45. DERS (Al-i İmran Suresi, 121 - 136) Uhud Savaşı – 1

121- وَإِذْ غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ تُبَوِّىءُ الْمُؤْمِنِينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِ “Hani sabah erken evinden ayrılmış, mü’minleri (Uhud’da) savaş mevzilerine yerleştiriyordun.”

Hz. Peygamber sabah erkenden Uhud harbi için Hz. Aişenin odasından çıkmış, mü’minleri savaş için yerleştiriyordu.

وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Allah, Semi’ – Alîm’dir.”

Allah sözlerinizi işitir, niyetlerinizi bilir.

 

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre, Mekke müşrikleri hicretin üçüncü yılında Şevval ayının onikisinde Çarşamba günü Uhud’a gelmişlerdi. Hz. Peygamber ashabıyla istişare yaptı. Daha önce bu gibi meşveretlere çağırmadığı halde, münafıkların reisi Abdullah Bin Übey Bin Selûlü de davet etti. İbnu Selûl ve Ensarın çoğu “Ya Rasulallah, Medinede kal, onlara karşı meydan savaşı yapma. Vallahi, Medineden düşmana karşı çıktığımızda bize zarar vermişlerdir, Medinede üzerimize geldiklerinde ise biz onlara zarar vermişizdir. Özellikle Sen içimizde olduğunda daha muvaffak oluruz. Öyleyse onları bırak, yerlerinde kalırlarsa şerleri de kendileriyle beraber kalır, şayet Medineye girerlerse erkekler onlarla savaşır, kadınlar ve çocuklar onlara taş atarlar. Döndüklerinde elleri boş olarak dönerler” dediler.

 

Bir kısmı ise, Medineden çıkıp meydan savaşı yapılması görüşünde olduklarını söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Rüyamda boğazlanmış bir sığır gördüm, hayır ile te’vil ettim. Kılıcımın ucunda bir gedik açıldığını gördüm, bunu hezimet olarak te’vil ettim. Elimi sağlam bir zırha koyduğumu gördüm, bunu da Medine olarak te’vil ettim. Ne dersiniz, Medine’de kalıp onlarla meydanda savaşmayalım?”

 

Bedir savaşına katılmamış olan ve çoğu Uhudda şehit olacak kimseler “bizi düşmanlarımıza çıkar” dediler ve bu konuda çok istekli oldular. Öyle ki Hz. Peygamber zırhını giydi. Bunu görünce, ısrarlarından dolayı pişman oldular, “Ya Rasulallah, nasıl uygun görürsen öyle yap” dediler. Hz. Peygamber “bir peygamber için, zırhını giydikten sonra savaşmadıkça onu çıkarması uygun olmaz” buyurdu.

Cuma namazından sonra yola çıkıldı, Cumartesi sabahı Uhud’a varıldı. Hz. Peygamber orduyu vadi tarafına yerleştirdi, sırtlarını dağa yasladı. Abdullah Bin Cübeyr’i Uhuda yerleştirdiği okçulara komutan yaptı. “Oklarınızla bizi koruyun, sakın arkamızdan gelmeyin” dedi.

 

122- إِذْ هَمَّت طَّآئِفَتَانِ مِنكُمْ أَن تَفْشَلاَ “Hani sizden iki taife çözülmeye yüz tutmuştu.”

وَاللّهُ وَلِيُّهُمَا “Hâlbuki Allah onların velisi idi.”

 

Bunlar, askerin iki cenahında yer alan Hazreç’ten Beni Seleme ve Evs’ten Benî Harisedir. Rivayete göre, Hz. Peygamber Uhud’a bin kadar adamla çıkmıştı, sabrettiklerinde zaferin kendilerinin olacağını vaat etti. Yolu yarıladıklarında İbnu Übey üç yüz adamıyla geri çekildi ve “Ne için kendimizi ve evladımızı ölüme atalım” dedi. Ensardan Amr Bin Hazm ona cevap verdi: Allah adına ve İslâm namına hem peygamberinize hem de kendinize karşı sorumlusunuz.”

