Dinlerin gönderiliş gayesini kısaca "insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek" şeklinde özetleyebiliriz. Bunun gerçekleşmesi için de Cenab-ı Hak tarihin hiçbir dönemini ilahi vahiyden hâlî bırakmamış, gönderdiği Peygamberler ve indirdiği kitaplarla insanlığı kendi heva ve akıllarına göre yaşamaktan koruyarak, onları dinin aydınlık atmosferine hidayet etmiştir. İnsanın hayatı anlamlandırabilmesi, kendini ve Rabbini tanıması, dünyadaki varlık gayesinin farkına varması ancak Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla talim buyurduğu yüce iman hakikatleriyle mümkün olacaktır ki bu, indirilen bütün dinlerde (icmal-tafsil farkı olmakla beraber) aynıdır.
Fakat insanlığın tekâmülüne, bulunduğu seviyeye ve terakki etmesine göre onlara indirilen ilahi ahkâmlar da değişiklik göstermiştir. Tıpkı çocuğun büyüyüp belli bir kemale ulaşması gibi insanlık da bidayetten başlayıp asrımıza kadar her yönden gelişerek belli bir seviyeye ulaşmıştır. Bunun içindir ki Hz. Muhammed (s.a.s) peygamberlerin sultanı olduğu gibi, İslamiyet de kendinden önceki bütün semavi dinlerin semerelerini bünyesinde toplamış, kendinden önceki peygamberlerin getirmiş oldukları temel ahkâmı, sağlam ilkeleri genişleterek ve muhkem bir hale getirerek yeniden insanlığa sunmuştur. Yani Kur'ân-ı Kerim kıyamete kadar yürürlükte kalacak sağlam esaslar getirmiş evrensel bir kitap olma özelliğine sahiptir.
Mevcut Tevrat'ta Savaş Hukuku
Özellikle Batılılar tarafından İslâm'ın eleştirildiği ve karalanmak istendiği yönlerden biri de dinin kılıç zoruyla yayılmış olduğu iddiasıdır. İlahi dinlere baktığımızda hayatın her safhasında olduğu gibi savaşla alakalı da onu bir sisteme koyan ve belli kurallara bağlayan dinin İslâm olduğu görülecektir. Hristiyanlık ve Yahudilikte, İslâm'da olduğu gibi gerek savaş başlamadan gerekse fiilî savaş halinde uyulması istenen tafsilatlı savaş hükümleri yer almamaktadır. Zaten İncil'e baktığımızda ahkâma dair ciddi bir şey bulamayız. Çünkü İncil Tevrat'ı nesh etmemiş ve onun hükümlerinin Hristiyanlar için de geçerli olduğunu kabul etmiştir. Tevrat'ta ise özellikle işlenen suçlara verilecek sert ve katı cezalar yer almakla birlikte, savaş süresince gözetilmesi gereken prensipler yer almamaktadır. Savaşla ilgili ayetlerde genellikle sert bir tavır izlenerek, son derece katı ve şiddetli bir savaş anlayışı getirilmiştir. Tevrat'ta yer alan ayetlerden bazıları şunlardır:
"Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız Rab kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız Rabbin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz." (Tesniye 20:10-14)
"Sen benim savaş çomağım, savaş silahımsın. Ulusları parçalayacak, krallıkları yok edeceğim seninle. Seninle, atları ve binicilerini, savaş arabalarıyla sürücülerini kırıp ezeceğim. Erkeklerle kadınları, gençlerle yaşlıları, delikanlılarla genç kızları, çobanla sürüsünü, çiftçiyle öküzlerini, valilerle yardımcılarını darmadağın edeceğim." (Yeremya 51:20-23)
"Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür." (1. Samuel 15/3)
"O şehrin ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin, onu ve onda olan her şeyi, hayvanlarını tamamen yok edeceksin. Bütün mallarını meydanın ortasına döküp şehri ve her şeyi yakacaksın. Bunları Allah rızası için yapacaksın ve o yer ebedi olarak tarumar olup bir yığın haline gelecektir." (Yasanın Tekrarı,13;15-16)
"Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak; sınırınız çölden ve Lübnan'dan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüze kimse duramayacak; Allah'ınız Rab, size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu, ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tesniye 11:24-25)
Gerçi savaşta çocukların, masumların öldürülmesi ve ele geçirilen şehrin talan edilmesinin emredilmesi gibi ayetlere baktığımızda, bunların gerçekten Hz. Musa (as)'a inen Kitap'ta olup olmadığı şüpheyle karşılanabilir. Çünkü bilindiği gibi Tevrat asliyetini koruyamamış ve tahrife maruz bırakılmıştır. Ayrıca Yahudi âlimlerinden bu tür ayetlerin tarihsel olduğu görüşünde olanlar da vardır.
