Maide suresi 69. ayeti açıklayabilir misiniz? "İman edenler ile Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir."

Maide suresinin 68 ve 69. ayetlerinin mealleri:

 

"De ki: "Ey kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Şu halde kâfir olan bir toplum için üzülme!"

"Muhakkak ki inananlar, Yahudiler, sabiiler ve Hristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır."

Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler, yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte iman etmiş olan, Müslüman adını taşıyanlar, Yahudi olanlar, aynı şekilde Sâbiîler (yıldızlara tapanlar) Hristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku vardır, ne de bunlar üzülürler.

Görülüyor ki bir benzeri Bakara sûresinde geçen bu âyette önce iman edenler ve Yahudiler, Hristiyanlar, Sâbiîler diye dört sınıf zikredilmiş ve bu şekilde Yahudiler, Hristiyanlar, Sâbiîler, müminlere karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş ve sonra Allah'a ve ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden kesin olarak âzâde olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin bu dört sınıftan ancak müminlere mahsus olduğu ve Yahudiler, Hristiyanlar, Sâbiîler bu üçünün bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber, bunlar da iman ederlerse müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları ve şu halde bunların da ümitsiz olmayıp hemen tövbekâr olarak iman ve güzel amel yapmaya girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır.

Zira "mümin ve mümin olmayan her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur.

İşte bu âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi) budur. Ve bunun içindir ki, yukarIda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde de bu üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka müminlerin, önce Yahudi, Hristiyan ve Sâbiîler ile bir tarzda zikredilip bir araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe inanan" diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de vardır: 

Birinci olarak, müminlere de gösteriliyor ki ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız zahirî (açıktan) iman ile hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten ibaret değildir. Zahirî bir müslümanlığın, Yahudilik, Hristiyanlık ve Sâbiîlikten büyük bir farkı yoktur. Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten tekit edilmiş, artırılmış hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır. Hakiki iman olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı olmaz. Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam) olmaz; ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü âsî müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir.

Şu halde dinin kesin müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak inanmaktır. Allah'a gerçekten inanmak da Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi olarak inanan hepsine inanır.

Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında,

 

"Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (Bakara, 2/4)

ve Nisâ sûresinde,

 

"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür." (Nisâ', 4/136) buyurulmuştur.

Salih (güzel) amele gelince, bu da Allah'a ve ahirete imanın gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği delillere ve hükümlere, haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas (samimiyet) ve hüsn-i niyyet (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir ki bundan önceki âyette ifade edildiği üzere yalnız Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin yerine getirilmesi) bile bu konuda yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün indirilenlerin yerine getirilmesi istenmiştir.

Şu halde, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar." âyetinin mazmûnunun sonucu,

 

"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 2/112)

 

âyetinin içerdiği mânânın aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.

İkinci olarak gösteriliyor ki, Allah'ın hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve bunlar da biri zahirî (açık) ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî iki manzara vardır ki, birisi "muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a inanırsa" ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü altında Müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, Yahudi, Hristiyan ve Sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her biri mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir, o dâirede özel varlıkları gözetilir, Müslüman olmaları için zorlanmaz, inançlarına karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından her biri inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli İncil'e; öbürleri de itikatlarına bırakılır, Müslüman da müslümanlığına sevkedilir.

Ahkam (hükümler) ve dünyaya ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların da lehine, aleyhimize olan da onların aleyhinedir." sözünün delaleti üzere, hukuk ve görevlerde eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı vazifesine riayet eden bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha çok dünyaya ait hazzı (nasibi) alabilir.

Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak saadet yalnız bu yönden değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü sonunda kendini tamamen kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir (dış)i ve bâtın (içi)ı mükemmel gerçek mümin ve Müslüman olanlardır. Ve işte zahire göre eşitlik, hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta İslâm hükmü altında bulunan Yahudi, Hristiyan ve Sâbiîlere dünyada Müslümanlarla beraber eşitlik, adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve görünüşte Müslümanlara bir inzar (korkutmay)ı ve gerçek Müslümanlara da bir mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının dünyaya ait hükümlerini özetleyen siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti, böyle hakikî bir imanın devam edeceğini göstermektedir.

