35- اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ “Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
Nur, asıl olarak önce görme kuvvesinin idrak ettiği bir keyfiyettir. Bunun vasıtasıyla diğer görülebilecek eşya idrak olunur. Güneş ve aydan, mukabilindeki kesif cisimlere feyezan eden (akıp gelen) keyfiyet gibi.
Bu mana ile “nur” kelimesinin doğrudan Allah hakkında kullanılması doğru değildir, ancak bir izafetle sahih olur. “Ömer adalettir” dediğimizde “Adaletlidir” manasının kastedilmesi gibi.[1>Veya Allaha “nur” denilmesini mecaz kabul edip “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesini “Allah göklerin ve yerin münevviridir” şeklinde anlamak lazımdır. Nitekim, kıraatlerden birinde böyle okunmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ gökleri ve yeri yıldızlarla ve onlardan gelen nurlarla aydınlattı.
Veya Allah gökleri meleklerle, yeri de peygamberlerle aydınlattı.
“Allahın göklerin ve yerin nuru olması” şu manalarla da açıklanmıştır:
-Allah, göklerin ve yerin müdebbiridir. Tedbiri, idaresi üstün olan reise “kavminin nuru” denilir. Çünkü, işlerinde onun rehberliğinde muvaffak olurlar.
-Allah, göklerin ve yerin Mucidi’dir. Çünkü nur, bizâtihi zâhir, liğayrihi muzhirdir. Yani, kendisi var olduğu gibi başkasını da ortaya çıkarır. Gizli olmanın aslı yokluk olduğu gibi, görülmenin aslı da vücuttur. Allahu Teâlâ da bizâtihî mevcuttur, maadası (kendisinden başkaları) için de muciddir.[2>
Basar ve basîrete de “nur” tabiri kullanılır. Çünkü insan göz nuru ile eşyayı idrak eder. Basîret (akıl) nuru ise göz nurundan çok daha kuvvetlidir. Çünkü akıl nuru,
-Hem kendini, hem de kendi dışındaki cüziyat, mevcudat, madumatı idrak eder.[3>
-Bunların bâtınlarına (içlerine) dalar, terkip ve tahlîl ile bunlarda tasarrufta bulunur.
Sonra, bu idrakler bizatihi değillerdir, öyle olsaydı idrak sahipleri arasında fark olmaması gerekirdi. Öyleyse bu idrakler, onları feyiz olarak veren bir sebeptendirler. O sebep ise Allahu Teâlâdır. Allahu Teâlâ bu idrak feyizlerini ya doğrudan verir veya melekler ve peygamberler aracılığıyla gönderir. Bundan dolayı bunlara da “nur” denilmiştir.
İbnu Abbasın şu sözü buna yakın bir manayı anlatır: “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinin manası, “Allah onlarda olanlara hidayet eden, yol gösterendir. Onlar, Allahın nuru ile hidayete ererler, yollarını bulurlar.”
Ayette ilâhî nurun göklere ve yere izafetle söylenmesi, Allahın işrakının (her şeyi aydınlatmasının) genişliğine delâlet içindir.
Veya göklerin ve yerin, hem duyulara hem de akıllara bakan nurları bünyesinde bulundurmasındandır.
مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ “O’nun nurunun misali şuna benzer:Duvarda bir hücre; içinde bir lamba.”O’nun hâli acip nurunun sıfatı şöyledir:
Ayette “Onun nurunun” şeklinde Allaha izafetle nurun söylenmesi, Allaha “nur” denilmesinin zâhirine göre olmadığına bir delildir.
Ayet metnindeki “mişkât”, lambanın konulduğu kapalı penceredir.
الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ “O lamba bir cam fânûs içinde.”
الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ “Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız.”
يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ “Mübarek bir ağaçtan,doğuya ve batıya ait olmayan bir zeytin ağacından tutuşturulur.”
Bu mübarek zeytin ağacı, bazen güneşe muhatap olan ağaçlardan olmayıp, bir tepede veya geniş bir sahrada bulunan ve gün boyu güneşe muhatap olan bir ağaçtır. Böyle devamlı güneşe muhatap olan zeytin ağacının meyvesi daha olgun, yağı daha sâfi olur.
Bazı ağaçlar devamlı sabah güneşi alır, güneş bunları yakar, bazıları da
devamlı akşam üzeri güneş alır, bunların da meyveleri olgunlaşmaz. Bir hadiste, sadece sabah veya sadece akşam üzeri güneşine muhatap olan ağaç ve bitkide hayır olmadığı ifade edilmiştir.
يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ “Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık verir.”
نُّورٌ عَلَى نُورٍ “Nur üstüne nur.”
Temsilde nazara verilen hususların hepsi, lambanın nurunu artıran özelliklerdir.
-Ayette anlatılan özellikteki zeytinden elde edilen yağ, daha aydınlatıcı olur.
-Kandilin parlaklığı ışığını artırır.
-Lambanın kapalı pencere içinde olması, ışığını dağılmaktan kurtarır.
Ayetteki temsilin manası hakkında çeşitli cihetler zikredilmiştir:
-Bu, Kur’anın apaçık ayetlerinin delâlet ettiği hidayet için bir temsildir. Hidayetin ne kadar parlak olduğu, vasfedilen mişkatle anlatılmıştır.
-İnsanların vehimleri ve hayalleri karanlığa benzer. İlahi hidayet ise, bu evham ve hayal karanlıklarını ortadan kaldıran bir lambadır. Burada ilâhî hidayetin güneşle değil de lamba ile anlatılması, bu manayı ifade etmesi yönünden daha muvafıktır.
-Allahu Teâlâ’nın mü’min kulunun kalbinde nurlandırdığı marifet ve ilmi anlatan bir temsildir.[4>
-Bu, Allahu Teâlânın kullarına bahşettiği idrak edici beş kuvveyi anlatan bir temsildir. Dünyayı da ahireti de elde etmek bu kuvveleri kullanmaya bağlıdır. Bunlar, sırasıyla şunlardır:
1-Duyu organları
2-Hayal
3-Akıl
4-Kuvve-i müfekkire
5-Kuvve-i kudsiye
1-Beş duyu organıyla “mahsusat” denilen duyulara hitap eden şeyler idrak edilir.
2-Hayal, beş duyu organıyla idrak edilenlerin suretlerini muhafaza eder, akıl bunları istediğinde ona arzeder.
3-Akıl, küllî hakikatleri idrak eder.
4-Düşünme melekesi makulatı, yani akla hitap eden şeyleri telif eder, bildiklerinden hareketle bilmediklerine ulaşır.
5-Bu kuvve, enbiya ve evliyaya hastır. Bu kuvvede gayb levhaları ve melekût âleminin sırları tecelli eder. “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” (Şûra, 52) ayetinde bu kuvveye işaret edilmiştir.
İşte, insandaki bu beş kuvve, temsilde yer alan beş esasla anlatılmaktadır: Bunlar ise, şunlardır:
1-Mişkat
2-Zücace
3-Misbah
4-Şecere
5-Zeyt
Duyu organları mişkat gibidir. Bunların her birinin yeri mişkat, yani kapalı pencere tarzındadır.[5>
Bunların yüzü dışa bakar, maverasında (ötesinde) bir şeyi idrak etmezler. Bunların aydınlatması bizzât olmayıp makulat iledir.[6>
Hayal kuvvesi, etraftan idrak edilen şeylerin suretlerini tutmada zücaceye yani cama benzer. Hayal bunları kendinde tutar ve akıl nurlarına arzeder. Hayalin aydınlatması, makulat iledir.[7>
Akıl ise, küllî idraklerle ve ilâhî marifetlerle aydınlattığı için lambaya benzer.
Müfekkire, sayısız meyveler vermesi itibariyle mübarek ağaç gibidir. Cisimle alâkalı durumlardan mücerred olması cihetiyle, bu müfekkire ağacı doğuya da batıya da ait değildir. Veya suret ve manalar arasında bulunduğu, her ikisinde de tasarruf ettiği ve her iki canipten de faydalanabildiği için ne doğuya ne de batıya aittir.
Kuvve-i kudsiye, zeyt gibidir. Çünkü o, safiliği ve zekâsının keskinliğiyle neredeyse tefekkür veya taallüm olmadan (düşünmeden ve ilim öğrenmeden) marifet nurlarını verir.
Bu ayette verilen misal, aklın mertebelerini göstermek için de olabilir. Çünkü akıl, işin başında ilimlerden boştur, ama onları kabule müstaiddir. Bu hâliyle mişkata benzer.
