir şey yazarak veya te’vili esnasında yanlış bir yorum yaparak hakkı şüphe edilir bir hâle getirmeyin.”

                      وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ Bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin.”

                      Ayetin bu ifadesiyle sanki onlar, iman etmekle ve delaleti terk etmekle emrolundular, hakkı işitenlere onu karıştırarak, işitmeyenlere de gizlemek sûretiyle yoldan çıkarmaktan nehyedildiler.

                      Şu mana da verilebilir:

                      “Hakkı karıştırmak ve onu gizlemekten kaçının.”

                      Bildiğiniz halde” denilmesinde şöyle bir incelik vardır:

                      Bile bile hakkı batıla karıştırmak ve hakkı gizlemek çok daha çirkin bir durumdur. Çünkü cahil, bazen mazur sayılabilir.2

                      43- وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ Ve namazı dosdoğru kılın.”

                      وَآتُواْ الزَّكَاةَ Zekatı verin.”

                      Müslümanların namazı ve zekâtı gibi, siz de namaz kılın, zekât verin. Başka türlü olanlar, sanki namaz ve zekât değillerdir.

                      Önceki ayette İslâmın usulünü onlara emretmişti, burada da füruunu onlara emretti. Bunda, kâfirlerin İslâmın füruatına muhatap kılındıklarına bir delil vardır.

                      Zekât kelimesi, nema’yı ifade eder. Çünkü zekâtı vermek malda bereketi celbeder, nefse cömertlik meyvesi kazandırır.

                      Zekât, temizlenmek manasında da kullanılır. Çünkü o, malı habis olmaktan, nefsi de cimrilikten kurtarır.

                      وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.”

                      Müslümanların cemaati içinde, rükû’a varanlarla beraber siz de rükû edin. Çünkü cemaatle kılınan namaz, onda bulunan dayanışma ruhu sebebiyle tek başına kılınan namazdan yirmiyedi kat daha faziletlidir.

                      Ayette, namaz yerine rükû’nun ifade edilmesi, Yahudilerin namazından ihtiraz içindir.3

                      Rükû, Cenab-ı Hakkın bildirdiklerine boyun eğmek manasını da ifade edebilir.

                      44- أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz!”

                      Ayette onları kınama ve “nasıl yaparsınız?” şeklinde hallerine hayret ettirme vardır.

                      İyilik Mertebeleri

                      Ayette iyilik “birr” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bunun üç kısım olduğu söylenir.

                      1-Allaha ibadette iyilik.

                      2-Akrabaları gözetmede iyilik.

                      3-Yabancılarla muamelede iyilik.

                      İbnu Abbas, ayetin Medinedeki hahamlar hakkında indiğini söyler. Nasihat ettikleri kimselere gizlice Hz. Muhammed’e tâbi olmalarını öğütlüyorlar, ama kendileri tâbi olmuyorlardı.

                      Şöyle de denildi: İnsanlara “sadaka verin” diyorlar, ama kendileri vermiyorlardı.

                      وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ Hâlbuki kitabı okuyorsunuz.”

                      Bu, onları susturmaktır. Yani, “bu nasıl kitap okumak. Kitap böyle mi okunur?”

                      Okumuş oldukları Tevratta inat, iyiliği terk, sözün amelden farklı olması gibi hallerine bir tehdit vardır.

                      أَفَلاَ تَعْقِلُونَ Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”

                      Yaptığınız şeyin çirkinliğini akletmiyor musunuz? Aklınız böyle şeylerden sizi men etmiyor mu?

                      Veya, sizin aklınız yok mu, ta ki böyle akıbetinin vahim olduğunu bildiğiniz şeylerden sizi men etsin!

                      Akıl, asıl olarak “habs” anlamındadır. İnsan idrakine “akıl” denilmesi, onu çirkin işlerden alıkoyması, güzel işlere ise sevketmesi sebebiyledir.

                      Ayet, başkasına öğüt verip, kendisi bundan etkilenmeyen kimsenin hâlinin çirkinliğini ve nefsinin habisliğini ilan eder. Böyle hareket, olsa olsa dini bilmeyen veya aklı olmayan ahmak kimsenin yapacağı bir durumdur.

                      Çünkü hem iyiliği emretmek, hem de kendisi yapmamak, insan tabiatına aykırıdır.

