253-بَعْضٍ تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى “İşte bu peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.”
“İşte bu peygamberler” ifadesi, sûrede kıssası anlatılan peygamberler topluluğuna bakar.
Veya Hz. Muhammed için malum olan peygamberlerdir. (Aleyhimüsselam)
Veya “peygamberler topluluğu” anlamındadır. Bu son durumda elif-lâm takısı istiğrak ifade eder, yani bütün peygamberleri içine alır.
Her birinin diğerinden farklı mertebesi vardır.
مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ “İçlerinden kimiyle Allah konuştu.”
Bundan murat Hz. Musadır. Veya Hz. Musa ve Hz. Muhammeddir. (Aleyhimes selâm) Hz. Musa gece vakti yolunu kaybetmiş iken, Allahu Teâlâ Onunla Turda konuştu, Hz. Muhammed ile de miraç gecesinde “Kab-ı kavseyn ev edna”da iken konuştu.[1> Elbette ikisi arasında büyük bir mesafe vardır.
Hz. Musa, ilâhî kelama mazhariyeti sebebiyle “Kelîmullah” olarak anılır.
وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ “Bir kısmının da derecelerini yükseltti.”
Allah bazısını da diğerlerine çok cihetlerden veya birbirinden uzak mertebelerle üstün kıldı.
Bundan murat Hz. Muhammeddir. (asm) Çünkü Cenab-ı Hak O’na şunlar gibi özellikler verdi:
-Onun davetini umumi, cihanşümûl yaptı.
-Kendisine pek çok hüccetler ve daimî mu’cizeler verdi.
-Sayıya gelmeyecek şekilde ilmî ve amelî (teorik ve uygulamalı) faziletlerle donattı.
Ayette isim verilmeden peygamberimize işaret edilmesi, O’nun şanının
yüceliğini gösterir. Sanki O, belirlemeye ihtiyaç kalmayacak şekilde belirtilen vasfı kendinde göstermektedir.[2>
Bundan murat Hz. İbrahimin olabileceği de söylenmiştir. Cenab-ı Hak O’nu kendisine Halil, yani dost olmak özelliğiyle yâd etmiştir, bu da en yüce bir mertebedir.
Veya Hz. İdris olabilir. Cenab-ı Hak O’nun hakkında “Biz onu yüce bir konuma yükselttik.” (Meryem, 57) buyurur.
Veya bundan murat, ulu’l-azm peygamberlerin tamamı olabilir.
وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ “Meryem oğlu İsa’ya apaçık deliller verdik.”
وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ “Ve onu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik.”
Cenab-ı Hak Hz. İsayı ismen belirtti. Çünkü Onunla ilgili tahkîr ve tazimde aşırı bir tutum sergilenmektedir. Allahu Teâlâ Hz. İsanın mu’cizelerini üstünlük sebebi kıldı. Çünkü bunlar başkasında cem olmayacak şekilde apaçık ayetler ve büyük mu’cizelerdir.
وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ “Eğer Allah dileseydi, bunların arkasından gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirleriyle savaşmazlardı.”
وَلَكِنِ اخْتَلَفُواْ “Fakat ayrılığa düştüler.”
Peygamberler sonrasında insanlar dinde ihtilaf etmişler, birbirlerini dalaletle suçlamışlar ve bu yüzden çatışmalar meydana gelmiştir.
فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ “Böylece kimi iman etti, kimi de inkâr etti.”
Bu ihtilaf sonunda Allah bir lütuf olarak bir kısmını peygamberlerin dinine sarılmaya muvaffak kılmış ve bunlar iman etmiş; bir kısmını da dinden yüz çevirmeleri sonucu yardımsız bırakmış ve bunlar da kâfir olmuştur.
وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ “Allah dileseydi, birbirleriyle savaşmazlardı.”
Bunun tekrarı, manayı kuvvetlendirmek içindir.
وَلَكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ “Lâkin Allah dilediğini yapar.”
Bir lütuf olarak dilediğini muvaffak kılar, bir adalet olarak da dilediğini perişan eder.
Ayet, peygamberlerin derecelerinin farklı ve bazısının bazısına üstünlüğünün caiz olmasına bir delildir.
Keza, hadiseler Allahın elindedir, ister hayır ister şer, ister iman ister küfür hepsi Allahın dilemesine tâbidir.
254- يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ “Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı bir gün gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın.”
