310. DERS (Sad Suresi, 17 - 40) Maddî ve Manevî Saltanat

17- اصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ “Onların söylediklerine karşı sabret.”

وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا الْأَيْدِ “Güçlü kulumuz Dâvûd’u hatırla.”

Sen onların sözlerine karşı sabret ve kulumuz Davud’un kıssasını, onların gözünde günahın azametini göstermek için zikret. Çünkü Hz. Davud, şanının yüceliği, nice nimetlere ve ikramlara mazhar olmasıyla beraber, küçük bir hatası olduğunda, itibarı zedelendi ve melekler O’nu bir temsil ve tarizle kınadılar. Öyle ki bununla kendisinin kastedildiğini anlayınca Rabbine istiğfar etti ve O’na yöneldi. O küçük bir hatadan dolayı böyle bir hâlle karşılaşırsa, en büyük hata olan küfrü ve her türlü tuğyanı, günahları işleyenlerin hâli ne olur?

Veya şöyle bir münasebet de düşünülebilir: (Ey Peygamber ve ey muhatap!) Hz. Davudun kıssasını hatırla ve nefsini böyle zellelere (ayak sürçmelerine) maruz kalmaktan koru. Yoksa nefsini dizginlemede en küçük bir ihmali sebebiyle Davudun maruz kaldığı kınamaya Sen de maruz kalırsın.

إِنَّهُ أَوَّابٌ “Çünkü O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.”

O, Rabbinin rızasına müteveccih olanlardan idi.Bu ibare, Hz. Davudun niçin kuvvet sahibi olduğunun illetini gösterir. Bu kuvvetten muradın, dini yaşamadaki kuvvet olduğuna da bir delildir. O, bir gün oruç tutar, diğer gün tutmazdı. Gecenin yarısını ibadetle geçirirdi.

 

18- إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ “Biz, dağları onun emrine vermiştik.”

يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ “Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.”

Bunun tefsiri daha önce geçmişti.[1>

Ayette dağların tesbihinin geniş zaman ile ifade edilmesi, tesbihlerinin teceddüdüne, bir hâlden başka hâle yenilenmesine işaret eder. Ayrıca, onların tesbihini muhatabın gözü önüne getirir. İşrak vakti, kuşluk vaktidir. Bu vakitte güneş parlar, ışığı daha belirgin hâle gelir. Şuruk ise, güneşin doğmasıdır.Ümmü Hânîden şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (asm) kuşluk vaktinde namaz kıldı ve şöyle buyurdu: “Bu, işrak namazıdır.”

İbnu Abbas da şöyle der: “Ben kuşluk namazını sadece bu ayetle biliyorum.”

 

19- وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً “Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik.”

Kuşlar da her taraftan O’na gelip toplanıyorlardı.

كُلٌّ لَّهُ أَوَّابٌ “Hepsi ona yönelirlerdi.”

Dağların ve kuşların her biri, O’nun tesbihi dolayısıyla Davuda müteveccih oluyorlar, beraber tesbih ediyorlardı.Bununla öncesi arasındaki fark birinin tesbihte muvafakata, diğerinin ise devama delâlet etmesidir.[2>Veya son ibareden murat şu olabilir: Hem dağlar ve kuşlar, hem de Hz. Davud Allaha müteveccih olarak tesbih ediyorlardı.

 

20- وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ “Biz onun mülkünü (saltanatını) kuvvetlendirdik.”

وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ “Kendisine hikmet ve fasl-ı hitab verdik.”

Biz O’nun saltanatını heybet vererek, yardım ederek ve askerlerinin çok olmasıyla kuvvetlendirdik.Denildi ki: Adamın biri masum olduğu hâlde bir ineği çalmakla suçlanmıştı. Bu kişi, masum olduğunu isbatta aciz kalınca, Hz. Davuda taraf-ı ilâhîden şöyle bildirildi: “Onu mahkemeye vereni öldür.”Hz. Davud, kendisine böyle vahyedildiğini söyleyince iddiada bulunan kimse: “Doğrudur, ben onun babasını öldürdüm, ineği de çaldım” dedi. Bu olayla, Hz. Davudun heybeti daha da arttı.