Fakat bütün bunlarla beraber hayatın her alanında olduğu gibi savaş hukukunda da kavl-i faslı (son sözü) Kur'ân'ın söylediğini görüyoruz. Ancak İslamiyet geldikten sonradır ki barışın, sulhun önemi anlaşılmış, -açıklayacağımız birtakım sebeplerden dolayı- savaş meydana geldiğinde de haddin aşılmaması istenerek (Bakara Suresi, 2/190) karşı tarafa yapılacak muameleler ve uyulması gereken kurallar belli disiplinlere bağlanmıştır. Zaten hayatın her karesine hükmeden ve kıyamete kadar geçerliliğini koruyacağı kaideler getiren bir dinin böyle bir alanda söz söylememesi ve bu alanı boş bırakması düşünülemezdi. Çünkü dinî kurallardan soyutlanan bir savaşın ne tür felaketler getireceğini, yani hiç acımadan öldürülen çocukları, namusu kirletilen kadınları, esirlere yapılan insanlık dışı muameleleri, yağma edilen şehirleri vs. insanlık defaatle görmüştür.
Yahudilikteki Bazı Hükümlerin Hristiyanlıkta Hafifletildiğini Görüyoruz:
"Düşmanlaınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenlere iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile kendilerini sevenleri severler. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkârlar bile öyle yaparlar." (Luka 6: 27-34)
"Kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çevirin. Size karşı davacı olup gömleğinizi almak isteyene, abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayana iki bin adım yürüyün." (Matta, 5; 39-41)
Barıştan yana bir din olarak karşımıza çıkan Hristiyanlıkta savaşla ilgili ayetler de bulunmaktadır. Matta İncil'inin onuncu babında geçen Hz. Mesih (as)'in sözleri şöyledir:
"Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. İnsanın düşmanları, kendi ev halkı olacaktır." (Matta 10; 34-36)
Luka İncil'inin on ikinci babında ise şöyle demektedir:
"Ben dünyaya ateş atmaya geldim. Eğer şimdiden tutuşmuş ise daha ne isterim. Fakat benim vaftizleneceğim bir vaftizim var. Bu yerine gelinceye kadar nasıl da sıkılmaktayım! Dünyaya barış ve selamet getirmeye geldim mi sanıyorsunuz? Hayır, size ancak şunu söylerim; ben sizlere ayrılık getirmeye geldim." (Matta,12; 49-51)
Genel olarak Hristiyanlar savaşı devlet politikası olarak görmüşler ve şartların gereğine göre bir yol takip etmişlerdir. Roma döneminde büyük zulümlere maruz kalan Hristiyanlar savaşmayı göz ardı edip dinin hoşgörü tarafını öne çıkararak mukavemette bulunmamışlardır. Aziz Augustine ile bu düşünce IV. yüzyıldan sonra yerini, ezilenlere yardım ve sulhun korunması için savaşılması gereği fikrine bırakmıştır. Yani O'na göre adil bir düzenin sağlanabilmesi için savaş kaçınılmaz olmuştur. Onların temel prensip olarak kabul ettikleri barış düşüncesi, ancak ilk üç-beş asırda hayatiyetini koruyabilmiştir.
Daha sonra da Hristiyan din adamaları miladi beşinci yüzyılda "haklı savaş" kavramını ileri sürerek, bazı şartlar meydana geldiğinde savaşılması gerektiğini söylemişlerdir. Fakat ardından onuncu yüzyıldan sonra haçlı savaşlarıyla birlikte "kutsal savaş" diyerek saldırılarını meşrulaştırmak ve bunu teşvik etmek istemişler, neticede milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlar ve dünyayı kana bulamışlardır.