                      Demek ki, başkalarına öğüt veren kimse kendini unutmamalı, nefsini arıtıp kemâle ermeli, ta ki başkasına da faydalı olabilsin. Ayetten murat buna teşviktir, yoksa günahkâr biri başkasına öğüt veremez manasına gelmez. Çünkü, emredilen iki şeyden birini ihlal, diğerini ihlali de gerektirmez.4

                      45- وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.”

                      Ayet, mana itibariyle öncesiyle muttasıldır. Ehl-i Kitaptan olan Yahudilere riyaseti terk etmek ve maldan yüz çevirmek gibi kendilerine zor gelen şeyler emredilince, bunun tedavisine dikkat çekildi.

                      Mana şöyledir: İhtiyaçlarınıza karşı Allaha tevekkül ederek başarı ve genişlik isteyiniz veya kendisinde şehveti kırmak ve nefsi arıtmak özelliği olan oruçla yardım dileyiniz. Keza namaza tevessül ve ona iltica ile yardım isteyiniz.

                      Çünkü namazda,

                      - Temizlik,

                      - Avret yerleri örtmek,

                      - Bu ikisi için masraf yapmak,

                      - Ka’beye yönelmek,

                      - İbadete kendini vermek,

                      - Azalarla huşu izhar etmek,

                      - Kalp ile samimi niyet,

                      - Şeytanla mücahede,

                      - Hakka yakarış,

                      - Kur’an kıraati,

                      - Kelime-i şehadeti söylemek,

                      - Nefsi yeme-içmeden uzak tutmak gibi ruhî ve bedeni bütün ibadetler bulunmaktadır.

                      İşte, böyle özellikler taşıyan namazı vesile ediniz, ta ki ihtiyaçlarınız size verilsin, musibetlere karşı durabilesiniz.

                      Rivayete göre Hz. Peygamber herhangi bir işte daraldığında namaza dururdu.

                      “Namaz” şeklinde mealini verdiğimiz “salât” kelimesi “dua” anlamına da gelebildiğinden, burada da dua murat edilmesi caizdir. O zaman meali şöyle olur: “Sabrederek ve dua ederek yardım dileyin.”

                      وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ Şüphesiz o, huşu sahiplerinden başkasına ağır gelir.”

                      Ayette “şüphesiz o” ifadesindeki zamir,

                      -Namaz ve sabır ile yardım istemek,

                      -Namaz,

                      -Veya kendilerine emredilen ve nehyedilenlerin tümü olabilir.

                      Huşu ve hudu’, manada birbirine yakındır. Huşu azalarda görülen, hudu’ kalp ile olandır.

                      46-الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُوا رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O’na döneceklerini zannederler.”

                      Ayette geçen zan, zann-ı galip olup ilmi ifade eder. İbnu Mes’ud mushafında bu ifade “bilirler” şeklinde yer almıştır.

                      Onlar, Allaha kavuşacaklarını ve O’nun nezdinde olana nail olacaklarını ümit ederler.

                      Başkalarına ağır gelen durumların bunlara ağır gelmemesi şu cihetlerdendir:

                      -Çünkü onların nefisleri böyle şeylere razıdırlar.

                      -Bu yolda karşılaşacakları zorluklar mukabilinde, bunları küçük gösterecek, yorgunluktan lezzet alacak şeyleri beklerler. Bundandır ki Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Namaz, gözümün nuru kılındı.”

                      47-يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ Ey Benî İsrail!”

                      اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ Size verdiğim nimetimi hatırlayın.”

                      Ayetin tekrarı te’kid içindir. Ve özellikle en büyük nimet olarak onların üstün kılınmasını yeniden bir hatırlatmadır. Peşinde şiddetli bir tehdidin gelmesi ise, bundan gafil olan ve hukukunu ihlâl edenlere bir korkutmadır.

                      وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ Sizi âlemlere üstün kıldığımı da.”

                      Âlemlere üstün kılınmaları, kendi zamanlarındaki insanlara üstün kılınmalarını ifade eder. Bundan murat, Hz. Musa ve sonrasındaki ecdatlarıdır. Ecdatları ilim, iman ve salih amelle devam ettikleri sürece iltifata mazhar oldular. Allah, onlardan pek çok peygamber ve âdil hükümdar getirdi. Ancak nankörlük yaptıklarında zillete düştüler.

