11- وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُم بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ “Şayet Allah insanların hayrı çabuk istemelerine icabeti gibi şerri istemelerine hemen icabet etseydi, onların ecelleri bitmiş olurdu.”
Şayet Allah, insanlar hayrı istediklerinde hemen vermesi gibi, şerri istediklerinde de hemen verseydi, helâk olur giderlerdi.
Onların şerri istemesi, “üstümüze gökten taş yağdır” (Enfal, 32) demeleri gibi durumlardır.
Ayette, Cenab- Hakkın hayra icabette sür’atini hissetirme vardır.
فَنَذَرُ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ “Fakat bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine bırakırız da azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.”
Lakin biz acele etmeyiz, hemen işlerini bitirmeyiz. Onlara bir mühlet vererek ve bir istidraç olarak kendi hâllerine bırakırız.
12- وَإِذَا مَسَّ الإِنسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَآئِمًا “İnsana sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek ayakta bize dua eder.”
Yani, her durumda Bize dua eder. Sayılan haller, o kimsenin farklı farklı zararlar için yaptığı dualara da işaret edebilir.
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَن لَّمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَّسَّهُ “Kendisinden sıkıntısını giderdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider.”
O zararı kendisinden izale ettiğimizde, kendi yoluna gider, küfrüne devam eder.
Veya duayı bırakır, artık dua etmez.
كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ “İşte, o aşırı gidenlere yaptıkları şeyler böyle güzel gösterildi.”
Onlara, şehevanî şeylere dalmak, ibadetlerden yüz çevirmek gibi durumlar süslü gösterildi.
13- وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِن قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُواْ “Andolsun ki, sizden önceki devirlerde yaşayanları zulmettiklerinde helak ettik.”
Sizden önceki devirlerde gelenler, dini yalanlayarak ve kendilerine verilen kuvvetleri uygunsuz şeylerde kullanarak zulmettiklerinde, biz onları helâk ettik.
وَجَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ “Peygamberleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi.”
Peygamberleri, onlara kendilerinin doğru olduğunu gösteren hüccetlerle gelmişlerdi.
وَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ “Onlar ise iman etmediler.”
Lakin iman etmek kendilerine nasip olmadı. Çünkü kabiliyetleri bozuldu, Allah onlara muvaffakiyet vermedi, onların küfürleri üzere öleceklerini biliyordu.
كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ “İşte mücrimler topluluğunu biz böyle cezalandırırız.”
Peygamberleri yalanlamaları ve bunda ısrarları sebebiyle kendilerine mühlet verilmesinde bir fayda olmadığı tahakkuk edince, biz onları cezalandırdık.
Onları cezalandırdığımız gibi, her mücrimi de, sizi de öyle cezalandırırız.
Ayette onların cürümlerinin kemâline ve o noktada gözler önünde olduklarına bir delâlet vardır.
14- ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلاَئِفَ فِي الأَرْضِ مِن بَعْدِهِم لِنَنظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ “Sonra onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki, bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz.”
Helâk ettiğimiz o devirlerden sonra, imtihan edilenlerin başkalarının yerine getirilmesi gibi, sizi arza halifeler kıldık. Onların yerine sizi getirdik. Ta ki hayır mı, yoksa şer mi işleyeceğinizi görelim, amelinize göre size muamelede bulunalım.
“Nasıl ameller işleyeceksiniz” ifadesinde şöyle bir manaya delâlet vardır: Amellerin karşılığını vermekte muteber olan, fiillerin cihetleri ve keyfiyetleridir, yoksa zâtları değildir. Çünkü aynı fiil bazan güzel, bazan da çirkin olabilir.
15- وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَذَا أَوْ بَدِّلْهُ “Böyle iken, âyetlerimiz, kesin deliller olarak kendilerine okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir” dediler.”
Öyle ki o kitapta öldükten sonra dirilme, sevap, ceza olmasın veya ilahlarımızın ayıplanması gibi durumlar yer almasın.
“Veya bunu değiştir”
Veya bunları müştemil ayeti başka bir ayetle değiştir.
Onlar bunu belki de “böyle yapsın, onu ilzam edelim” diye istediler.
قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِن تِلْقَاء نَفْسِي “De ki, “Onu kendime göre değiştirmem, olacak bir şey değildir.”
Onlar, ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir’ demişlerdi. Buna cevap olarak kendi keyfine göre değiştirmesinin söz konusu olamayacağı nazara verildi, “başka bir Kur’an” meselesine girilmedi. Çünkü, bir kısmı değiştirilmezse, tümünün değiştirilmeyeceği anlaşılır.
إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ “Ben ancak bana vahyolunana uyarım.”
Niçin değiştirilmeyeceğini beyan eder. Çünkü bir meselede başkasına tâbi olan, onda kendi başına tasarrufta bulunamaz.
Ayetin bu kısmı “peki, Kur’anda bazı hükümler neshedildi, buna ne dersin?” şeklindeki bir soruya da cevaptır.
Ayet aynı zamanda –haşa- “Kur’an Muhammedin sözü ve uydurmasıdır” diyenlere de bir reddir.
Yani, ne yapıldığından ziyade nasıl yapıldığı önemlidir. Biri Allaha secde eder sevap kazanır, diğeri puta secde eder, günaha girer.
Yani, “ben kendim değiştirme yetkisine sahip değilim. Ama Allah dilerse değiştirir, ben de o yeni hükme tâbi olurum”
“Başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” demelerinde tariz yoluyla “bu zaten senin kelâmın. Başkasını söylesen, bazı hükümlerini değiştirsen ne olur sanki?” manası hissedilmektedir.
Bundan dolayı cevapta tebdîl (değiştirme) kayıtlı olarak ifade edildi ve kendisinin yapacağı bir değişikliğin Allaha isyan olacağı bildirildi.
إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ “Eğer Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”
Ayette, onların böyle bir teklifle azabı hak ettiklerine bir ima (hafif bir işaret) vardır.
16- قُل لَّوْ شَاء اللّهُ مَا تَلَوْتُهُ عَلَيْكُمْ “De ki: Eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım.”
Şayet Allah başka şekilde dileseydi ben onu size okumazdım, Allah benim dilimle onu size bildirmezdi.
وَلاَ أَدْرَاكُم بِهِ “O da onu hiçbir şekilde size bildirmezdi.”
Kesir, olumsuzluk bildiren “lâ” harfini te’kid bildiren “le” şek
linde okur. Yani, Allah dileseydi onu size okuyan ben olmazdım, Allah benden başkasının diliyle onu size bildirirdi. Demek ki o, mutlaka olması gereken bir haktır, onunla ben gönderilmeseydim bir başkası mutlaka gönderilirdi.
Şöyle bir manaya da dikkat çekilmiştir: “Şayet Allah dileseydi, onu size okuyarak sizi benimle mücadele eden kimseler hâline getirmezdim.”
Yani bu mesele tamamen Allahın meşietine bağlıdır, benim dilememle bir alâkası yoktur. Bunun için sizin keyfinize göre onda tasarrufta bulunmam söz konusu olamaz.
Sonra, şununla bu manayı takrir etti:
فَقَدْ لَبِثْتُ فِيكُمْ عُمُرًا مِّن قَبْلِهِ “İçinizde bundan önce bir ömür yaşadım.”
Kur’anın nüzulünden önce sizinle kırk sene beraber oldum, ne öyle bir şey biliyor, ne de okuyordum.
Bunda Kur’anın mu’cize ve harikulâde olduğuna bir işaret vardır. Çünkü kavmi içinde kırk yıl yaşayan ve bu süre içinde ilimle meşgul olmayan, bir âlim görmeyen, bir şiir söylemeyen, bir hitabede bulunmayan birisi, birden onlara kitap okuyor, bu kitabın ifadeleri, edîb insanların fesahatine galip geliyor, her türlü nesir ve manzum ifadenin fevkinde yer alıyor. Usül ve füru’ ilimlerinin kurallarını ihtiva ediyor, gerçeğe uygun bir şekilde öncekilerin kıssalarını, sonrakilerin olaylarını anlatıyor. Elbette bütün bunlar, onun Allahtan geldiğini gösterir.
أَفَلاَ تَعْقِلُونَ “Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?”
Tedebbür ve tefekkürle akıllarınızı onu anlamakta kullanmıyor musunuz ki, onun ancak Allahtan geldiğini bilesiniz.
17- فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ “Artık bir yalanı Allah’a iftira eden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?”
Allaha yalan uydurmak, ona şerik ve çocuk isnad etmek gibi iftiralardır.
إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ “Şüphesiz mücrimler iflah olmaz.”
18- وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ “Ve Allah’ın dışında kendilerine zarar ve fayda vermeyecek şeylere tapıyorlar.”