 

İbnu Übey bunun üzerine, “bir savaş olacağını bilsek sizinle gelirdik” dedi. İşte o zaman bahsi geçen iki taife İbnu Übey’e tâbi olmaya niyetlendiler. Ancak Allah onları korudu ve peygamberle beraber yola devam ettiler.

 

Ayetin devamında “Allah onların velisi idi” dediği cihetle, onların korkması ve zafiyet göstermesi, dönmeye tam bir niyetlenme değildi.

 

Ancak şu mana da murat olabilir: “Allah onların yardımcısı iken, onlara ne oluyor ki yılgınlık gösteriyorlar, O’na tevekkül etmiyorlar?”

 

وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ “Mü’minler, sadece Allah’a tevekkül etsinler.”

 

Öyleyse mü’minler sadece O’na tevekkül etsinler, başkalarına dayanıp güvenmesinler. Ta ki Allah da onlara Bedir’de zafer verdiği gibi zafer versin.

 

123- وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ بِبَدْرٍ وَأَنتُمْ أَذِلَّةٌ “Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah size Bedir’de yardım etmişti.”

 

Ayet, tevekkülün onlara faydasından bir kısmını zikreder.

Bedir, Mekke ve Medine arasında bir su yeridir. Bedir isminde bir adama aitti, onun adıyla anılır oldu.

Bedirde Müslümanların sayısı azdı, binekleri ve silahları da çok azdı.

فَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ “Öyleyse Allah’tan korkun, ola ki şükredersiniz.”

Sebat ederek Allahtan korkun,

Ta ki bu takvanızla Allahın size olan yardım nimetine şükretmiş olasınız.

Veya “Siz Allahtan korkun, ola ki Allah size nimette bulunur, siz de buna şükredersiniz.” Bu manaya göre, nimet şükre sebep olması cihetiyle, ayette nimet yerine şükür nazara verilmiştir.

 

124- إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ أَلَن يَكْفِيكُمْ أَن يُمِدَّكُمْ رَبُّكُم بِثَلاَثَةِ آلاَفٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُنزَلِينَ “Hani mü’minlere, “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun.”

 

Ayette “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” denilmesi “yeter mi yeter” manasını ifade etmek içindir. Ayette bunun te’kidli bir şekilde ifade edilmesi, onların zaferden ümit kesik halde olmalarına bakar. Çünkü çok zayıf bir hâlde idiler, sayıları azdı, düşman ise kuvvetli ve sayıca kalabalık idi.

Denildi ki: Allah Bedir günü önce bin melek gönderdi, sonra meleklerin sayısı üçbin oldu, ardından da beşbin oldu.

 

125- بَلَى “Evet!”

 

“Bele” ifadesi, “evet, yeter” manası verir. Allahu Teâlâ, sonra hem bir teşvik, hem de kalplerini takviye için sabır ve takvaya mükâfat olarak daha ziyadesini vaat edip şöyle dedi:

إِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ وَيَأْتُوكُم مِّن فَوْرِهِمْ هَذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُم بِخَمْسَةِ آلافٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُسَوِّمِينَ “Sabreder ve sakınırsanız, onlar da ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı / işaretli beş bin melekle yardım eder.”

Onlar bu saatte aniden üzerinize gelseler, siz sabır ve takva tavrı gösterdiğinizde beş bin melekle size yardım eder.

 

126- وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُم بِهِ “Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı.”

 

Allah size bu yardımı, ancak kalpleriniz korkudan sükûnet bulsun diye, bir zafer müjdesi olarak yaptı.

وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ “Yardım, yalnız Azîz - Hakîm olan Allah katındandır.”

Zafer, sayı ve silah çokluğuyla değil, ancak Allahın yardımıyladır.

Ayet, Allahın onlara zafer vermesinde meleklerin yardımına aslında ihtiyaç olmadığına uyarıda bulunur.