Öyle bir gün gelecek ki, o gün dünyada ihmal ettiklerinizi telâfi imkânı ve ilâhî azaptan kurtuluş olmayacak. Çünkü o günde harcadıklarınızı tahsil edebileceğiniz alışveriş yoktur, azaptan fidye vererek kurtulmak yoktur, dostluk da o gün bir fayda vermeyecektir. Şefaatle de kurtulamazsınız:
“O gün, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğundan başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha, 109)
Dolayısıyla yapmış olduğunuz şeylerin vebalinden kurtulmak için size şefaat edeceklere de dayanıp güvenemezsiniz.
Ayet, “acaba o hesap günü alış-veriş var mı? Dostluk bir fayda verir mi? Şefaat olur mu?” sorularına gayet net bir cevaptır. Yani, o gün hiçbir alış veriş, hiçbir dostluk ve hiçbir şefaat olmayacak, bunların hiçbiriyle kurtulamayacaklardır.
وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ “Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.”
Ayetin evvelinde başkalarına infak emredilmişti. İşte, zekâtı, infakı terk edenler, nefislerine zulmedenlerin ta kendileridir. Veya bunlar malı uygunsuz yere harcamalarıyla zulmetmiş, nimete nankörlük yapmışlardır.
“Onlar” demek yerine “kâfirler” denilmesi onlar için bir sertlik ve tehdittir. Benzeri bir durumu “Ona bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmran, 97) de görürüz. “Kim haccetmezse” yerine “kim de inkâr ederse” denilmiştir.
Ayrıca ayette zekâtı ve infakı terk etmenin kâfirlerin özelliklerinden olduğunu hatırlatmak vardır. Şu ayette de benzeri bir mana ifade edilmiştir:
“Müşriklerin vay hâline!”
“Onlar zekâtı vermeyen kimselerdir.” (Fussılet, 6-7)
255- اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.”
Yani, ibadete layık olan ancak O’dur, başkası değil.
الْحَيُّ الْقَيُّومُ ا “O, Hayy – Kayyum’dur.”
Allah Hayy’dır, bilmesi ve güç yetirmesi ve daha diğer sıfatları O’nun Hayy olmasıyla alakalıdır.[3>
Kayyum, dâimî olandır. Kıyam, mahlûkatın tedbiri ve muhafazası, Kayyum ise bütün varlıkların tedbirini gören, onları kollayıp gözeten demektir.
لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ “O’nu ne bir uyuklama tutar, ne de bir uyku.”
Ayette geçen “sine” (uyuklamak), uyku öncesi görülen gevşekliktir.
Nevm, uyku anlamındadır. Uykuda beyin kasları gevşer. Ayette “O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku” derken, normalde “O’nu ne bir uyku tutabilir, ne de bir uyuklama” denmesi gerekirken önce uyuklamanın geçmesi, bunların tertibine göredir. Yani, önce uyuklama olur, ardından uykuya geçilir.
Bu cümle, Allahın mahlûkata benzemesini nefyeder. Ayrıca O’nun Hayy ve Kayyum oluşunu da te’kid eder. Çünkü uyuklayan veya uyuyan yarı ölü gibidir, koruma ve tedbirini görmede noksandır. Bundan dolayı hem burada, hem bundan sonraki cümlelerde atıf kullanılmamıştır.
لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.”
Bu ifade Allahın Kayyum oluşunu ortaya koyar ve bununla ulûhiyette tek olduğuna bir delil getirir.
“Göklerde ve yerde ne varsa” ifadesi bunların hakikatine dâhil veya hariç bunlarda ne varsa hepsini içine alır.
مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ “İzni olmadan Onun huzurunda şefaat edecek olan kimdir?”
Bu ifade Cenab-ı Hakkın şanının büyüklüğünü beyan eder. Hiçbir şey O’na müsavi veya O’na yakın bir kuvvette değildir. O’nun dilediğini yapmasına hiçbir şey engel olamaz. Bırakın hasım olarak karşısına çıkıp iradesine engel olmak, şefaat ve talep yoluyla da dilediğini yapmasına engel olmak söz konusu değildir.
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ “O, onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.”
Allah onların hem öncelerini, hem sonralarını bilir. Hem dünya, hem ahiret işlerini bilir. Onların hem hissettiklerini, hem de akıllarından geçenleri bilir. Hem idrak ettiklerini, hem de idrak etmedikleri şeyleri bilir.
وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء “Onlar ise, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.”
Onlar, Allahın malumatından, Onun insanların bilmesini istediğinden daha fazlasını bilemezler. Bu ifadenin öncesine atfedilmesi şundandır: Allahu Teâlânın insanların hem önlerindeki hem arkalarındaki her şeyi bilmesi, O’nun birliğine delâlet eden zâtî- tam ilmine delalet eder.
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ “O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.”
Bu ifade, Allahu Teâlânın azametini bir tasvîrdir ve “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Hâlbuki yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun kabzasındadır. Gökler de O’nun sağ eliyle dürülmüştür.” (Zümer 67) ayeti gibi mücerred bir temsildir. Gerçekte bir kürsî yoktur, o kürsiye oturan da yoktur.
Allahın kürsisi, O’nun ilim ve saltanatından bir mecaz olduğunu da söylenmiştir. Bu, âlim ve hükümdarın kürsisi olmasından hareketledir.
Kürsînin arşın önünde bir cisim olduğunu söyleyen de olmuştur. Bu kürsî, yedi semayı kuşatmıştır. Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilir: “Yedi kat sema ve yedi arz, kürsiye nisbetle çöldeki bir halka gibidir. Arşın kürsiye üstünlüğü ise, çölün bu halkaya üstünlüğü gibidir.”
Belki de kürsî, burçlar feleki diye meşhur olan felektir.
Kürsî kelimesi aslında, üzerine oturulan şeydir.
وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا “Onların her ikisini de korumak O’na güç gelmez.”
Göklerin ve yerin korunması Allaha ağır gelmez.
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ “O, Aliyy – Azîm’dir.”
O, Aliyy’dir, benzeri ve şeriki olmaktan yücedir. Azîm’dir, O’na nisbetle masivası (Allah dışında herşey) hakirdir, küçüktür.
Bu ayet, başlıca ilâhîyat meselelerine şümullüdür.
O, Allahu Teâlâ vardır ve ulûhiyette birdir.
-Hayat ile muttasıftır.
-Bizâtihi var olup başkası için de mucittir. Çünkü Kayyum, bizâtihi kâim, başkası için de mukîm olandır.
-Bir mekânda bulunmaktan ve âleme hulûl etmekten münezzehtir.
-Değişme ve yorulmadan müberradır.
-Ruhlara arız olan durumlar O’na arız olamaz.
-Mülk ve melekûtun sahibidir.
-Asıl ve füru’nun, yani hem kök, hem de bundan dallananların yoktan yaratıcısıdır. Şiddetli bir yakalayış sahibidir.
- İzin vermediği O’nun huzurunda şefaat edemez.
-O, her şeyi bilir, açık olanı da bilir, gizli olanı da. Küllî olanı da bilir, cüzî olanı da…
-Saltanat ve kudreti geniştir.
-Hiçbir meşakkatli şey O’na zor gelmez, hiçbir durum O’nu meşgul etmez.
-İdrak edilmekten yücedir.
-O, hiçbir fehmin ihata edemiyeceği tarzda azîmdir.
Bundan dolayı Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Kur’anda en büyük ayet, ayete’l- kürsidir. Kim onu okusa, Allah bir meleğe diğer gün aynı saate kadar bir o kimse için hasenat yazmasını, seyyiatını ise silmesini emreder.”
Keza şöyle demiştir: “Her farz namazın sonunda ayete’l-kürsiyi okuyan kimsenin cennete girmesine ölümden başka engel kalmaz. Sıddık ve âbid olanlar buna devam eder. Her kim yatağına girdiğinde bunu okursa, Allah onu kendine, komşusuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere karşı emin kılar.”
256- لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ “Dinde zorlama yoktur.”
Gerçekte bir başkasını, hayır görmediği bir şeyi yapması için zorlamak, zorla o işe sevketmek yoktur.
قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ “Çünkü doğru yol sapık yoldan iyice ayrılmıştır.”
Lakin apaçık ayetlerle iman küfürden ayrılmıştır. Deliller, imanın ebedi saadete ulaştıran doğru bir yol olduğunu ve küfrün de yoldan sapmak olup daimî azaba götürdüğünü ortaya koymuştur.
Akıllı insan, bunu anladığında elbette mutluluğu ve kurtuluşu elde etmek için kendini imana yöneltecektir, bunu yapmak için zorlamaya ihtiyaç olmayacaktır.