Müslümanlara hükmetme arzusuyla ve bir de dinlerini zorla kabul ettirebilmek için giriştikleri bu savaşlarda katı bir taassup göstermişlerdir. Bununla insanlık tarihinde eşine az rastlanabilecek savaşlar, kan dökmeler olmuş, bunun sonucunda Avrupa, harplerin ve tarumarların merkezi haline gelmiştir. Müslümanların ve Batılıların nefretini gören Hristiyanlar tekrar bu anlayıştan da vazgeçmişler ve meseleyi laik bir görünüme kavuşturarak savaşın savunma amacıyla yapılabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ne var ki İncil'de yer alan; "Dünyanın sonlarına doğru dünyayı Mesih'in ikinci gelişine hazırlamak üzere, şiddet eylemleri ve felaketler yaygınlaşacaktır. Hz. İsa, demir çomakla gelip insanları güdecek ve toprak kapları kırar gibi her şeyi kırıp parçalayacaktır." (Vahiy,2; 26-28) pasajına ve Hz. İsa (as)'ın inmesinden önce bir düzine felaketlerin çıkacağını bildiren pasajlara bakarak, bazı gruplar buna ortam hazırlamak için savaşların çıkması gereğine inanmışlardır.
Görüldüğü gibi Hristiyanların da benimsediği belli savaş kuralları yoktur. Kısaca bu dinlerin savaşa bakışına göz attıktan sonra şimdi İslamiyet'in getirmiş olduğu savaş hukukunu arz etmeye çalışalım. Görülecektir ki İslamiyet'in cihad anlayışını eleştirenler, savaş hukukuna dair kendi dinlerinden çok daha üstün ve mükemmel prensipler getiren dinin ancak İslâm dini olduğunu anlayacaklardır.
İslam'da Sulh ve Barış Asıl, Savaş İstisnaîdir
Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, insanları köleleştiren, çok basit denebilecek sebeplerden dolayı adam öldüren cahiliye dönemi insanları, bir canın ne kadar aziz olduğunu ve insanın değerini ancak İslamiyet güneşi doğduktan sonra anlayabilmişlerdir.
Bir ayet-i kerimesinde Cenab-ı Hak,
"Biz insanoğlunu mükerrem kıldık." (İsra, 17/70)
buyurarak dil, din ve ırk ayrımı yapmadan onun diğer canlılar arasındaki müstesna konumuna dikkat çekmiş, kâfir bile olsa bir insanın canının, malının ve ırzının haram olduğunu belirtmiş, insanların temel haklarını koruma altına almıştır. Ve yine insan öldürmenin ne denli kötü bir iş olduğunu farklı ayet-i kerimelerinde ifade etmiş, getirdiği adalet-i mahza ilkesine göre haksız yere bir kimsenin öldürmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. İnsana verilen bu değerdendir ki savaş gibi insana ait birçok temel hakkın çiğnendiği bir durumu tasvip etmemiş, sulhun, barışın önemine dikkat çekmiştir. Bununla ilgili Kur'ân'da:
"Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır." (Bakara, 2/208)
buyrulurken, savaş esnasında barış teklif edildiğinde hemen buna uyulmasıyla ilgili emri de şöyledir:
"O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez." (Nisa, 4/90).
Esasında İslâm kelimesinin manasında da bu anlamlar mevcuttur. Yani bu kelime bize sulhu, barışı, esenliği hatırlatmaktadır.
Allah Resulü (asv)'in hayatı süresince takip ettiği yola baktığımızda O'nun (asv) hep barış taraftarı olduğu görülecektir. Savaş yapmadan Mekke'yi fethetmesi, bütün ümitlerin boşa çıkarıldığı, Kabe'yi tavaf yapmalarının engellendiği ve anlaşma metninde aleyhlerine gibi gözüken maddelerin bulunduğu bir anlaşma olan Hudeybiye müsalahasını yapması, Medine'ye hicret eder etmez Medine'deki müşrik, Yahudi, Hristiyan farklı gruplarla anlaşmalar yapması ve Mekke'de bulunduğu sürece herhangi bir fiilî çatışmaya girmemesi, O mücella kametin savaş taraftarı olmadığını gösteren örneklerden sadece bir kaçıdır.