Allahın meleklerin geleceğini bildirmesi,

-Bunun ilâhî yardıma bir işaret olması

-Ve genelde insanların nazarı sebeplere daha çok ihtimam gösterdiği cihetle, kalplerinin sebatını sağlamak içindir.

Ayet aynı zamanda savaştan geri kalanlara aldırmamak hususunda teşvikte de bulunmaktadır.

Zaferi verecek Allah Aziz’dir, takdir ettiği şeylerde O’na galip gelinmez, Hakîm’dir, hikmet ve maslahat gereği ister vasıtalı, ister vasıtasız yardımda bulunur veya yardımı keser.

 

127- لِيَقْطَعَ طَرَفًا مِّنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنقَلِبُواْ خَآئِبِينَ (Allah bunu), inkâr edenlerden bir kısmını helâk etsin veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler diye yaptı.”

 

Onların helaki, bir kısmının katledilmesi ve bir kısmının da esir alınması sûretiyle Bedir savaşında gerçekleşti. Müşriklerin önde gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de esir alındı.

Ayette nazara verilen “perişan olmaları” ise, zillete maruz kalmaları, şiddetli öfke içinde bulunmaları ve kalplerine korku düşmesidir.

 

128- لَيْسَ لَكَ مِنَ الأَمْرِ شَيْءٌ “Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur.”

 

Ayetin bu kısmı cümle-i itiraziyedir. (Tırnak içi cümlesidir.)

أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أَوْ يُعَذَّبَهُمْ “Allah, ya tevbelerini kabul edip onları affeder veya onlara azap eder.”

Yani, şüphesiz Allah onların her işlerine mâliktir. Dilerse onları helâk eder, zillete düşürür. Dilerse, Müslüman olmaları durumunda tevbelerini kabul eder, bağışlar. Eğer küfürlerinde ısrar ederlerse de onları azaplandırır. Senin onlarla alakalı bir yetkin yoktur. Sen ancak onları uyarmak ve onlarla cihad etmek için görevli bir kulsun.

Ayete şöyle de mana verilebilir: “Ey peygamber! Sen onlarla ilgili bir şeye malik değilsin. Ne onların tevbesini kabul edebilir, ne de onlara azab verebilirsin.”

Veya şöyle de denilebilir: “Allahın onları bağışlaması ve Senin de buna sevinmen veya onları azaplandırması ve Senin de bundan dolayı rahatlaman dışında onlarla ilgili bir şeye sahip değilsin.”

 

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre Utbe Bin Ebi Vakkas, Uhud harbinde Hz. Peygamberi başından yaraladı, bir dişi kırıldı. Hz. Peygamber yüzünden kanı siliyor ve “peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felah bulur?” diyordu. Bunun üzerine üstteki ayet nazil oldu.

Denildi ki: Hz. Peygamber onlara beddua etmeye niyetlenmişti. Allah-u Teâlâ, onlar içinden ilerde iman edecekleri bildiği için, bedduadan nehyetti.

فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ “Çünkü onlar zalimlerdir.”

Çünkü onlar zulümleriyle ilâhî azabı hak etmişlerdir.

 

129- وَلِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.”

 

Yaratma ve yönetme bakımından göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allahındır, hepsi hakkında hüküm O’ndandır, bu konuda Sana bir yetki verilmemiştir.

يَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء “O, dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder.”

Ayet, azabın vücubunu nefyetme hususunda gayet açıktır. Bunu tevbe ve tevbenin olmamasıyla kayıtlamak, ayetin sarahatine aykırı gibidir.[1>

وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ “Allah, Ğafur’dur – Rahîm’dir.”

Allah kullarına son derece bağışlayıcı ve merhametlidir. Dolayısıyla onlara beddua hususunda acele etme.

 

130- يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ الرِّبَا أَضْعَافًا مُّضَاعَفَةً “Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin.”

