93- وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مُبَوَّأَ صِدْقٍ “Gerçekten İsrailoğulları’nı güzel bir yere yerleştirdik.”
Bundan murat Şam ve Mısırdır.
وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ “Ve onları hoş nimetlerden rızıklandırdık.”
فَمَا اخْتَلَفُواْ حَتَّى جَاءهُمُ الْعِلْمُ “Ama kendilerine ilim geldiğinde ihtilafa düştüler.”
Onlar dinleriyle ilgili konularda Tevratı okuduktan ve hükümlerini bildikten sonra birbirleriyle ihtilafa ettiler.
Veya onların ihtilafından murat, Hz. Peygamberle alakalı durumları olabilir. Sıfatlarıyla ve mu’cizelerinin ortaya çıkmasıyla doğruluğunu anladıklarında, O’nun hakkında ihtilafa düştüler.
إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ “Şüphe yok ki Rabbin, o anlaşmazlığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hüküm verir.”
Ve böylece kimini kurtarıp kimini de helâk ederek, hak yolda olanla batıl yolda olanı birbirinden ayırır.
94- فَإِن كُنتَ فِي شَكٍّ مِّمَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَؤُونَ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكَ “Eğer sana indirdiklerimizde herhangi bir şüphe içinde isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor.”
Ayette “Eğer bir şüphe içinde isen” denilmesi şu manaya gelir: “Faraza sana anlatılan bu kıssalarda bir tereddüdün varsa…”
“Kitabı okuyanlara sor” denilmesi şundandır:
“Çünkü bu durum onlar nezdinde muhakkaktır, sana vahiyle bildirdiğimiz şekilde kitaplarında sabittir.”
Ayetten murat, bunun hakikat olduğunu beyan ve mukaddes kitaplarda olandan şahit getirmek ve Kur’anın onlarda olanı tasdik ettiğini bildirmektir.
Veya ehl-i kitabın ilimde rasih olma ölçüsünü, Hz. Peygambere indirilenin sıhhatiyle göstermektir.
“Eğer bir şüphe içinde isen” ifadesi, Hz. Peygamber için şekkin vukuunu göstermez. Bu ifade O’nu heyecana getirmek ve daha ziyade imanında sebatını sağlamak içindir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber şöyle demiştir:
“Ben bana indirilenden bir şek duymam, ehl-i kitaba da sormam.”
Şöyle de değerlendirilebilir:
Her ne kadar “eğer bir şüphe içinde isen” hitabı Hz. Peygambere ise de, bundan murat ümmetidir.
Veya ayetin muhatabı, bu hitabı işiten herkestir. Yani, “ey muhatap! Elçimizin diliyle sana bildirilenden bir şüphe içindeysen…”
“… bir şüphe içinde isen, senden önce Kitabı okuyanlara sor” ifadesinde, dini meselelerde şüpheye düşen kimsenin ilim ehline müracaatla onun halline çalışması gerektiğine bir tenbih vardır.
لَقَدْ جَاءكَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ “Andolsun ki, Sana Rabbinden hak gelmiştir.”
Rabbinden sana hak gayet açık, hiçbir şüphenin girmesine bir yer kalmayacak şekilde katî ayetlerle gelmiştir.
فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ “Öyleyse sakın sakın şüphe edenlerden olma!”
Sende olan cezm ve yakînden sarsıntı geçirerek sakın sakın şüpheye düşenlerden olma.
95- وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِ اللّهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ve sakın sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma, sonra hüsrana uğrayanlardan olursun.”
Ayetin bu kısmı da tehyiç, tesbît ve tamah türü şeyleri kesmek babındadır.
Benzeri bir durum şu ayette görülür: “Sen, bu kitabın sana verileceğini ummuyordun. Ancak o, Rabbinden bir rahmet olarak sana verildi. Öyle ise kâfirlere sakın arka çıkma.” (Kasas, 86)
Yani, Hz. Peygamber Allahın ayetlerini yalanlamaktan en uzak insandır. Böyle iken “sakın sakın Allahın ayetlerini yalanlayanlardan olma!” denilmesi, onun bu konudaki hassasiyetini canlı tutmak, hak üzere gittiği yolda daha da sebatını sağlamak içindir.
