1- حم “Hâ - Mîm.”
2- تَنزِيلٌ مِّنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “(Bu Kur’ân) Rahmân - Rahîm tarafından indirilmiştir.”
Bundan önceki Mü’min sûresinden itibaren yedi sûrenin “Ha-mim” ile başlaması ve bunlara toplu hâlde “Havâmîm” denilmesi, nazım ve lafızda birbirine benzer bir şekilde, sûre başında Kitabın beyanıyla ilgili ayetlerin yer almasından olabilir.Tenzil’in Rahmân ve Rahime nisbet edilmesi, Allahın kitabının dünya ve ahiret maslahatlarını temin edecek esaslarla dolu olmasındandır.
3- كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ “Bu, bilen bir toplum için Arabça bir Kur’an olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.”Kitab’ın ayetleri lafız ve mana itibarıyla birbirinden temyiz ile ayrılmıştır.Böylece Onun okunması ve anlaşılması kolaylaştırılmıştır.
“Bilen bir toplum için”Bu kitap, ehl-i ilim ve ehl-i tefekkür olanlar içindir.
4- بَشِيرًا وَنَذِيرًا “Müjdeleyici ve uyarıcı olarak.”Onunla amel edenlere bir müjdeci ve ona muhalif olanlara da bir uyarıcı olarak indirilmiştir.
فَأَعْرَضَ أَكْثَرُهُمْ “Fakat onların çoğu yüz çevirdi.”Ama onların çoğu onu düşünmekten ve kabulden yüz çevirdi. فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ “Artık onlar işitmezler.”Böyle olunca onlar tefekkür ve tâat kulağıyla dinlemezler.
5- وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِّمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ “Dediler: Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtülüdür.”
وَفِي آذَانِنَا وَقْرٌ “Kulaklarımızda da bir ağırlık var.”
وَمِن بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ “Seninle bizim aramızda bir de perde var.”Bu perde, bir araya gelmemize engel oluyor.Ayetteki مِنْ “min” ifadesi, bu perdenin onlarla Hz. Peygamber arasındaki tüm mesafeyi içine aldığına ve bir boşluk kalmadığına delâlet etmek içindir.Bunlar, Hz. Peygamberin davet ettiği şeyleri idrake karşı onların kalplerinin yüz çevirmesini, kulaklarının bunları duymak istemeyişini, Hz. Peygamberle beraber olmalarının ve O’na muvafakat etmelerinin imkânsızlığını anlatan temsillerdir.
فَاعْمَلْ إِنَّنَا عَامِلُونَ “Artık (yapacağını) yap, çünkü biz de yapıyoruz.”
Sen kendi dinine göre veya bizim davamızı ibtal için yapacağını yap.
Biz de kendi dinimize göre veya Senin davanı ibtal için yapacağımızı yapacağız.
6- قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ “De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım.”
يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ “Fakat bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor.”
Ben, kendisinden ders alamayacağınız bir melek veya bir cinnî olmayıp sizin gibi bir insanım. Ayrıca, akılların ve kulakların yüz çevireceği şeylere de çağırmıyorum. Ben sizi ancak tevhide ve amelde istikamete çağırıyorum. Aklî deliller ve naklî şahitler de bunlara delâlet etmektedir.
فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ “Artık O’na yönelin.”
Öyleyse, fiillerinizde Allaha yönelmiş bir şekilde istikamet üzere olun.
Veya tevhid ve ihlas ile ameli düzgün yapın.
وَاسْتَغْفِرُوهُ “Ve O’ndan bağışlanma dileyin.”
İçinde bulunduğunuz kötü inanç ve kötü amele mukabil, Allaha istiğfar edin.
Cenab-ı Hak bunları bildirdikten sonra, bu konuda şöyle tehditte bulundu:
وَوَيْلٌ لِّلْمُشْرِكِينَ “Müşriklerin vay hâline!”
Aşırı cehaletleri ve Allahı hafife almaları yüzünden, vay o Allaha ortak koşanların hâline!
7- الَّذِينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ “Onlar zekâtı vermeyen kimselerdir.”
Onların zekâta yanaşmamaları,
-Cimriliklerinden
-Ve halka şefkat duymamalarındandır. Bu ise, en büyük rezâletlerdendir.
Ayette, kâfirlerin dinin fûruatına muhatap olduklarına bir delil vardır.
Denildi ki: Ayetin manası şöyledir: Onlar nefislerini arıtacak iman ve tâati yapmazlar.
وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ “Ve onlar ahireti de inkâr ederler.”
Ayetin bu kısmı, onların zekâttan kaçınmalarının,
-Dünyayı talep etmeye kendilerini bütünüyle kaptırmaları,
-Ve ahireti de inkârları yüzünden olduğunu hissettirmektedir.
8- إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ “Şüphesiz ki, iman eden ve salih amel işleyenler için bitmez tükenmez bir mükafat vardır.”
Ayet metnindeki “gayr-i memnun” şunu ifade eder:
-Onlara verilecek bu büyük mükâfatta kendilerine minnette bulunulmaz.
-Veya bundan murat, bu mükâfatın hiç kesilmeyecek olmasıdır.