 

Ayette “kat kat faiz yemeyin” ifadesindeki tahsis, realite hasebiyledir. Çünkü bu ayet nazil olduğu dönemde insanlar kat kat faiz yiyorlardı. Kişi, belli bir süre sonra ödenmek üzere parasını faize veriyor, diğer taraf ödeyemediğinde faizi artırıyordu. Öyle ki verdiği az bir para ile borçlunun malına el koyuyordu.[2>

وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Allah’a karşı gelmekten sakının, ola ki felaha erersiniz.”

Size yasak kılınan şeylerde Allaha karşı gelmekten sakının, ta ki kurtulmayı ümit edebilesiniz.

 

131- وَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.”

 

O kâfirlere uymaktan ve onların fiilleri gibi kötü işler yapmaktan sakınarak cehennem ateşinden kendinizi koruyun.

Ayette, cehennemin doğrudan kâfirler için hazırlandığına, imanı olduğu halde günahlara da dalanlar için dolayısıyla olduğuna bir tenbih vardır.

 

132- وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ “Allaha ve Peygambere itaat edin, ola ki merhamet olunursunuz.”

 

Cenab-ı Hak, Cehennem ile uyardıktan sonra ilâhî rahmet ile vaatte bulundu. Bunda, Allaha muhalefetten korkutmak ve itaate teşvikte bulunmak vardır.

Bu gibi yerlerde geçen “umulur ki”, “ola ki…” ifadeleri, varılacak şeyin kıymetine bir delildir.[3>

 

133- وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ “Rabbinizden bir mağfiret ve müttakiler için hazırlanmış, eni göklerle yer kadar olan cennet için yarışın.”

 

Kendisiyle ilâhî mağfirete layık olacağınız İslâm, tevbe ve ihlâs gibi şeylere koşuşunuz, bu konuda birbirinizle yarış hâlinde olunuz.

Ayette “uzunluğu” yerine “eni” denilmesi temsil yoluyla cennetin ne kadar çok geniş olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü bir şeyin eni, boyundan daha kısa olur.

“O cennetin eni göklerle yer kadardır” derken beliğ bir teşbih vardır. Yani, o cennetin eni gökler ve yerin eni gibidir. İbnu Abbas bunu şöyle ifade eder: Cennetin eni, yedi sema ve yedi arz birbirine birleştirilse geniş olması gibi, çok çok geniştir.

Ayette, “müttakiler için hazırlanmış cennet için yarışın” denilmesi, cennetin yaratılmış olduğuna ve bu âlemden hariç bulunduğuna bir delildir.

 

134- الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء “Onlar, bollukta ve darlıkta infak ederler.”

 

O müttakiler hem bollukta, hem de darlıkta Allah yolunda harcarlar. “Bollukta ve darlıkta infak ederler” ifadesi, “her hâl u kârda infakta bulunurlar” manasını da anlatır. Çünkü insan ya sürur halindedir veya çetin şartlar altındadır. Yani onlar bütün hâllerde az veya çok Allah yolunda harcama yapmaktan geri kalmazlar.

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ “Öfkelerini yutarlar.”

Onlar, öfkelerinin gereğini yapmaya güçleri varken, öfkelerini tutarlar.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Her kim öfkesinin gereğini yapmaya gücü varken bunu tutsa, Allah onun kalbini emniyet ve imanla doldurur.”

وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ “Ve insanları affederler.”

Cezalandırılmayı hak etmiş kimselere ceza vermeyi terk ederler. Hz. Peygamber şöyle buyurur:

“Allahın mahfuz kıldığı kimseler dışında, ümmetimden böyle olanlar kimseler çok azdır.” Demek ki geçmiş ümmetlerde hayli fazla idi.

وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ “Allah muhsinleri (iyilik edenleri) sever.”

Ayette geçen “muhsinler” ifadesi cins ifade edebilir, bu durumda üstte vasıfları belirtilen kimseler de buna dâhil olur. Belirlilik (ahd) ifade edebilir, bu durumda ayet doğrudan bu kimselere işaret eder.

 

135- وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ

 

“Onlar, çirkin bir iş yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar, günahları için hemen istiğfar ederler.”