96- ِنَّ الَّذِينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ “Doğrusu, Rabbinin hükmü aleyhlerinde kesinleşmiş olanlar iman etmezler.”
Yani, haklarında küfür üzere ölecekleri ve azapta daimi kalacakları kesinleşenler, imana gelmezler. Çünkü Allahın kitabında yalan olamaz, hükmettiği şey ise değiştirilemez.
97- وَلَوْ جَاءتْهُمْ كُلُّ آيَةٍ حَتَّى يَرَوُاْ الْعَذَابَ الأَلِيمَ “Onlara her bir mu’cize gelse, yine de o elim azabı görünceye kadar (inanmazlar).”
Çünkü onların imanı için aslî sebep olan Allahın iradesinin taalluku yoktur. Böyle olunca iman etmeleri söz konusu olamaz.
Elem verici azabı görünce iman etmelerine gelince: Firavun örneğinde olduğu gibi, böyle bir halde iman etmek bir fayda vermemektedir.
98- فَلَوْلاَ كَانَتْ قَرْيَةٌ آمَنَتْ فَنَفَعَهَا إِيمَانُهَا إِلاَّ قَوْمَ يُونُسَ “Keşke (azap öncesi) iman edip de imanları kendilerine fayda vermiş bir belde olsaydı? Yunus’un kavmi müstesna.”
لَمَّآ آمَنُواْ كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الخِزْيِ فِي الْحَيَاةَ الدُّنْيَا “İman ettikleri vakit, dünya hayatında zillet veren azabı üzerlerinden kaldırdık.”
وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ “Ve bir süre onları faydalandırdık.”
Keşke helâk ettiğimiz beldelerden herhangi biri, Firavunun yaptığı gibi son ana bırakmasa da azap gelmeden iman etse, Allah da onlardan bu imanı kabul edip kendilerinden azabı kaldırsa…
“İman ettikleri vakit… azabı üzerlerinden kaldırdık.”
Hz. Yunusun kavmi azabın emaresini ilk gördüklerinde tevbe ettiler, azabın başlarına gelmesine kadar tehir etmediler.
Rivayete göre Hz Yunus Musul taraflarında Ninova ahalisine peygamber olarak gönderildi. Kavmi ise O’nu yalanladı ve bunda ısrar etti. O da kendilerine yakında bir azabın geleceğini bildirdi. Bu yakın sürenin üç gün, bir ay veya kırk gün olduğu söylenir. Verilen süre yaklaştığında gökyüzü dumanlı siyah bulutlarla kaplandı. Derken bu bulutlar yaklaştı, şehirlerini kuşattı. Çok korktular, Hz. Yunusu aradılar, ama bulamadılar. Bu olayla O’nun doğruluğunu yakînen anladılar. Üzerlerine zillet alameti olarak çuvallar giydiler, hem kendileri hem de kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla yükseklere çıktılar. Annelerle süt emen çocukları birbirinden ayırdılar. Böylece bunlar birbirine müştak oldu, sesler ve gürültüler yükseldi. Samimane tevbe ettiler, iman ettiklerini söylediler, yana yakıla Allaha yalvardılar. Allah da onlara acıdı, onlar için mukadder olan azabı kaldırdı. Bu olay Cuma günü ve aşuraya tevafuk etmişti.
99- وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde olanların hepsi iman ederdi.”
Şayet Rabbin dilese kimse hariç kalmayacak şekilde arzda olanların hepsi iman üzere bir araya gelir, kimse o meselede ihtilaf etmezdi.
Ayet, Allahın bütün insanların imanını dilemediğini ifade etmesiyle Mu’tezile aleyhinde bir delildir. Allahın iman etmesini diledikleri ise, şüphesiz iman edecekleridir.
Ayetteki dilemeyi “herkesi imana zorlayacak şekilde dilemedi” tarzında değerlendirmek, ayetin zâhirine aykırdır.
أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ “O halde insanları mü’min olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?”
Ayette soru tarzında gelmesi, “böyle yapma” anlamındadır.