İslam hoşgörüyü, barışı istemekle beraber, tabiatında güzel huylarının yanında bencillik, tamahkârlık, tahrip gibi kötü hasletleri de bulunduran insanoğlunun, her zaman hakkı gözetemeyerek başkalarının hukukuna gireceğini de göz önünde bulundurmuş ve böyle bir durumda meşru müdafaa hakkı doğacağından savaşla ilgili hükümler de getirmiştir. Ve bununla savaşı meşru ve adil bir temele oturtmak istemiştir. Kısaca İslâm'da sulhun, güvenliğin, esenliğin esas olduğu, bununla birlikte bir insanlık realitesi olan savaşın ise arızî (ikinci planda, gerektiğinde yapılan) bir durum olduğu söylenebilir. Nitekim Peygamber Efendimizin (asv) yaptığı savaşlara bakıldığında hemen hemen hepsinin müdafa harbi olduğu görülür. Yani savaş def-i şer kabilinden istisnai bir durum olarak karşımıza çıkar. İnsanların İslâm'ı hakkıyla yaşayabilmeleri ve Allah'la insan arasındaki engellerin aşılması da ancak insanların barış ve güvenlik içinde yaşadıkları bir ortamda gerçekleşecektir.
Hangi Gayeler Savaşı Meşru Kılar?
Batılıların Müslümanlara yönelttiği en haksız eleştirilerden birisi de, İslâm'ı kılıç zoruyla yaydıkları iddiası olmuştur. Hâlbuki tarihi olaylar buna şahitlik etmediği gibi dinî nasslar da böyle bir şeye müsaade etmemektedir. Savaşla ilgili temel kurallar Kur'ân ve sünnette yer almakla beraber, bunun tafsilatlı olarak ele alınması teşekkül eden fıkıh kitaplarıyla mümkün olmuştur. Konunun açıklanması için özel "siyer" bölümleri açılmıştır. Serahsi'nin el-Mebsut adlı eserinde de belirttiği gibi, İslam hukukçularının çoğuna göre "savaşın illeti (meydana gelmesine sebep olan husus) karşı tarafın dinimize ve ülkemize saldırıda bulunmasıdır." Bunu da Kur'ân'da bulunan
"Savaş açanlara Allah yolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin." (Bakara, 2/190)
ayet-i kerimesinden çıkarmak mümkündür. Konuyla bağlantılı olan ve inanan kimselere saldırmayanlara karşı iyilik yapılacağını gösteren diğer bir ayet-i kerime ise şöyledir:
"Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi menetmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder." (Mümtehine, 60/8-9)
Buna göre kafirlerin zorla dine sokulması savaşmaya sebep gösterilemez. Kur'ân'da bu husus
"Dinde, dine sokmak için zorlama yoktur." (Bakara Suresi, 2/256)
ayet-i kerimesiyle hükme bağlanmıştır: Çünkü iman ve küfür kalbe ait hususiyetler olduğu için kimin Müslüman kimin kâfir olduğu bilinemeyecektir. Hem bu, savaş için illet olsaydı o takdirde çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek farkı gözetmeksizin herkesin öldürülmesi icap ederdi. Bu da savaşın genel prensiplerine ters olacağı gibi Kur'ân'ın "aşırı gitmeyin" emrini de göz ardı etmek olurdu.
Efendimizin (asv) katıldığı seferlerin gayesi; ya Müslümanlara karşı oluşturulan birlikleri dağıtmak yani savunma savaşı yapmak ya da yaptığı istihbarî faaliyetlerle aleyhte oluşturulan güçlere imkân tanımamaktı. Bunun dışında bir de inananların dinini yaşamalarına engel olunuyor, din hürriyetleri ellerinden alınıyorsa, sahip oldukları bu hakkı tekrar kazanmalarını sağlamak ve zulmü ve fitneyi ortadan kaldırmak gayesiyle fiilî bir müdahalede bulunulabilir. Şu ayet-i kerime de bize bu hedefi göstermektedir:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan: "Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!" diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?" (Nisa, 4/75)
Tarih gösteriyor ki, Efendimizin (asv) savaşlarının gerekçesini hiçbir zaman salt inanç farklılığı oluşturmamıştır. Hele batılıların yaptığı gibi istila, sömürü, tecavüz kastıyla savaş açmak hiçbir şekilde dinin ruhuyla özleştirilemeyecek bir hareket olacaktır. Kur'ân'da bulunan ve fiilî savaş haliyle alakalı olan bazı ayetler yanlış anlaşıldığından dolayı İslâm'a bazı tenkitler yöneltilmiştir. Fakat bu, ancak benimsediği bir görüşe delil arama olarak adlandırılabilir. Çünkü siyak ve sibakından kopuk, genel nasslar göz önüne alınmadan, sadece bir iki ayeti alınarak bir hükme varmak kişiyi doğru bir sonuca götürmeyecektir.