Onlar, zina gibi son derece çirkin bir iş yaptıklarında veya herhangi bir günah ile nefislerine zulmettiklerinde Allahı anarlar, pişmanlıkla ve tevbe ile istiğfarda bulunurlar.

Allahı hatırlamak,

-O’nun vaîdini hatırlamak.

-Hükmünü hatırlamak.

-Allahın o büyük hakkını tezekkür etmek şeklinde olabilir.

Denildi ki: Fahışe, büyük günahlar, nefse zulüm ise küçük günahlardır.

Belki de fahışe başkasıyla ilgili günahlar, nefse zulüm ise, kişinin kendinde kalan günahlardır.

وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ “-Ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar?-”

Ayetteki istifham nefiy içindir. Yani, “Allahtan başka günahları kim bağışlar?” ifadesi “O’ndan başka kimse bağışlayamaz” demektir.

Bundan murat,

-Allahu Teâlâyı geniş rahmeti ve umumî mağfireti ile vasfetmek,

-İstiğfara teşvik etmek,

-Tevbenin kabulünü vaat etmektir.

وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ “Ve işledikleri (günah) üzerinde bile bile ısrar etmezler.”

Yani, onlar bile bile o çirkin işlerinde ısrar etmezler.

Günah yapsalar bile istiğfardan da geri durmazlar.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Bir kimse istiğfar ediyorsa, günde yetmiş defa da dönse günahta ısrar etmiş sayılmaz.”

 

136- أُوْلَئِكَ جَزَآؤُهُم مَّغْفِرَةٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا “İşte onların mükâfatı, Rab’leri tarafından bağışlanma ve ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetlerdir.”

وَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ “Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!”

 

Cennetin müttakiler ve tevbe edenlere mükâfat için hazırlanmış olması, günahta ısrar edenlerin ona girmemesini gerektirmez. Cehennemin de kâfirlere ceza için hazırlanması, kâfirler dışında başkasının girmesine engel değildir.

Daha önce muttakiler için hazırlanan cennetten söz edilmişti. Burada ise, günahlara dalan ama tevbe eden kimselerin cennetlerinden bahsedildi. Bu ayette “cennetler” ifadesinin elif-lâmsız gelmesi, bunlara vaad edilen cennetlerin, müttakiler için hazırlanan cennetlerden daha aşağı mertebede olduğu anlaşılmaktadır. Fark olarak şunu nazara almak yeterli olur:

Müttakilerden bahsedilen yerde onların ihsan sahibi kimseler oldukları, Allahın muhabbetine mazhar oldukları anlatılmıştı. Çünkü onlar dinin hudutlarını muhafaza ettiler ve dinin yüksek tuttuğu değerleri elde etmek için yola çıktılar.

Günahlarına tevbe ile cenneti kazananlar hakkında ise, “Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” denildi. Çünkü bunlar yapamadığını telafiye çalışan işçiler gibidir. Muhsin kimse ile telafiye çalışan kimse, sevilen kimse ile ücretli kimse elbette çok farklıdırlar. Belki de bu ayette mükâfat yerine ücretten bahsedilmesi bu nükte içindir.


[1> Bazıları, Allahın kâfirlere azap vermesini zorunlu olarak görürler. Beydâvî, üstteki ifadeleriyle Bunun Allaha zorunlu olmadığına dikkat çekmektedir.

[2> Dolayısıyla ayetin zâhirine bakıp, “şayet faiz kat kat olmazsa yenilebilir” hükmüne varılmaz.

[3> Mesela bu ayette “Allaha ve peygambere itaat edin, ola ki merhamet olunursunuz” deniliyor. Demek ki merhamete nail olmak çok kıymetli bir durumdur. Önceki ayette ise “…ola ki felaha erersiniz” denilmişti. Felaha ermek, umduğuna nail ve korktuğundan kurtulmaktır. Dolayısıyla, felaha ermek çok önemli bir gayedir.

Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
Kategorisi:
3. Al-i İmran
Gönderi tarihi: 03-06-2011
5,610 kez okundu
Block title
Block content