Ayette zamirin fiilden önce gelmesi, ilâhî meşietin dışında bir şeyin imkânsız olduğuna delalet içindir. Dolayısıyla ikrah ile de böyle bir şey olmayacaktır, nerede kaldı teşvik ve terğib ile olabilsin?
Sebeb-i Nüzûl
Çünkü rivayete göre Hz. Peygamber (asm) kavminin iman etmesine son derece istekli idi, şiddetli ihtimam gösteriyordu. Bu münasebetle üstteki ayet nazil oldu. Bundan dolayı ayetin devamı da bunu şöyle takrir etti:
100- وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَن تُؤْمِنَ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ “Allah’ın izni olmadan hiçbir nefsin iman etmesi söz konusu değildir.”
Hiçbir nefis, Allahın iradesi, lütfu ve tevfiki olmadan iman edemez. Öyleyse onun hidayet bulmasında kendini yorup tüketme. Çünkü hidayet Allaha aittir.
وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ “(Allah) akıllarını kullanmayanlar üzerine azap takdir eder.”
Allah, hüccet ve ayetlerde tefekkür yoluyla aklını kullanmayanlara azabı yazar, veya onları hidayetinden mahrum bırakır.
Veya, bu kimseler kalplerinde bulunan mühür sebebiyle Allahın delilleri ve hükümlerinde akıllarını kullanmazlar. Ayetin devamı, birinci manayı teyid eder.
101- قُلِ انظُرُواْ مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “De ki: Göklerde ve yerde olanlara dikkatle bakın!”
Göklerde ve yerde olan Allahın hayret verici sanatlarına bakın, tefekkür edin, ta ki bunlar size O’nun birliğine ve kudretinin kemâline delalet etsin.
وَمَا تُغْنِي الآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَن قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ “Fakat o âyetler ve o uyarılar, iman etmeyen bir kavme bir fayda vermez.”
Bunların iman etmeyeceği, Allahın ilminde ve hükmünde bellidir.
Ayette مَا “ma” hem nefyedici, hem de soru için olabilir.
Birinciye göre mana şöyledir: “Ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir kavme bir fayda vermez.”
İkinciye göre ise şöyle olur: “Ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir kavme ne fayda verir?”
102- فَهَلْ يَنتَظِرُونَ إِلاَّ مِثْلَ أَيَّامِ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِهِمْ “Onlar, kendilerinden öncekilerin günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar?”
Ayetteki “eyyam” “günler” anlamındadır. Mesela Arabların başına gelen önemli olaylar için “Eyyam-ı Arab” ifadesi kullanılır. “Öncekilerin eyyamı” (günleri) de, onların başlarına gelen önemli olaylar, felaketlerdir.
قُلْ فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ “De ki: Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Başınıza gelecek ilâhî cezayı gözetleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bunu gözetleyenlerdenim.
Veya “benim helakimi bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber sizin helakinizi bekleyenlerdenim.”
103- ثُمَّ نُنَجِّي رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُواْ “Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız.”
Sanki şöyle denilmiştir: “O inkârcı ümmetleri helak ederiz, sonra elçilerimizi ve onlarla beraber iman edenleri kurtarırız.”
كَذَلِكَ حَقًّا عَلَيْنَا نُنجِ الْمُؤْمِنِينَ “İşte bunun gibi, mü’minleri kurtarmak üzerimize bir haktır.”
Hz. Muhammedi (asm) ve ashabını da böyle kurtarır, müşrikleri de helâk ederiz.
104- قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي شَكٍّ مِّن دِينِي فَلاَ أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ “De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimde bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki: Allah’ı bırakıp da sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem.”
وَلَكِنْ أَعْبُدُ اللّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ “Lâkin sizi vefat ettirecek olan Allah’a ibadet ederim.”
İşte itikad ve amel olarak dinimin hülasası budur. Bunu bozulmamış akıllara arz ediyorum. Bu hülasaya insaf gözüyle bakın, sıhhatini anlayın. Şöyle ki: “Ben sizin uydurduğunuz ve taptığınız şeylere ibadet etmem. Lakin sizi yaratan ve vefat ettirecek olan yaratıcınıza ibadet ederim.”