                      Bu ayetle, insanın meleğe üstün olmasına delil getirildi. Ama böyle bir istidlal, zayıftır.

                      48- وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez.”

                      O gün, kendisinde hesaba çekilmek ve azap görmek olan bir gündür.

                      وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ Hiç kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz.”

                      وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ Kimseden fidye de alınmaz.”

                      Bununla sanki akla gelebilecek bütün ihtimallerle hiç kimsenin bir başkasından azabı kaldırmaya gücü yetmeyeceği anlatılmıştır.

                      Çünkü, birinden azabı def etmek ya galebe ile veya başka şekilde olur.

                      Birincisi yardım etmektir. İkincisi ise ya meccanen veya başka şekilde olur.

                      Birincisi ona şefaat etmektir.

                      İkincisi ise, ya başkası adına ödeme yapmak veya onun yerine fidye ödemek şeklinde olur.

                      Şefaat, “şef’” kökünden gelir. Sanki, şefaat edilen kimse münferit kalmıştı, şefaat eden kimse kendini ona katarak yalnız kalmaktan kurtarmış olur.

                      Ayette geçen “adl” fidyedir. “Bedel” manasına geldiği de söylenmiştir.

                      وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ Onlara yardım da edilmez.”

                      Allahın azabı onlardan men edilmez.

                      Mu’tezile, bu ayete dayanarak kebair ehli için şefaati reddetmek istediler. Buna, ayetin kâfirlere mahsus olduğu ifade edilerek cevap verildi. Çünkü, şefaati isbat eden çok ayetler ve hadisler vardır.

                      Sebeb-i Nüzûl

                      Hitabın gayr-i müslimlere yönelik olması bunu te’yid eder. Yahudiler, ecdatlarının kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia ediyorlardı, ayet bunun üzerine nazil oldu.

                      49-وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ Hani sizi Âl-i Firavundan kurtarmıştık.”

                      Fars ve Rum hükümdarlarına Kisra ve Kayser denilmesi gibi, Amalika hükümdarlarına da Firavun denir. Birisi azıp zorbalık yaptığında “tefer’ane” yani “firavunlaştı” ifadesi kullanılır.

                      Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarıyla, Hz. Musa zamanındaki Firavun arasında dört yüz seneden fazla zaman vardır.

                      Ayet, daha önce geçen “Ey Benî İsrail! Size verdiğim nimetimi hatırlayın.” (Bakara, 40) ayetinde mücmel olarak nazara verilen nimetlerin tafsilidir.

                      يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَاب Onlar size azabın en kötüsüne uğratıyorlardı.”

                      يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ Oğullarınızı boğazlıyorlar.”

                      Ayetin bu kısmı, hemen evvelindeki kötü azabın ne olduğunu beyan ettiğinden atfedilmemiştir.

                      وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ Kadınlarınızı ise sağ bırakıyorlardı.”

                      İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürmeleri şundandı: “Onlardan bir çocuk doğacak, firavunun saltanatına son verecek” şeklinde Firavun rüyada gördü veya kâhinler ona söyledi. Ancak, onların gayreti, Allahın kaderini geri çevirmedi.

                      وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ Bunda, size Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.”

                      Ayet metnindeki belâ, hem mihnet hem de nimet anlamında olabilir. Firavun hanedanın yaptıkları mihnettir, Allahın onları kurtarması ise nimettir. Kelimenin aslı “denemek, mübtela kılmaktır.” Allahın denemesi kâh mihnetle, kâh nimetle olduğundan, kelime her iki manada da kullanılır olmuştur. Burada “Bunda…” derken kelimenin her iki manasına da bakar şekilde imtihana işaret edilmesi caizdir.

                      Onları size musallat etmesinde veya Hz. Musayı gönderip sizi kurtarmada muvaffak kılmasında veya her ikisinde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.

                      Öyle anlaşılıyor ki kula hayır ve şerden ne isabet ederse Allahtan bir denemedir, kula düşen görev, sürur verici hâllere şükretmek, üzücü durumlara ise sabretmektir, ta ki bu sınamaları en hayırlı şekilde geçirebilsin.

                      50- وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ Hani sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık.”

                      Onda gidebilmeniz için yollar açmış, denizi sizin için yarmıştık.

                      وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ Âl-i Firavn’ı ise gözlerinizin önünde suda boğduk.”