Hikmetten murat,

-Nübüvvet,

-İlimde kemâl,

-Veya amelde mükemmelliktir.

Fasl-ı hitab’tan murat

-Hakkı batıldan ayırmak suretiyle düşmanlıkları hall u fasl etmektir.

-Veya yanlış anlamaya sevk etmeyecek şekilde muhataba net beyanda bulunmaktır. Böyle bir hitapta; fasl, vasl, atıf, istinaf, zamir kullanımı hazf ve tekrar gibi hususlara dikkat edilir.[3>

Buna “fasl-ı hitap” denilmesi, mesele halledilmeden önce mukaddime olarak hamd ve salâtte bulunulduğu içindir.

Denildi ki: Fasl-ı hitab’tan murat, kendisinde manayı ihlal eden vecizlik ve usanç veren uzun anlatım olmayan hitabtır. Hz. Peygamberin kelâmının vasfında geldiği gibi: “Onun kelamı gayet nettir, onda ne kapalılık vardır, ne de laf kalabalığı.”

 

21- وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ “Sana davacıların haberi geldi mi?”

Soru şeklinde gelmesi, onların hâline hayret ettirmek ve muhatabı dinlemeye sevk etmek içindir.Bu hasımlar, odanın balkonuna çıkmışlardı.

إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ “Hani onlar duvarı aşarak mabede girmişlerdi.”

 

22- إِذْ دَخَلُوا عَلَى دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ “Dâvud’un yanına girmişlerdi de, onlardan korkmuştu.”

Bunlar, kapıda nöbetçiler olduğu halde balkondan Hz. Davudun yanına inmişlerdi. Hz. Davud, günlerini,

-Bir gün ibadet,

-Bir gün insanların davalarına bakmak,

-Bir gün vaaz etmek,

-Bir gün özel işleri için tanzim etmişti.

Melekler insan suretinde, o ibadetle meşgul iken odasına girdiler, O da kendilerinden korktu.

قَالُوا لَا تَخَفْ “Dediler: Korkma!”

خَصْمَانِ بَغَى بَعْضُنَا عَلَى بَعْضٍ “Birimiz diğerine haksızlık etmiş iki davacıyız.”

Böyle demeleri, farazi bir senaryo şeklinde olup Hz. Davuda tarizde bulunmak içindir. Çünkü meşhur görüşe göre, gelenler melek idiler.

فَاحْكُم بَيْنَنَا بِالْحَقِّ “Şimdi sen aramızda adaletle hükmet.”

وَلَا تُشْطِطْ “Zulmetme.”Aramızda hak ile hükmet, hükümde zulmetme.

وَاهْدِنَا إِلَى سَوَاء الصِّرَاطِ “Ve bizi hak yola ilet”

 

23- إِنَّ هَذَا أَخِي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ “İşte bu, benim kardeşim, onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var.”

Bu kardeşlik, din kardeşliğidir veya beraberlik noktasındandır.

Ayetteki “na’ce” kelimesi “dişi koyun” anlamındadır, kadından kinaye olarak da kullanılır. Tarizde bulunurken kinaye yoluyla ve temsille anlatmak, maksadı ifade için çok daha etkilidir.

فَقَالَ أَكْفِلْنِيهَا “Böyle iken, “Onu da bana ver” dedi.”

وَعَزَّنِي فِي الْخِطَابِ “Ve tartışmada beni yendi.”

Öyle deliller de getirdi ki, tartışmada bana üstün geldi, karşısında bir şey diyemedim.

 

24- قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَى نِعَاجِهِ “Davud dedi: Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zulmetmiştir.”

Hz. Davud, bunu kendi hatasını itiraftan dolayı söylemiş olabilir.

وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنْ الْخُلَطَاء لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ “Gerçekten ortakların çoğu birbirine haksızlık eder.”

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Ancak iman edip salih ameller işle yenler başka.”

وَقَلِيلٌ مَّا هُمْ “Onlar da pek azdır.”

وَظَنَّ دَاوُودُ أَنَّمَا فَتَنَّاهُ “Dâvud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı.”

Davud, intibaha gelip gelmeyeceğini ortaya koymamız için böyle bir dava ile kendisini imtihan ettiğimizi anladı.

فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ “Hemen Rabbinden bağışlanma diledi.”