Ayet nehiy manasında bir ihbar da olabilir. Yani “dinde zorlama yoktur”, “dinde ikrah yapmayınız, kimseyi zorlamayınız” anlamına gelir.
Bu ayet ya genel bir hüküm olup, “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı sert davran.” (Tahrîm, 9) ayetiyle mensuhtur.[4>
Veya şu rivayete göre, ehl-i kitap hakkındadır:
Sebeb-i Nüzûl
Medineli Müslümanlardan birinin hicret öncesi Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Bunlar Medineye geldiklerinde “ikiniz de Müslüman olmadıkça sizi bırakmam” dedi. Onlarda reddettiler. Sonunda Hz. Peygambere müracaat ettiler. Bu zat dedi: “Ya Rasulallah, bu iki oğlum gözümün önünde ateşe mi girecekler?”
Bu münasebetle ayet nazil oldu. Bunun üzerine onları kendi hallerine bıraktı.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا “O hâlde, kim tâğûtu inkar eder ve Allah’a iman ederse, hiç kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.”
Tağuttan murat,
-Şeytan,
-Putlar,
-Allahtan başka kendisine ibadet edilen veya Allaha ibadetten alıkoyan her şeydir.
“Ve Allah’a iman ederse”
Bakara Sûresi b 315
Bundan murat, “kim tevhid ile ve peygamberleri tasdik ile Allaha inanırsa” manasıdır.
“Hiç kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.”
Ayetin bu kısmı, hakka yapışan kimsenin sahih nazar ve isabetli görüşünü istiare yoluyla anlatmaktadır.
وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Allah, Semi’ – Alîm’dir.”
Allah söylenenleri işitir, niyetleri bilir.
Ayette nifak için bir tehdid de söz konusu olabilir.
257- اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ “Allah, iman edenlerin dostudur.”
Allah, ehl-i imanın muhibbidir, onların işlerini üstlenir.
Ayetteki ehl-i imandan murat, Allahın iman etmelerini irade ettiği ve ilminde iman edeceği sabit olan kimselerdir.
يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ “Onları zulümattan nura çıkarır.”
Onları, hidayet ve tevfikiyle,
-Cehalet,
-Hevâya uymak,
-Vesveseleri kabul etmek
-Küfre yol açan şüpheler gibi karanlıklardan iman nuruna çıkarır.
وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ “Kâfirlerin velileri ise tâğûttur.”
İnkâr edenlerin dostları ise, şeytan, hevâ ve benzeri yoldan çıkaran şeylerdir.
يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ “(Onlar da) onları nurdan zulümata çıkarırlar.”
Bu tağutlar, kendi dostlarını, onlara yaratılıştan verilmiş olan nurdan küfre, kabiliyetlerinin bozulmasına ve şehevî şeylere dalmaya sevkederler.
Veya onları beyyinelerin nurundan şek ve şüphe karanlıklarına çıkarırlar.
Ayetin, İslâm’dan dönen bir kavim hakkında indiği rivayet edilir.
Ayette “nurdan karanlıklara çıkarmanın” tağuta isnad edilmesi, sebebiyet vermesi itibarıyladır. Allahın kudret ve iradesinin ona taallukuna mâni değildir.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ “İşte onlar cehennem ashabıdır.”
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada daimidirler.”
Ayetin bu kısmı tehdid ve sakındırmadır. Mü’minlere bir vaadde bulunulmayıp inkârcılara böyle bir tehdidin gelmesi, mü’minlerin şanını yüceltmek içindir.
[1> Bkz. Necm, 9.
[2> Yani, belirtilen şablona uyan ancak O olduğundan, ayrıca isim tasrihine ihtiyaç duyulmamıştır.
[3> Yani, hayat sahibi olmayan birinin ne ilim sıfatından, ne kudret sıfatından, ne de şefkat etmek, konuşmak gibi sıfatlarından söz edilemez.
[4> Bir hükmün mensuh olması, onun yürürlülükten kaldırılmasıdır. Mevsimlere göre yiyecek ve giyeceklerin değişmesi gibi, toplumların özelliklerine ve bulundukları hallere göre bazı hükümlerde değişiklik yapılmıştır. Mevzuumuz olan ayeti ise, mensuh kabul etmek yerine küllî bir kaide olarak ele almak daha isabetli olur kanaatindeyiz. Çünkü savaş halinde de zorla Müslüman yapmak yoktur.