                      Ayette “Âl-i Firavun” ile Firavun ve kavmi murat edilmiştir.

                      Gözlerinizin önünde” denilmesinde şunlara işaret olabilir:

                      -Siz onların boğulmalarını, denizin üzerlerine kapanmasını görüyordunuz.

                      -Veya denizin yarılmasını, içinde emrinize amâde kuru yollar açılmasını veya denizin sahile attığı onlara ait cesetleri görüyorsunuz.

                      -Veya siz onlara, onlar size bakıyorlardı.

                      Rivayete göre Allahu Teâlâ Hz. Musaya İsrailoğullarını Mısırdan çıkarmasını istedi. O da onları çıkardı. Sabah olup durum anlaşılınca Firavun ve askerleri onların peşine takıldı. Deniz kenarında onlara rastladılar. Allahu Teâlâ Hz. Musaya asasını denize vurmasını emretti. Hz. Musa emredileni yaptığında deniz içinde kupkuru oniki yol açıldı, onlar da yürüdüler. Dediler ki, “ya Musa, bazımız boğulsa fark edememekten korkuyoruz.” Derken Allah o yollarda delikler açtı, birbirlerini gördüler, seslerini duydular, böylece denizi geçtiler. Sonra Firavun gelip denizi yarılmış görünce, o ve ordusu da aynı yollara girdi, ama deniz üzerlerine kapandı, hepsi boğulup gitti.

                      Bil ki, bu olay Allahu Teâlânın onlara en büyük nimetlerindendir ve Sani-i Hakîmin varlığına ve Hz. Musanın tasdikine sevkeden en büyük ayetlerdendir. Ama onlar, bu olaydan sonra buzağıyı ilah edindiler, “Ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” (Bakara, 55) ve benzeri şeyleri dediler.

                      Görüldüğü gibi onlar anlayış, zekâ, nefis selâmeti ve güzelce peygambere tâbi olmak gibi meselelerde ümmet-i Muhammedden çok uzaktırlar. Çünkü Hz. Muhammedin mu’cizeleri olan Kur’an ve onunla meydan okuma, Hz. Peygamberin nübüvvetine şahit olan kendisinde toplanmış faziletler gibi durumlar zeki kimselerin idrak edebileceği nazarî (teorik) durumlardır.

                      Hz. Peygamberin Kur’an vasıtasıyla bu tarihi olaylardan bahsetmesi de, daha önce anlatıldığı gibi, O’nun mu’cizelerindendir.

                      51- وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً Hani, Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik.”

                      İsrailoğulları Firavunun helakinden sonra Mısıra döndüklerinde Allahu Teâlâ Hz. Musaya Tevratı vermeyi vaat etti. Zilkade ayının tamamı ve Zilhicce’den de on gün olmak üzere kırk günlük bir süre belirledi. Ayette, “kırk gece” denilmesi, yeni ayların geceden başlamasındandır.

                      ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ Sizler ise onun ardından (kendinize) zulmederek bir buzağıyı ilah edinmiştiniz.”

                      Sonra sizler buzağıyı ilah veya mabud edinerek Allaha şirk koşmak sûretiyle zâlimler oldunuz.

                      52-ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ Sonra bunun ardından şükredesiniz diye sizi affetmiştik.”

                      Buzağıyı ilah edinmenizden sonra, sizler tevbe edince biz de sizleri affettik.

                      53- وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Hani, doğru yolu tutasınız diye Mûsâ’ya Kitab’ı ve Furkan’ı vermiştik.”

                      Tevrat, münzel bir kitaptır ve hak ile batılı ayıran bir hüccettir.

                      Furkan’dan murat

                      -Hak yolda olanla batıl yolda olanı, küfür ve imanı ayırt eden Hz. Musa’nın mu’cizeleri olabilir.

                      -Veya furkandan murat helal ve haramın arasını ayırt eden dindir.

                      -Veya, Cenab-ı Hakkın Bedir savaşına “Furkan günü” demesi gibi (Enfal, 41) Hz. Musanın hak dava üzere olduğuna alâmet olarak, düşmanlarına karşı kendisine gelen ilâhî yardım da anlaşılabilir.

                      54- وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ Hani Musa kavmine şöyle demişti:”

                      يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle nefsinize zulmettiniz.”

                      فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ Gelin yaratıcınıza tevbe edin.”