Denildi ki: Ayet hasta ve yaşlılar hakkında indi. Bunlar tâatten âciz kaldıklarında, daha önce yaptıkları amelin en salih şekli mükafat olarak kendilerine yazılır.
9- قُلْ أَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَندَادًا “De ki: Arzı (yeri) iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz?”
Bundan murat iki gün olabileceği gibi, iki merhale de olabilir. Allah herbir merhalede, en seri bir şekilde yarattıklarını yaratmıştır. Belki de arzdan murat, topraktaki elementlerdir.
İki günde yaratmaktan murat ise, bunlara ortak bir asıl yaratılmasıdır. Sonra da bunlara suretler vermiş, böylece türler meydana gelmiştir.
Onların Allahı inkârı ise, O’nun zât ve sıfatlarını kabul etmemeleridir.
ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ “İşte O, âlemlerin Rabbidir.”
İşte, arzı iki günde böyle yaratan Allah, vücut sahasına getirilen bütün mümkinatın yaratıcısı ve terbiye edicisidir.
10- وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِن فَوْقِهَا “O, yeryüzünde yükselen sabit dağlarkıldı.”
Arzın üzerinde yükselmiş dağları meydana getirdi. Ta ki bakanlar ibretle nazar etsinler, araştırmacılar onlardaki menfaatleri bulabilsinler.
وَبَارَكَ فِيهَا “Orada bolluk - bereket meydana getirdi.”
Orada çeşit çeşit bitki ve hayvanlar yaratmak suretiyle, arzın hayrını ziyade kıldı.
وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا “Ve orada rızıklar takdir etti.”
Her nev için ona uygun ve kendisiyle yaşayabileceği yiyecekler takdir etti.
Veya arzın her bir bölgesi için oraya uygun yiyecekler tahsis etti.
فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ “Dört gün içinde.”
Burada dört gün, önceki iki günle beraber dört gündür. Bu, şöyle demene benzer: “Basra’dan Bağdad’a on gün yürüdüm. Kûfe’ye de onbeş gün yürüdüm.”
Bu merhaleyi anlatırken “iki günde” demek yerine, “dört günde” denilmesi önceki iki günle bitişik olduğunu hissettirmek içindir, ikisinin toplamını açık olarak ifade etmektir.
سَوَاء لِّلسَّائِلِينَ “(Rızık) arayanlar için yeter bir şekilde.”
Yani, bu dört gün, arzın ve onun içinde olanların yaratılış müddetini soranlar içindir.
Veya mana şöyle de takdir edilebilir: “Allah, arzda bu rızıkları, bunlara talip olanlar için takdir etti.’’[1>
11- ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi.”
Sonra da tam bir teveccühle semaya yöneldi. Zâhir olan o ki, ayetteki “sonra” ifadesi zaman itibarıyla olmayıp, iki yaratılış arasındaki farklılığı bildirmek içindir. Çünkü başka bir ayette “Arzı da bundan sonra düzenleyip döşedi.” (Naziat, 20) denilmektedir. Ayette anlatılan arzın bu tanzimi, üzerinde dağlar yaratılmasından öncedir.
Duhan hâli, onun zulmanî durumunu ifade eder. Belki de bundan murat, semanın maddesidir veya semanın terkibinde yer alan küçücük cüzlerdir.
فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا “Ona ve arza: “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi.”
Sizde yarattığım etkileme ve etkilenme ile vücuda gelin, size verdiğim çeşit çeşit vaziyetler ve farklı farklı varlıklarla ortaya çıkın.
Veya daha önce dokuzuncu ayette geçen “yaratmak” ifadesi “takdir etmek” anlamında olabilir. Böyle olunca ayetin bu kısmı “vücut sahasına gelin” manası taşır.
Veya şöyle mana verilebilir: “Sizden her biriniz, sizden meydana gelmesini istediğim şeylerde diğerine vereceğini versin.”
Bundan murat, Cenab-ı Hakkın kudretinin kemâlini ve irade ettiği şeyin vücuda gelmesinin zorunluluğunu ortaya koymaktır. Yoksa sema ve arzın isteyip istememelerini nazara vermek değildir.
قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ “Her ikisi de: “İsteyerek geldik” dediler.”
Bundan murat, Allahın kudretinin bunlarda tesirini ve onların da bu kudretten bizzat etkilenmelerini tasvîr etmektir. “Ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca “ol!” der, o da hemen oluverir.” (Bakara, 117) de olduğu gibi, sema ve arzı komutana itaat eden iki nefer şeklinde temsil yoluyla anlatmaktır.
“Allah onlara hitap etti ve onları cevap vermeye muktedir kıldı” şeklinde bir yorum, ancak ilk ve son vecih üzere tasavvur edilebilir.
12- فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ “Böylece onları, iki günde yedi sema olarak yarattı.”
Böylece Allah onları yoktan yarattı ve durumlarını mükemmel kıldı.
وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا “Ve her semaya kendi işini vahyetti.”
Allah her semaya irade verdi veya fıtrî bir sevk ile onları yapacakları şeylere sevketti.