Günahı için Rabbine istiğfar etti.

وَخَرَّ رَاكِعًا “Ve iki büklüm oldu.”

وَأَنَابَ “Ve Allah’a yöneldi.”

Ve tevbe ile Allaha döndü.

Bu olayda Hz. Davuda verilen mesaj, kendisinde pek çok şey varken, başkasına ait olanı da kendisine istemenin uygun olmadığını hissettirmektir. Allah bu kıssa ile O’na tenbihte bulundu, O da istiğfar etti ve hatasından döndü.

Bu konuda şöyle rivayet edilir: (Kendisinin pek çok hanımı varken) bir kadını gördü ve ona gönlünü kaptırdı. Bir gayretin sonunda onunla evlendi, Hz. Süleyman bu evlilikten dünyaya geldi.

Şayet bu rivayetler doğruysa, o kadını başka isteyen varken istemesi veya kocasına “hanımını boşa” demesi söz konusu olabilir. Böyle bir şey onlar arasında mutad idi. Bu manada Medineli Müslümanlar (Ensar) Mekkeden hicret ile gelen Müslüman kardeşlerine genişlik gösterdiler.[4>

Ama Hz. Davudla alakalı olarak “güzel bir kadına aşık oldu, kocasını defalarca savaşa gönderip savaşta öldürülünce hanımını aldı” şeklindeki anlatım, ciddiyetten uzaktır ve O’na bir iftiradır. Hatta Hz. Ali (r.a.) bu konuda şöyle demiştir: “Her kim kıssa anlatanların rivayet ettiği şekilde Hz. Davud olayını anlatırsa, ona yüz altmış sopa cezası veririm.’’[5>

Şöyle de denildi: Bir topluluk Hz. Davudu öldürmek istediler, evinin balkonundan çıkıp yanına girdiler. Onun yanında başkaları olduğunu görünce böyle bir senaryo uydurdular. O ise, maksatlarını anladı, kendilerinden intikam almak istedi. Bunu Allahtan bir imtihan zannetti, onların hallerinden dolayı Rabbine istiğfar etti, O’na döndü.

 

25- فَغَفَرْنَا لَهُ ذَلِكَ “Biz de o konuda kendisini bağışladık.”

Biz de istiğfar ettiği şeyden dolayı kendisini bağışladık.

وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ “Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.”Bu bağışlamadan sonra bizim nezdimizde onun bir yakınlığı vardır.

Ve cennette de güzel bir akıbet O’nu beklemektedir.

 

26- يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ “Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık.”Arzda Seni hükümran kıldık. Veya, Senden önce hakkı ikâme eden peygamberlere Seni bir halef yaptık.

فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ “Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver.”

Allahın hükmüyle onlar arasında hükmet.

وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوَى فَيُضِلَّكَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ “Hevâ’ya uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın.”

Bu ibare, “Hz. Davudun günahı, iddiada bulunan adamı tasdikte acele etmesi ve diğerini dinlemeden hüküm vererek haksızlık yapmasıdır” diyen görüşü te’yid eder.

Nefsin arzusuna uyma ki, Allahın hak üzere koyduğu delillerden Seni saptırmasın.

إِنَّ الَّذِينَ يَضِلُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ “Çünkü Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.”Hesap gününü unutmak, onları yoldan çıkarmıştır. Çünkü o günü hatırlamak,

-Hakka sarılmayı,

-Ve hevâ’ya muhalefeti netice verir.

 

27- وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا “Göğü, yeri ve araların dakileri boşuna yaratmadık.”

“Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiya, 16) ayetinde nazara verildiği üzere, gökler ve yer abes ve hikmetsiz olarak değil, ciddi gayelerle yaratılmıştır.

Veya şöyle mana verilebilir: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 56) ayetinde nazara verildiği gibi, insanlar ve cinler hevâlarına uysunlar diye batıl şeyler için değil, aksine delilin gerektirdiği tevhide ve Allahın dinine sarılmaları için yaratılmıştır.

ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا “Bu, inkar edenlerin zannıdır.”

فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ “Artık vay ateşe girecek olan kâfirlerin haline!”

Bu zân sebebiyle düçâr olacakları cehennem ateşinden vay o kâfirlere!