                      O halde, hemen tevbeye azmedin ve sizi yaratana dönün.

                      Ayette geçen Bârî’, Cenab-ı Hakkın isimlerinden olup çarpıklıktan uzak, muhtelif şekil ve heyetlerde birbirinden ayırt edilecek tarzda yaratan demektir.

                      فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ Nefislerinizi öldürün.”

                      Tevbenizi tamamlamak için nefislerinizi öldürün.

                      Veya şehvanî şeylerden uzak tutarak onu terbiye edin.

                      Bu mana, “nefsine azap vermeyen onu nimete kavuşturamaz, nefsini öldürmeyen onu diriltemez” denilmesi kabilindendir.

                      “Birbirinizi öldürün” manası da verilmiştir.

                      “Buzağıya tapmayanların, buzağıyı ilah edinenleri öldürmesini emretmektedir” şeklinde mana verenler de olmuştur. Rivayet edildiğine göre, kişi yakınlarından veya diğerlerinden buzağıya tapmış kişileri görüyor, ama Allahın emrini yerine getiremiyordu. Derken Allah sis ve kara bir bulut gönderdi de, sabahtan akşama kadar onları öldürmeye başladılar. Sonunda Hz. Musa ve Hz. Harun dua ettiler, bulut açıldı, tevbe ile ilgili hüküm indi. Öldürülenlerin sayısı yetmiş bin idi.5

                      ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.”

                      Çünkü bu, şirkten bir temizliktir, ebedi hayata ve daimi sürura kavuşmaktır.

                      فَتَابَ عَلَيْكُمْ Böylece tevbenizi kabul buyurdu.”

                      Şayet ayetin bu kısmı Hz. Musanın kelâmına dâhil ise, mana şöyle olur: Eğer size emredileni yaparsanız, Allah da tevbenizi kabul eder.

                      Allahtan onlara bir hitap olarak düşünülürse şu anlamı ifade eder: Siz, size emredileni yaptınız, Allah da tevbenizi kabul etti.

                      Ayette Cenab-ı Hakkın Bârî isminin zikredilmesi ve hükmün buna terettüp ettirilmesi, onların cehalet ve gabavette son derece ileri gittiklerini hissettirmek içindir. Öyle ki, hikmetli yaratıcıyı bırakıp, anlayışsızlıkta darb-ı mesel olan öküze tapmışlardır. Kendisine nimette bulunanı tanımayan kimse, nimetin kendisinden geri alınmasını hak etmiştir. Bundan dolayı öldürülmeleri emredilmiştir.

                      إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ Şüphesiz O, Tevvab – Rahîm’dir.”

                      55-وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً Hani “Ey Musa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz.”

                      Böyle diyenler, Hz. Musanın Tur’a giderken yanına seçip aldığı yetmiş kişilik bir gruptur. Kavminden onbin kişi olduğu da söylenir.

                      فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ Bunun üzerine sizi saika çarpmıştı ve siz de bakakalmıştınız.”

                      Aşırı inat, işi yokuşa sürmek ve olmayacak bir şeyi istemek sebebiyle yıldırım sizi yakalayıverdi.

                      Çünkü onlar Allahu Teâlânın cisimlere benzediğini zannettiler ve bakan kimsenin karşısında belli bir cihet ve mekânda cisimlerin görülmesi gibi, O’nu görmeyi talep ettiler. Bu ise, muhali taleptir. Mümkün olan rü’yet, Cenab-ı Hakkın keyfiyetten münezzeh bir şekilde görülmesidir. Bu ise ahirette mü’minler içindir ve dünyada dahi bazı durumlarda bazı peygamberler içindir.

                      Saikayla alakalı şöyle denildi: Semadan bir ateş geldi ve onları yaktı.

                      Saika hakkında “şiddetli bir gürültü”de denilmiştir.

                      Saikanın Allahın bazı askerleri olduğu, olaya muhatap olan İsrailoğullarının bunların hışıltısını duyup baygın yere düştükleri, bir gün bir gece ölü vaziyette kaldıkları da söylenmiştir.

                      56- ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ Sonra, şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.”

                      Saika ile Allahın cezalandırmasını görünce, olur ki daha önceden nankörlük ettiğiniz şeylere veya yeniden diriltilmenize şükredersiniz diye sizi dirilttik.