Sonra cüziyatı hissetmek vasıtasıyla zarurî ilimlerle nakışlanır. Öyle ki nazariyatı (teorik bilgileri) tahsil edebilir. Böylece nurları kabule müsait parlak bir zücace (ayna) gibi olur.
Buna müsait olmak fikir ve içtihad (gayret) yoluyla olmuşsa zeytin ağacı gibidir. Şayet hads yani ilham ile olmuşsa zeyt gibidir. Şayet kudsî kuvvet ile olmuşsa “neredeyse ateş değmeden ışık vermek” şeklinde gerçekleşmiştir. Çünkü bu duruma geldiğinde neredeyse vahiy ve ilham meleğiyle irtibatı olmadan bilecek durumdadır. Bu meleğin meseli “ateş” ile anlatılmış olup akıllar bundan tutuşur. Sonra bu akıllar için, ne zaman dilerse kullanabilecek şekilde ilimler husule geldiğinde lamba misali olur, etrafı aydınlatır. Kullandığında ise “nurun alâ nur” olur.
يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء “Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir.”
Çünkü O’nun meşieti (dilemesi) olmadan, sebepler bir işe yaramaz. Sebeplerin iş görmesi, O’nun meşietiyledir.
وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ “Ve Allah, insanlar için misaller verir.”
Allah, böyle misaller vererek akla hitap eden manaları gözle görülür hâle getirir, vuzuha kavuşturur.
وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Ve Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”
Allah görülen görülmeyen, açık veya gizli her şeyi bilir.
Bunda, düşünen kimseler için hem bir vaad, hem de vaîd vardır.
36- فِي بُيُوتٍ أَذِنَ اللَّهُ أَن تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ “(Bu lamba) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir.”
Üstte nazara verilen lamba, bazı evlerdedir. Bu da temsilin kayıtlarından biri olup ziyadelik bildirir. Çünkü, mescitlerin kandilleri daha büyük olur.Ayette “büyut” yani “evler” kelimesinin elif-lâmsız gelmesi, bu evlerin şanına tazim içindir.
Allahın adının anılması, O’nun fiillerinden müzakerede bulunmayı ve hükümlerinden bahsetmeyi içine alacak şekilde genel bir ifadedir.
يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ “Orada sabah akşam O’nu tesbih ederler.”
37- رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ “Bir kısım rical (bu evlerde Allahı tesbih ederler), ne bir ticaret ne de bir alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkor.”
يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ “Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetle çevrileceği bir günden korkarlar.”Aslında Allahı anan ve taatte bulunan kimseler olmakla beraber, hesap gününden de korkarlar. O günün dehşetinden, kalpler ve gözler ızdırap içinde halden hale çevrileceklerdir.Veya o kalp ve gözlerin hâlleri değişecek, kalpler daha önce anlamadıklarını anlayacak, gözler daha önce görmediklerini göreceklerdir.
Veya, o gün kalpler bir yandan kurtuluş umarken öte yandan helâk olmaktan korkacak, gözler ise hangi cihetten cezalandırılacaklarını ve amel defterlerini alacaklarını kolaçan edeceklerdir.
38- لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا “Çünkü Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile mükafat verecektir.”Allah, amellerine mukabil onlara vaat edilenin en güzeli olan cennetle kendilerini mükâfatlandıracaktır.
وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ “Ve lütfundan fazlasını da bahşedecektir.”
Ve ayrıca amellerine mukabil onlara vaat etmediği ve hatırlarına bile gelmeyen şeylerde özel ikramda bulunacaktır.
وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ “Ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”
Ayetin bu kısmı, daha ziyade vermesini takrir eder.
Ayrıca,
-Kudretinin kemâline,
-Meşietinin nüfuzuna,
-İhsanının genişliğine tenbihte bulunur.
39- وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ “İnkar edenlere gelince, onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir.”Kâfirlerin amellerinin durumu ise, üstte anlatılan ehl-i imanın durumunun tam tersidir. Çünkü, salih ve Allah katında fayda verir zannettikleri amellerini diğer âlemde işe yaramaz, serap misali gözden kaybolur bir şekilde bulacaklardır.
Serap, güneşin çok etkili olduğu saatlerde, güneşin parıltılarının çölde su zannedilmesi olayıdır.
يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ مَاء “Susayan onu bir su zanneder.”Kâfirin çöldeki serabı gerçek su zanneden son derece susamış kimseye benzetilmesi, son derece muhtaç olduğu bir zamanda en büyük hayal kırıklığını yaşayacak olmasındandır.