 

28- أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ “Yoksa biz iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız?”

Ayet, soru üslûbuyla, iman eden ve salih amel işleyenlerle, arzda fesat çıkaranların bir olmayacağını anlatır. Onları bir tutmak, âlemin boşa yaratılmasını gerektirir. Ayetin devamı da aynı manayı takviye eder:

أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ “Yoksa müttaki olanları facirler gibi mi tutacağız?”

Sanki Cenab-ı Hak önce mü’minlerle kâfirlerin bir olmayacağını anlattı. Bu ifade ile de, mü’minlerden müttakî olanlarla yine mü’minlerden mücrim olanların aynı olmayacağını bildirdi.

Bu ikinci ibâre, başka iki vasıf itibarıyla (yani takva ve fücur yönüyle) bakıldığında Hakîm ve Rahîm olan Allahın onları bir kılmayacağını nazara veriyor da olabilir. Böyle bakınca, birinci ibareyi teyid eden bir ibâre olur.

Ayet, öldükten sonra diriltilmenin vukuuna bir delildir. Çünkü bunların aynı tutulmayacağı gerçeği ya şu dünyaya bakar. Hâlbuki dünyadaki durum genelde ayette nazara verilenin aksidir. Veya ahirete bakar. Bu da ahirette her iki tarafa yaptıklarının karşılığını vermek, yani müttaki mü’minleri mükâfatlandırmak, kâfir ve facirleri de cezalandırmak şeklinde olacaktır.

 

29- كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ “Bu, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri tezekkür etsinler diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”Ta ki onları tefekkür edip zâhirinin delâlet ettiği sahih te’villeri ve ondan çıkarılan manaları bilsinler.Ve selim akıl sahipleri ondan öğüt alsınlar.

Veya, kendisinde nasbedilen delillerden hareketle ileri derecede bilgi imkanı bulmak sayesinde, akıllarında yerleştirilmiş gibi olan şeylere ulaşabilsinler.[6>

Çünkü ilâhî kitaplar, ancak din aracılığıyla bilinen şeyleri açıklar, sadece akılla bilinen meselelerde ise yol gösterir. Ayetin evvelinde geçen tedebbür birinci tür bilgiler için, sonrasında geçen tezekkür ise ikinci tür bilgiler için olabilir.[7>

 

30- وَوَهَبْنَا لِدَاوُودَ سُلَيْمَانَ “Dâvûd’a Süleyman’ı bağışladık.”

نِعْمَ الْعَبْدُ “O ne güzel kuldu!”

إِنَّهُ أَوَّابٌ “Çünkü O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.”

Ayetin bu kısmı, bu ilâhî medhin sebebini beyan eder.

-O, tevbe ile Allaha dönen,

-Veya çokça tesbih eden biri idi.

 

31- إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ “Hani kendisine akşamüstü soylu ve rahvan atlar sunulmuştu.”

Burada kıssası anlatılan, ekser müfessirlere göre Hz. Süleymandır. Akşama doğru, üç ayağı üzerinde durup bir ayağını yere diken saf kan asil atlar kendisine arzedildi. Atlarda böyle bir özellik, neredeyse ancak halis Arab atlarında bulunan kıymetli bir vasıftır.

Rivayete göre Hz. Süleyman Şam ve Nusaybin tarafına sefer düzenledi, ganimet olarak bin ata sahip oldu.

Denildi ki: Bu atlara, babası Hz. Davud Amalika kavminden sahip olmuştu, bunlar miras olarak Hz. Süleymana kaldı. Bunların kendisine getirilmesini istemişti. Bunların kendine arzı devam ederken güneş battı, ikindi namazını veya devam ettiği virdini geçirdi. Kaçırdığı bu şeyden dolayı çok üzüldü. O atları tekrar isteyip Allah yolunda kurban etti.

 

32- فَقَالَ إِنِّي أَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَن ذِكْرِ رَبِّي “Süleyman, “Gerçekten ben hayrı (malı), Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim” dedi.”

Ayette geçen “hayr” ifadesi “çok mal” anlamındadır. Burada bundan murat, kendisini meşgul eden atlardır.