Denildi ki: Bundan murat “emirleri ve yasaklarıyla her sema ehline direktifler verdi” manasıdır.
وَزَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا “En yakın semayı kandillerle süsledik ve onu koruduk.”
Öyle ki, sen semaya baktığın zaman oradaki yıldızları dünya üzerinde parlar bir vaziyette görürsün.
Semanın korunması,
-“Onu afetlerden koruduk”
-Veya “cinlerin kulak hırsızlığı yapmalarından koruduk” manasını ifade eder.
ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ “İşte bu, Azîz – Alîm’in takdiridir.”Onun kudret ve ilmi, kemâl mertebesindedir.
13- فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِّثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ “Eğer yüz çevirirlerse, onlara de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini çarpan saika gibi bir saikaya karşı uyardım.”
Bu beyandan sonra imandan yüz çevirirlerse, onları yıldırım gibi kendilerine isabet edecek şiddetli bir azap ile uyar.
14- إِذْ جَاءتْهُمُ الرُّسُلُ مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ “Hani peygamberler onlara önlerinden ve arkalarından gelmiş, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” demişlerdi.”
Peygamberler her taraftan onlara gelmiş ve her cihetle kendilerine anlatmışlardı.
Veya mana şöyle olabilir: Gelen elçiler hem geçmiş, hem de gelecek zamanla alakalı uyarılarda bulundular. Geçmiş zamanla alakalı olarak kâfirlerin başlarına gelen felâketleri anlattılar. Gelecekle ilgili olarak ise, ahirette onlara hazırlanan azabı hatırlattılar.
Veya şöyle de düşünülebilir: Onlardan önce ve sonra peygamberler gelmişti. Çünkü bunlara önceki peygamberlerin haberi ulaşmıştı. Peygamberleri olan Hz. Hûd ve Hz. Salih, sonraki peygamberleri de haber vermişlerdi. Bunların hepsi de onları imana davet etmekte idi.
Veya ayetin ibaresinden murat, “Rızkı her yerden bol bol geliyordu.” (Nahl, 112) ayetinde olduğu gibi çokluğu ifade etmek de olabilir.
قَالُوا لَوْ شَاء رَبُّنَا لَأَنزَلَ مَلَائِكَةً “Onlar dediler: Şayet Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi.”
Onlar dediler ki: Şayet Rabbimiz peygamber göndermek istese, melekleri indirirdi.
فَإِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ “Bu sebeple, biz sizinle gönderilenleri inkâr ediyoruz.”
Dolayısıyla, her ne kadar siz kendinizi Allahın elçileri sayıyorsanız da, biz bunu inkâr ediyoruz. Çünkü siz de bizim gibi insansınız, bize bir üstünlüğünüz yok.
15- فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ “Âd kavmine gelince, onlar yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar.”
Haksız bir şekilde, yeryüzündeki insanlara karşı büyüklendiler.
وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً “Bizden daha güçlü kim var?” dediler.”
Kuvvet ve saltanatlarıyla mağrur olup “var mı bizden daha kuvvetlisi?” dediler.
Denildi ki: Onlardan biri kayayı yerinden söküp eliyle kaldırabiliyordu.
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً “Onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu görmediler mi?”
Çünkü Allahın kudreti zâtındandır ve sınırsızdır. Başka hiç kimsenin güç yetiremeyeceği şeyleri yapar.
وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ “Ve onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”
Ayetlerimizin hak olduğunu bilmekle beraber, onları inkâr ediyorlardı.
16- فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَّحِسَاتٍ لِّنُذِيقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا “Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik.”
Onların üzerine şiddetli soğuğuyla helâk eden bir rüzgâr gönderdik.
Veya ayetteki “sarsar” ifadesi “şiddetli ses” anlamına da gelebilir. Yani, “üzerlerine şiddetli uğultuyla esen bir rüzgâr gönderdik.”
وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى “Ahiret azâbı elbette daha zillet vericidir.”
وَهُمْ لَا يُنصَرُونَ “Ve onlara yardım da edilmez.”
Azap kendilerinden kaldırılarak bir yardım görmezler.
17- وَأَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ “Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik.”
Deliller göstererek ve peygamberler göndererek onları hakka yönlendirdik.
فَاسْتَحَبُّوا الْعَمَى عَلَى الْهُدَى “Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.”
Ama onlar, dalaleti hidayete tercih ettiler.
فَأَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Derken, yaptıklarına karşılık olarak zillet verici azap saikası onları çarptı.”
Semadan gelen bir saika, onları helâk etti.
Bunun azap saikası olması ve zillet verici özelliği, başlarına gelen azabı daha etkin bir şekilde anlatmak içindir.
Bu azabın başlarına gelmesi, dalâleti seçmelerindendi.
18- وَنَجَّيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ “İman edenleri ve kötülükten sakınanları ise kurtardık.”
İman eden ve günahlardan sakınanları ise, bu saikadan kurtardık.
[1> Ayetin dört mevsime baktığına da dikkat çekilir. Yeryüzündeki bütün canlıların rızıkları, dört mevsim içinde hazırlanmakta ve hepsine yetmektedir.