حَتَّى إِذَا جَاءهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا “Nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamaz.”
وَوَجَدَ اللَّهَ عِندَهُ “Ancak Allah’ı yanında bulur.”
Orada Allahı bulması,
-Onun cezasını bulması,
-Zebanilerini bulması,
-Veya Allahın onu hesaba çekmesi olabilir.
فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ “O da onun hesabını eksiksiz görür.”
Allahın, o kafirin hesabını görmesi
-Neler yaptığını sorgulamak,
-Veya doğrudan yaptıklarına karşılık vermek şeklinde olabilir.
وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ “Allah, hesabı çok çabuk görendir.”
Birinin hesabıyla meşgul olması, diğerleriyle meşguliyetine engel değildir.
40- أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُّجِّيٍّ “Yahut (onların hâli) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir.”
Sebeb-i NüzûlRivayete göre ayet Utbe Bin Rabîa hakkında indi. Cahiliye devrinde (İslâmdan önce) ibadet eder, Allahın dinini arardı. Ama İslâm dini gelince, onu inkâr etti.
“Veya” ifadesi onların amellerine böyle de bakılabileceğini gösterir. Çünkü onların amelleri boş olması ve işe yaramaması yönüyle serap gibidir. Başka açıdan ise, hakkın nurundan boş olmaları sebebiyle, derin dalgalı ve üstü kara bulutlarla kaplı bir denizdeki karanlıklar gibidir.
“Veya” ifadesi onların amellerinin çeşitliliğine de bakabilir. Çünkü,
-Onların amelleri şayet güzel ameller ise, çöldeki seraba benzer.
-Çirkin ameller ise, karanlıklara benzer.
“Veya” ifadesi vakit itibarıyla amellerini taksim şeklinde de olabilir. Çünkü,
-Onların amelleri dünyada karanlıklar gibidir.
-Ahirette ise serab gibidir.
يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ مَوْجٌ “O denizi dalga üstüne dalga kaplıyor.”Sakin olmayıp ardı ardına ve üst üste dalgalarla doludur.
مِّن فَوْقِهِ سَحَابٌ “Üstünde de bulut var.”
Dalgaların da üzerinde ay ve yıldızların ışığına engel olan kara bir bulut vardır.
ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ “Bir biri üstüne karanlıklar.”
إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا “İnsan, elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez.”
Öyle ki, bu karanlık denize düşen kimse, en yakınındaki kendi elini bile göremeyecektir.
وَمَن لَّمْ يَجْعَلِ اللَّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِن نُّورٍ “Allah kime bir nur vermemişse, artık onun için bir nur yoktur.”Allah kime hidayet takdir etmez, onu hidayet sebeplerine muvaffak kılmazsa, ona hiçbir nur yoktur.
Ayetin bu kısmı, nur ayetinde geçen “nurun alâ nur” ifadesinin tam zıddını anlatır.
[1> “Allah nurdur” dediğimizde de “Nuru yaratandır, nurlandırandır, nuru takdir edendir…” gibi izafetlerle anlamak gerektir.
[2>Yani O, bizâtihi vardır, Vacibu’l-vücuttur. Onun dışında olan her mevcudun varlığı O’na dayanır. O olmasa hiçbir şey olmaz, her şey yokluk karanlıklarında kalırdı. Ama O var olduğu için, mahlukatın varlığı izah edilebilmektedir.
[3> Yani insan kendi varlığının farkına vardığı gibi, diğer varlıkların da farkına varır, vücuda gelmeyen ve var olması imkânsız olanları da bilir.
[4> Cehalet karanlığa, ilim de nura benzer. Mü’min kişi, ilim ve marifet nurlarıyla nurlanır. Kâfir ise, cehalet ve küfür karanlıkları içinde kalır.
[5>Lamba, mişkata yerleştirilir. Duyu organları da benzeri bir şekilde vücuda yerleştirilmişlerdir.
[6> Yani, akıl olmadan bu duyular bizzat idrak sahibi değillerdir. Mesela göz bir kamera gibi mukabilindeki şeyleri görür, ama bunlar üzerinde yorum yapan akıldır. Veya kulak sesleri duyar, ama kendisi değerlendirme yapamaz.
[7> Yani, akıl devreye girmeden sadece hayaldeki suretlerle insan bir şey yapamaz.