Hz. Süleymanın atları “hayr” olarak nitelemesi, atların nice hayra vesile olmalarından da olabilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Kıyamete kadar atın nasıyesine (alnına) hayır düğümlenmiştir.”

حَتَّى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ “Nihayet güneş perde arkasına çekildi.”

Ta ki güneş battı. Ayette bu, peçesiyle gizlenmiş kadına benzetilmiştir. Güneşten bahis olmadığı hâlde, zamirle güneşin batmasının anlatılması, daha önce geçen “aşiy” kelimesinin delâletinden dolayıdır.[8>

 

33- رُدُّوهَا عَلَيَّ “Onları bana geri getirin.”

فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْأَعْنَاقِ (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.”

Kılıçla onların bacaklarına ve boyunlarına vurmaya başladı.

Denildi ki: Ayette anlatılan durum onları kurban etmesi değil, muhabbetle bacaklarını ve boyunlarını sıvazlaması, okşamasıdır.

 

34- وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَانَ “Andolsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik.”

وَأَلْقَيْنَا عَلَى كُرْسِيِّهِ جَسَدًا “Tahtının üstüne bir ceset bıraktık.”

ثُمَّ أَنَابَ “Sonra tevbe ile bize yöneldi.”

Bu konuda denilenlerin en açığı, Hz. Peygamberden gelen şu rivayettir: “Hz. Süleyman, “Bu gece yetmiş hanımımla beraber olacağım. Her birisinden Allah yolunda cihad eden bir süvarim dünyaya gelecek” dedi, ama inşaallah’ı söylemedi. Hanımlarıyla beraber oldu, ancak bunlardan sadece biri hâmile kaldı, ondan da sakat bir çocuğu oldu. Muhammedin nefsi elinde olan Allaha yemin ederim ki “inşaallah” deseydi yetmiş çocuğu olur, Allah yolunda cihad ederlerdi.”

Denildi ki: Hz. Süleymanın bir oğlu oldu. Şeytanlar onu öldürmek için toplandılar. Hz. Süleyman bunu bildi. Oğlunu sabah bulutla getiriyordu. Bulut, farkına varmadan çocuğunu ölü bir şekilde O’nun tahtına bıraktı. Hz. Süleyman, Allaha tevekkül etmeyip buluta güvenmekle hata ettiğini anladı, intibaha geldi.[9>

 

35- قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي “Dedi: Ey Rabbim! Beni bağışla.”

وَهَبْ لِي مُلْكًا لَّا يَنبَغِي لِأَحَدٍ مِّنْ بَعْدِي “Bana öyle bir mülk (saltanat) bahşet ki, benden sonra kimseye lâyık olmasın!”

Ta ki, halime uygun bir mu’cize olsun.

Veya bu defa elimden çıktığı gibi, bir daha elimden almaya kimsenin gücü yetmesin.

Veya azametinden dolayı benden sonra kimseye böyle bir saltanat müyesser olmasın.

Bu mana, “falanda kimsede olmayan fazilet ve mal var” denilmesi gibi, ona verilecek saltanatın azametini anlatır.

Kendisi için istemiş olduğu saltanattan önce istiğfarda bulunması, dinî meseleye ziyadesiyle ihtimam göstermesinden ve duanın kabulüne vesile olacak şeyi önce yapmanın gerekli olmasındandır.

إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ “Şüphesiz sen Vehhabsın!”

Dilediğini dilediğine verensin.

 

36- فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ “Biz de rüzgarı onun emrine verdik.”

Biz de duasına bir icabet olarak rüzgârı O’na itaat ettirdik.

تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاء حَيْثُ أَصَابَ “Onun emriyle istediği yere kolayca akardı.”

O rüzgâr, O’nun istediği yere itaatkâr bir memurun emre itaati gibi, iradesine muhalefet etmeden kolayca akar giderdi.

 

37- وَالشَّيَاطِينَ كُلَّ بَنَّاء وَغَوَّاصٍ “Yapı ustası ve dalgıç şeytanları da.”

 

38- وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ “Ve zincirlerde bağlı olarak daha diğerlerini de (Onun emrine verdik).”

Sanki ayette şeytanların iki kısma taksimi söz konusudur:

1-Bina yapımı ve dalgıçlık gibi zor işlerde çalıştırılan işçi sınıfı.

