Kur’an’ın temel maksatlarının başında, Allah’ı tanıtmak gelir. Allah’ı tanıtmak ise, onun isim ve sıfatlarını öğreterek yapılır. Bunu öğretmek için de başta -bütün isim ve sıfatları ihtiva eden- özel ismi "Allah" lafza-i celal olmak üzere diğer isim ve sıfatlarını sık sık vurgulamakla insanların zihinlerine yerleştirmek gerekir. Kur’an’da da bu yapılmıştır.
İslam kaynaklarında açıkça ifade edildiği üzere, Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arap müşrikleri “Allah” ismini kullanıyor ve Allah’ın varlığını bir şekilde biliyorlardı. Hudeybiye anlaşması sırasında “Rahman ve Rahim” isimlerine karşı çıkarak sözleşme metninde yalnız “Allah” isminin yazılmasını istemeleri (Müsned, 4/325; Sîre, 3/332), müşriklerin “Allah” hakkındaki bilgilerini göstermektedir.
Bir yandan Allah’ın varlığına inanmaları, diğer yandan olmadık nesneleri put yaparak Allah’a ortak koşmaları, onların gerçek manada Allah’ı tanımadıklarını, onun isim ve sıfatlarından habersiz olduklarını göstermektedir. Bu cehalet, sadece cahiliye dönemindeki Arap müşriklerine özel bir durum da değildir.
Bu bilgi çağında bile pek çok insan Allah’ı gereği gibi tanımamakta ve sıfatları hakkında yanlış düşünceye sahip olmakta ve bir şekilde ona ortak koşmaktadır. Bu cehaletin izalesi için özellikle eksik bildikleri “Allah” ın; kim olduğunu, hangi isim ve sıfatlara sahip olduğunu, bu isim ve sıfatların bütün varlıklarda nasıl tecelli ettiğini öğretmekle mümkündür.
Bu sebeple, yanlış algılanan “Allah” hakikati, değişik makamlarda farklı fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla anlatılmalı ki, O’nunla bu fiiller, bu isim ve sıfatların tecellileri arasında bir ilişki kurulabilsin ve insanlar böyle bir varlığın ortağının olamayacağı, eşi ve benzerinin bulunamayacağı gerçeğini kavrasınlar. Kur’an’ın üslubunda bu gibi hakikatler ve hikmetler gözetilmiştir.
Kur’an’ın en parlak mucizeliği onun harika üslubundadır. Üslubu çekici kılan özelliklerin başında ifadelerin akıcılığı, çeşitliliği, sağlamlığı, vecizliği gelir. Eğer Kur’an’da sürekli “Ben” ifadesi kullanılsaydı, söz konusu belagat özellikleri kaybolurdu.
Özellikle “Ben” kelimesi bir zamirdir. Zamirlerden zamirin merciine intikal etmek çok daha fazla bir zihnî çaba gerektirir. Halbuki muhatap, “Ben” zamiri yerine “Allah” ve benzeri isimleri duyar duymaz, bu isimden müsemmaya / Allah’ın kendisine intikal etmek için zihinde kolayca gerçekleşir.
Bununla beraber, bahane aramaya çalışanlar Kur’an’ın her tarafında sıkça kullanılan “Ben” kelimesini görselerdi, bu zamirin Hz. Muhammed (asv)’e ait olduğunu ve dolayısıyla Kur’an’ın onun uydurduğunu söylemeye -daha fazla- cüret gösterirlerdi. Kur’an’ın mevcut üslubu bu gibi şüphelerin ve bahanelerin kapısını da kapatmıştır.
Ayrıca, “ENE = BEN” kelimesi hem Allah hem de insanların kendileri için kullandıkları ortak bir zamirdir. Halbuki “Allah” ismi, yalnız Allah için kullanılan bir özel isimdir. Ortak kullanımı olan bir kelime yerine “özel” kullanımı olan bir kelimeyi tercih etmek mantık ve ilmin bir gereğidir. Sonsuz ilmin bir tezahürü olan Kur’an’da tercih edilen üslup, elbette en makul olandır.
Özetle, Kur’an’ın bu üslubu hem belagat, hem mantık, hem irşat, hem eğitim-öğretim açısından zirvede bir i’caz parıltılarını taşımaktadır.