Ayette “sizi vefat ettirecek olan Allaha ibadet ederim” denilmesinde vefatın özel olarak ifade edilmesi, tehdit içindir.
وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ “Ve bana mü’minlerden olmam emredildi.”
Aklın delalet ettiği ve vahyin de söylediği şeylere iman etmem bana emredildi.
105- وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Ayrıca “yüzünü tevhid dininden ayırma ve sakın müşriklerden olma!” (diye emrolundum).”
Ve bana dinde istikamet üzere olmam, farzları eda edip çirkin işlerden uzak kalmam emredildi.
Ayet, namazda kıbleye yönelmek manasında da yorumlanmıştır.
106- وَلاَ تَدْعُ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُكَ وَلاَ يَضُرُّكَ “Ve Allah’ı bırakıp sana faydası da, zararı da dokunmayacak şeylere yalvarma!”
فَإِن فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذًا مِّنَ الظَّالِمِينَ “Eğer yaparsan, o zaman hiç şüphesiz zalimlerden olursun.”
107- وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ “Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan başka giderecek yoktur.”
وَإِن يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَآدَّ لِفَضْلِهِ “Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun lütfunu engelleyebilecek kimse yoktur.”
Ayette zararla alakalı “dokunmak”, hayırla alakalı ise “dilemek” kullanılması şuna tenbih için olabilir: Hayır, bizzat murattır, zarar ise tebeî bir durumdur.
Ayette Allahın hayır dilemesi anlatılırken, zamirle ifade etmek yeterli olabilecek iken “Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun lütfunu engelleyebilecek kimse yoktur” denildi. Bu üslûb, Allahın onlara hayır dilemesinin istihkaklarından değil, bir lütuf olduğuna delalet etmek içindir.
Ayrıca, zarar nazara verilirken “Onu ancak Allah giderir” denilerek istisna zikredildi. Ama “eğer sana bir hayır dilerse” denilirken istisna getirilmedi. Çünkü Allahın irade ettiği bir şeyin geri çevrilmesi mümkün değildir.
يُصَيبُ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ “O, kullarından dilediğine onu (lütfunu) nasip eder.”
وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ “Ve O Ğafur, Rahim’dir.”
Öyleyse taat ile O’nun rahmetine mukabil olmaya çalışın, masiyet ile O’nun bağışlamasından ümidinizi kesip günahlara dalmayın.
108- قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُمُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ “De ki “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden hak geldi.”
Allahtan gelen hak, O’nun rasulü veya Kur’andır. Hak gelince, artık insanların bu konuda bir mazeretleri kalmamıştır.
فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ “Artık kim hidayeti kabul ederse kendi için kabul etmiş olur.”
Artık her kim iman ile ve ittiba etmek sûretiyle yola gelirse, kendisi için yola gelmiş olur. Çünkü bunun faydası kendisinedir.
وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا “Ve kim de saparsa kendi zararına sapmış olur.”
Kim de peygamberi ve Kur’anı inkâr ile yoldan çıkarsa, dalaletin vebali kendi aleyhinedir.
وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِوَكِيلٍ “Ve ben sizin üzerinize bir vekil değilim.”
Ben sizin durumunuzu korumakla görevli bir vekil değilim. Ben ancak bir müjdeci ve uyarıcıyım.
109- وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ “Sana vahyedilene tabi ol!”
Hem uygulayarak, hem de insanlara anlatarak, sana vahyen bildirilene tâbi ol.
وَاصْبِرْ حَتَّىَ يَحْكُمَ اللّهُ “Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret.”
Onları davet hususunda ve eziyetlerine tahammülde sabırlı ol. Ta ki Allah zaferle veya savaş emriyle hüküm versin.
وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ “Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Çünkü O, hem gizli hem de aşikar bütün hallere muttali olduğundan hükmünde hata olamaz.
Hz. Peygamberden şöyle rivayet edilir:
“Kim Yunus sûresini okursa kendisine Hz. Yunusu tasdik eden ve yalanlayanların sayısınca ve Firavunla beraber boğulanların adedince sevap verilir.”