2-Şer yapamamaları için zincirlerle birbirine bağlanan mütecaviz, azgın olanlar. Bunların cisimleri katı şeffaf olduğundan gözle görülmezler, ama kayıt altına alınabilirler.

 

39- هَذَا عَطَاؤُنَا “İşte bu, ihsanımızdır.”

Yani, sana vermiş olduğumuz saltanat, genişlik ve senden başkasına verilmeyen şeytanlara hâkimiyet, bizim sana olan ihsanımızdandır.

فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ “Artık sen de sınırsız olarak ver yahut kendinde tut.”

Yani, bunda tasarruf yetkisi sana verildiğinden, vermenden veya tutmandan hesaba çekilmeyeceksin.Veya mana şöyledir: “Bu sana olan ihsanımız, neredeyse sayılamayacak kadar çoktur…”Bu durumda “sınırsız olarak” ifadesi “işte bu ihsanımızdır” kısmına bağlı olur. Arada geçen “sen de ver yahut kendinde tut” kısmı ise, ara cümle olarak değerlendirilir.Denildi ki: “İşte bu ihsanımız” ifadesi, şeytanların musahhar kılınmasına işaret eder. “Artık sen de sınırsız olarak ver yahut kendinde tut” ifadesinden murat ise, onları serbest bırakmak veya kayıtlı olarak tutmaktır.

 

40- وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ “Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.”Dünyada ona verilen bu büyük saltanat yanında, ahirette de O, bizim nezdimizde yüksek bir makam sahibidir.

“Güzel bir dönüş yeri” ifadesinden murat, cennettir.


[1> Bkz. Sebe’, 10.

[2>Yani, Hz. Davudun tesbihine dağların ve kuşların da katılması, muhteşem bir koro meydana getirmişti. Her biri ayrı tellerden çalmıyor, beraberce tesbihte bulunuyorlardı.

[4> Hanımını boşayıp muhacir Müslümanlarla evlendirenler oldu.

[5> Namuslu bir kimseye iftira cezası, “Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun.” (Nur, 4) ayeti hükmünce seksen sopadır. Ama iftira edilen bir peygamber olunca, Hz. Ali’nin içtihadına göre ceza katlanır ve kendisine yüz altmış sopa vurulur.

[6> Ayette bununla alakalı “tezekkür” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime, esas itibarıyla hatırlamayı ifade eder. Bilgiyle ilgili olarak, bazı âlimler “aslında her türlü bilginin esasının insanın mahiyetinde olduğunu, ancak bu bilgiden istifade edebilmek için kuvvetli bir hatırlama gerektiğini” söylerler. Her bilgi için değilse bile, en azından “fıtrî” denilen meselelerin insan mahiyetinde öz olarak bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Böyle olunca, Cenab-ı Hakkın dikmiş olduğu delillerden istifadeyle ilimde kökleşmek ve aklımızın derinlerinde bulunan bu fıtrî bilgileri harekete geçirmek mümkündür. Vicdanîyat denilen vicdanen bilinen şeyler, bedihîyat denilen apaçık bilgiler, zaruriyat denilen zorunlu olarak bilinenler bu meyanda düşünülebilir.

[7>Burada iki türlü bilgiye dikkat çekilmiştir:

1-Dinî bilgi.

2-Aklî bilgi.

Semavî kitaplar, dinî meselelerde ayrıntılarıyla açıklama yaparlar. Akılla ulaşılan fen ve teknoloji gibi meselelerde ise yol gösterirler. Mesela, bir uçağın nasıl yapılacağı Kur’anda geçmez, ama “Üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara bakmadılar mı?” (Mülk, 19) gibi ayetlerle insanların uçabileceğine işarette bulunur, yol gösterir.

[8> “Aşiy” kelimesi güneşin zirve noktadan zevâle doğru meyletmesinden itibaren olan öğle ile akşam arasını ifade eder.

[9>Bazı yorumlara göre, âyette sözü edilen ceset, mecazî olarak; bir ara fizikî gücünü ya da siyasal otoritesini kaybeden Süleyman peygamberi temsil etmektedir.

 

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
38. Sad
Gönderi tarihi: 15-04-2014
1,498 kez okundu
Block title
Block content