                      57- وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ Ve üstünüze bulutu gölge yaptık.”

                      Onlar çölde iken Allah onlara bulutu musahhar kıldı, bulut güneşin hararetine karşı onlara gölgelik yapıyordu.

                      وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى Üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik.”

                      كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ Size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin” (dedik.)

                      Denildiğine göre, kudret helvası sabah namazı vaktinden güneşin doğuşuna kadar kar gibi iniyordu. Güney rüzgarı ile de bıldırcın geliyordu. Ayrıca gece bir ateş sütunu iniyor, onun ışığında yol alıyorlardı. Elbiseleri kirlenmiyor ve eskimiyordu.

                      وَمَا ظَلَمُونَا Onlar, bize zulmetmediler.”

                      Ayette ihtisar vardır, bazı manalar açıktan ifade edilmeyip zihne havale edilmiştir. Yani, onlar bu nimetlere mukabil nankörlük yaparak zulmettiler. Ama aslında bize zulmetmediler.

                      وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı.”

                      Yani, onlar nankörlük yaparak ancak kendilerine zulmetmiş oldular. Çünkü bunun zararı kendilerinedir.

                      58- وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ Hani şöyle demiştik: Şu şehre girin.”

                      فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً Onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin.”

                      Çöldeki şaşkın şaşkın dolaşmalarından sonra bu beldeye girmeleri emredildi. Bu beldeden murat, Kudüs veya Eriha olabilir.

                      وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً Kapıdan secde ederek girin.”

                      Sizi çölden çıkarmasına mukabil, şükür secdesine varın.

                      وَقُولُواْ حِطَّةٌ Ve “hıtta” (bizi bağışla!) deyin.”

                      نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ Biz de hatalarınızı bağışlayalım.”

                      Secde ve dualarınıza karşılık biz de sizi bağışlayalım.

                      وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ İyilik yapanlara arttıracağız.”

                      İhsan sahiplerinin sevabını ziyade kılacağız.

                      Allahın emirlerine uymak; günahkâr kişi için bir tevbe, iyi işler yapan kişi için ise ziyade sevaba bir sebep kılındı.

                      59- فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ Derken, zalim olanlar, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular.”

                      Kendilerine emredilen tevbe ve istiğfarı, geçici dünya malı arzusuyla değiştirdiler.

                      فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle, o zalimlere gökten bir azap indirdik.”

                      Onların zulmü, ya emredilenler yerine başka şeyleri koymaları veya kendilerini kurtaracak şeyler yapmak yerine, helâke sürükleyenleri yapmalarıdır.

                      Bir önceki ayette onların zulmü ifade edilmişken bu ayette de “zulüm” kelimesinin kullanılması hem mübalağa ifade eder, hem de başlarına gelen azabın zulümleri sebebiyle olduğunu anlatır.

                      Rivayete göre tauna mübtela kılındılar. Bir saat içinde yirmidört bin kişi hayatını kaybetti.

                      Dipnotlar:

                      1 “Ebu’l-harb”, savaşın babası ve “Bintü’l-fikr” ise fikrin kızı demektir.

                      2 Mesela, peygamber gönderilmeyen devirlerde yaşayanlar, dini bilme imkânları olmadığından dolayı daha az sorumluluk sahibidirler.

                      3 Onların namazında rükû yoktu. Sadece “Namaz kılın” denilse “biz zaten kılıyoruz” diyebilirlerdi.

                      4 Çünkü, bir şey bütünüyle elde edilmezse, tamamen terk edilmesi de uygun değildir. “Ya hep ya hiç” demek çoğu hallerde isabetli olmayabilir.

                      5 Bu gibi rivayetler genelde İsrailiyattan gelme olup o derece sıhhatli değildir. Dolayısıyla belli bir ihtiyat kaydıyla değerlendirmek daha isabetli olur kanaatindeyiz. Böyle muteber bir tefsirde de yer alması onun sıhhatine delil sayılmaz. “Rivayet edildiğine göre” denilmesi Beydâvînin de meseleye ihtiyatlı yaklaşmasının bir delilidir. Zira bu tarz anlatım, onun zaafına bir işarettir.

                      Yazar:
                      Prof.Dr. Şadi Eren
                      Kategorisi:
                      2. Bakara
                      Gönderi tarihi: 23-08-2010
                      6,958 kez okundu