Diğer taraftan, "Herr kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman eder ve samimiyetle çalışırsa onlara korku ve hüzün yoktur." hüküm cümlesi öyle bir genellemedir ki, zikredilen dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî, zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve herhangi bir ferdin iman ettikleri ve güzel amel yaptıları takdirde, aynı hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir. 

Sâbie'nin farklı vasıfları şu dört hususta özetlenir:

1. Aslında Allah'dan indirilmiş olan bir dinden alınma ve sapma.

2. Rûhâniyet taassubu (tutuculuğu), diğer deyişle meleklere tapma.

3. Yıldızlara tapma.

4. Putlara tapma.

Bu dörtten rûhâniyet tutuculuğu, meleklere tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara tapma en açık vasıfları olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu anlaşılıyor.

Ebu Bekir er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları verdikten ve ikisi arasında bir müşterek asıl gösterdikten sonra Berâe (Tevbe) sûresinde de demiştir ki:

"Sâbiîler iki kısımdır. Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar din işlerinin pek çoğunda Hristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan bir sınıftırlar.. Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur. Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin yenmiyeceğinde ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur."

Özet olarak hakikat şudur ki: Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Sâbiî, bu dört sınıf içinde ve hatta bunların dışında her kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle tövbe ve iyilik ile "kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse" şartını hâiz ve bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa, bunlara korku ve hüzün yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş kesindir. Ve bu şekilde ilâhî rahmet yolu herkese açıktır.

Şüphe yok ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir. Bunun gereği olan ahirete iman ise gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik etmektir. Bu imana yaraşan amel de yaşadığı zamana kadar Allah'dan gelmiş olan emir ve yasakları hakkıyla yerine getirip, gereğince güzel ve faydalı işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere koşmaktır. Ve işte böyle olanların o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden kurtulacakları, esenlik ve hakiki saadete erecekleri muhakkaktır.

Bu kanun her zaman için haktır. Dün de hak, bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her toplum için de haktır. Müslüman içinde hak, Yahudi için de hak, Hristiyanlar için de hak, hatta Sâbiîler için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra) hiçbir din, hiçbir şeriat, tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin ve bunun tersini iddia edebilsin.  (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri)

Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategorisi:
Soru ve Cevaplar
Gönderi tarihi: 20-07-2012
2,110 kez okundu
Bu Kategorideki Diğer Yazılar
  1. Nahl Suresi 32. ayette: "(Onlar,) meleklerin, "Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir." buyuruluyor. Burada "melekler" deniyor, can alan melek kaç tanedir?

  2. Fatıma Mushafı nedir? Böyle bir şey var mıdır; varsa da bu nasıl mümkün olabilir?

  3. “(Kurtuluş) ne sizin kuruntularınıza, ne de Ehl-i kitab’ın kuruntularına göre olacaktır” (Nisa 123) ayetinde geçen “siz” den maksat Müslümanlar mıdır?

  4. "Muhakkak ki muttakîler cennetlerde ve ırmakların başındadırlar. Doğruluk makamında güçlü bir hükümdarın katındadırlar" (Kamer 54; 54-55) Ayetlerin manasını açıklar mısınız?

  5. Namaz kaç vakittir? Nur Suresi 58. ayette namazın üç vakit olduğu ifade edilmiyor mu? "Ey inananlar, emriniz altında çalışanlar ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar üç kez izin almalıdırlar: Sabah namazından önce, öğle vaktinde dinlenmek için..."

  6. “Biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız." (Taha, 97) ayetine göre, Altın buzağının eriyip yok olması ve küllerinin denize savrulması mümkün müdür?

  7. Kur'an-ı Kerim ayetlerinin bir ksımının günümüzde uygulanamayacağı söylenmektedir. Bu konuda nasıl düşünmeliyiz?

  8. Meryem suresinin 71. ayeti kerimesinde cehennem için "içinizden oraya girmeyecek kimse kalmayacak" buyruluyor. Müminler dahi girecek mi?

  9. Madem ki şahit getiremediler, onlar Allah katında yalancılardır (Nur 13), ayetine göre yalancı şahit getirselerdi, doğru mu söylemiş olacaklardı?

  10. Abese suresinin 15-16. ayetlerinde "erdemli katipler"in Kuran'ı yazmasından mı bahsedilmektedir? Ayetlerde kastedilen mana nedir?

Block title
Block content