Çünkü onlar cansız şeylerdir, ne fayda ne de zarar verir. Hâlbuki mabud, sevap ve ceza vermeye muktedir olmalıdır, ta ki ona yapılan ibadet ya bir menfaati celbe veya bir zararı def’e vesile olabilsin.
وَيَقُولُونَ هَؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ “Ve “Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir’ diyorlar.”
“Bunlar bizim şefaatçilerimiz, bizi ilgilendiren dünya işlerimizde ve şayet varsa ahirette bize şefaatçi olacaklar” diyorlardı. Ve sanki onlar bu konuda şek içindeler. Bu ise onların aşırı cehaletlerinden kaynaklanıyor. Öyle ki zarar ve fayda vermeye gücü yeten gerçek Mabuda ibadeti bıraktılar, sırf bir “ola ki bunlar bize O’nun nezdinde şefaatçi olurlar” tevehhümüyle zarar ve fayda verip vermeyeceği bilinmeyenlere ibadet ettiler.
قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ “De ki: “Siz Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?”
Yoksa “Allahın şeriki var da kendisi bilmiyor veya aslında bu putlar Allah nezdinde sizin şefaatçileriniz, ama O’nun bundan haberi yok” şeklinde mi düşünüyorsunuz. Her şeyi bilen Allaha, bilmediği bir şeyi mi söyleyeceksiniz?”
Ayetin bu üslûbunda onları şiddetle kınama ve kendileriyle inceden inceye bir istihza (tehekküm) vardır.
“Göklerde ve yerde” ifadesi şuna dikkat çeker: Onların Allahtan başka taptıkları ya semavidir veya arzîdir. Bu ikisinde ne varsa, kendileri gibi hadistir (sonradan olmuştur) ve faniliğe mahkûmdur. Dolayısıyla hiçbiri Allaha şerik koşulmaya layık değildir.
سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ “Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir.”
Allah onların şirk koşmasından veya şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.
19- وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلاَّ أُمَّةً وَاحِدَةً “İnsanlar ancak bir tek ümmet idi.”
İnsanların Önceleri Bir Ümmet Olması
-Hepsinin fıtrat üzere ehl-i tevhid olması,
-Hak üzere müttefik olmaları şeklinde olabilir. Bu, Hz. Âdem döneminde Kabilin Hâbili öldürmesine veya tufana kadar olan dönemdir.
-Veya peygamberlerin gönderilmediği dönemlerinde hepsinin dalalet üzere olması şeklinde anlaşılabilir.
فَاخْتَلَفُواْ “Derken ihtilafa düştüler.”
Hevâya ve batıl şeylere uyarak aralarında ihtilafa düştüler.
Veya peygamberlerin gönderilmesiyle aralarında ihtilaf meydana geldi. Bir kısmı onlara tabi olurken bir kısmı da kabul etmemekte ısrar etti.
وَلَوْلاَ كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ “Şayet Rabbinden önceden belirlenmiş bir söz olmasa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.”
Allah tarafından önceden belirlenmiş söz,
-Aralarındaki hükmün tehiri,
-Aralarını ayıracak azabın kıyamete bırakılması tarzında olabilir. Çünkü kıyamet fasıl ve ceza günüdür.
Şayet böyle sebkat etmiş bir takdir olmasaydı onların araları hemen bu dünyada ayrılır, batıl yolda olanlar helâk edilir, hak yolda olanlara ise dokunulmazdı.
Kıyametin fasıl günü olması, iyilerin ve kötülerin saflarının o günde ayrılması itibarıyladır. Çünkü bu dünyada iyiler ve kötüler birbirleriyle iç içe ve karışıktır. Kıyamette ise, “Ey mücrimler! Ayrılın bu gün!” (Yasin, 59) ayetinin bildirdiği gibi, mücrimlerle salihler o gün birbirlerinden tamamen ayrılacaklardır.
20- وَيَقُولُونَ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ “Ve ‘Ona Rabbinden bir âyet indirilse ya!’ diyorlar.”
Burada onların istedikleri ayet, sıradışı mu’cizelerdir.
فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلّهِ “De ki: Gayb ancak Allah’a mahsustur.”
Ola ki istenen ayetlerin/ mu’cizelerin indirilmesinde, bunları indirmeye engel olan mefsedetler olur da, indirmez.
فَانْتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ “Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Talep ettiğiniz ayetlerin inmesini gözleyin bakalım, ben de sizinle beraber bana inen büyük ayetleri inkârınıza ve başka ayetler talep etmenize karşı Allahın size nasıl muamele yapacağını gözlüyorum.