İslam Hedefe Götüren Vesilelerin de Meşru Olmasını İster
Şartlar mecbur kıldığında savaşmak bir Müslüman için farz hale gelebilir. Ve böyle bir durumda verilecek mücadele, "Allah'la insanlar arasında bulunan engellerin bertaraf edilmesi" olarak tanımlanan cihadın bir yönünü oluşturur. Çünkü dinine, malına, canına ve ırzına kastedildiği bir yerde karşı koymama, bunları koruma adına gerekli çabayı harcamama imanla bir arada bulunamaz. Bununla birlikte böyle bir mücadelenin içine girilirken meşru vesileler kullanılmalı ve dinin çizdiği sınırın ötesine geçilmemelidir. Her millet ve toplumun kendi ülkesine saldırıldığında onu müdaafa etmesi gayet tabidir. Çünkü dinimiz hedefin meşru olması kadar, ona ulaşmak için takip edilecek yolun da meşru olmasını istemiş ve bunu sağlamak için de kurallar getirmiştir. Bu şuurda olan bir Müslüman, canlı bomba olarak çoluk çocuk demeden insanları öldüremez. Çünkü İslâm'da savaşı fertler açamaz. Bunu bir hizip ve organizasyon da ilan edemez. Bu devletin karar vereceği bir iştir. Ve nitekim Hanefi fukahası devletin dört görevinden biri olarak da cihadı göstermişlerdir. Savaşın bidayetinde bunlara uyulacağı gibi İslâm savaş anında da dikkat edilmesi gereken kurallar koymuştur ki bunu aşağıda açıklayacağız.
Savaş Hali Devam Ederken Uyulacak Kurallar
Bu konuda, Kur'ân ayetlerinde genel kaideler ortaya konmuştur:
"Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır." (Nahl, 16/126)
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara, 2/190)
"Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Maide, 5/8)
Efendimizin (asv) söz ve uygulamalarıyla savaş hukuku daha ayrıntılı bir şekilde teşekkül etmiştir. Savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu;
"Allah'ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını kesme) yapmayın; çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin." (Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i Kübra, 9/90)
Hz. Ebu Bekir (ra) de Suriye'ye gönderdiği Hz. Üsame'ye şu talimatı vermiştir;
"Ey Üsâme! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mâbedlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın...." (İbnü'l-Esir, 2/335)
Yine Efendimiz (asv) bir savaş esnasında öldürülmüş bir kadın görünce;
"Bu kadın savaşan birisi değil ki, niçin öldürüldü?"
demiş ve Müslümanın karşısına silahı ile çıkmayan kadınların savaşta bile öldürülmesini yasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147)
Genel Olarak Savaş Esnasında Uyulacak Prensipleri Değerlendirdiğimizde Şunları Görürüz:
- Fiilen savaşın içinde olmayan ve Müslümanlara bir zararı dokunmayan kimselerin öldürülmemesi. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, savaşçı sahiplerine hizmet için gelmiş köleler, körler, dünyadan el etek çekmiş din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb. kimseler öldürülmez.
- Düşmanların uzuvlarının kesilerek müsle yapılmaması, işkence edilmemesi.
- Verilmiş söze ve yapılmış anlaşmaya aykırı hareket etmekten kaçınmak.
- Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılmaması.
- Namus ve şereflere tecavüz, zina ve gayrimeşru münasebetlerden uzak durmak.
- Düşmandan alınan rehineleri öldürmemek. Bunlar misilleme yoluyla dahi öldürülemez.
- Esirleri veya ele geçirilen yerin ahalisini katletmekten kaçınmak.
- Savaş meydanında bir akraba varsa; mümkün olduğu müddetçe onunla karşı karşıya gelmemeye çalışmak.
- Çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi fiilen harbe iştirak etmemiş, savaş ile ilgili olmayan kimseleri öldürmekten kaçınmak.
- Savaş esirlerini canlı kalkan olarak kullanmamak.
Bu yazı "hikmet.net" siteden alınmıştır.