1- تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا “Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”Ayet metnindeki “Tebâreke” ifadesi “bereket”ten gelir. Bereket ise “çok hayır” anlamındadır.
Veya bu ibare “Allah her şeyin fevkindedir, sıfatlarında ve fiillerinde her şeyden üstündür” manasını ifade eder. Çünkü bereket, “ziyade” manasını tazammun eder.
Furkanı (hak ile batılı ayıran Kur’anı) indirmesinin bu ibareyle beraber söylenmesi,
-Kur’anda olan çok hayırdan,
-Veya Kur’anın Allahın yüce oluşuna delâletinden dolayıdır.
Denildi ki: “Tebareke” kelimesinde “devam” manası da vardır.
“Tebareke” kelimesi, başka farklı kelime kalıplarında söylenmez ve ancak Allah hakkında kullanılır.“Furkan” kelimesi “iki şeyi ayıran” anlamındadır, Kur’anın da isimlerinden biridir. İfadeleriyle hak ile batılı veya i’cazıyla hak yolda olanla batıl yolda olanı ayırması sebebiyle böyle isimlendirilmiştir.Kur’anın “Furkan” olması, fasıl fasıl inmesinden dolayı da olabilir.
Ayette “kulu” ifadesi “kulları” şeklinde de okunmuştur. Buna göre, “Andolsun ki biz size apaçık âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan bir mesel ve müttakiler için bir öğüt indirdik.” (Nur, 34) ayetinde olduğu gibi, Hz. Peygamber ve ümmeti kastedilmiş olur.
Veya “Furkan” sadece Kur’anın ismi olmayıp cins isim olarak diğer semavi kitaplara kullanılabildiği için, peygamberlere Furkanın indirildiğini ifade etmiş olur.
“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye”
O Furkan veya Furkanın indirildiği kul, cin ve ins âlemlerine uyarıcı olmak içindir.
2- الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ “Ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Onundur.”
وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا “O, bir çocuk edinmedi.”Hristiyanların batıl iddiaları gibi, o bir çocuk edinmiş değildir.
وَلَمْ يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ “Mülkünde de hiçbir ortağı yoktur.”Mecusilerin iddiası gibi, mülkünde hiçbir şerik de yoktur.Allahu Teâlâ bu ayette, mülkün mutlak olarak kendisine ait olduğunu bildirdi. Sonra da kendi yerine geçecek veya mülkte kendisine karşı çıkabilecekleri nefyetti. Ardından da buna delâlet eden şeylere dikkat çekip şöyle bildirdi:
وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ “O, her şeyi yarattı.”Özel bir maddeden belli suret ve şekillerle insanı yaratması gibi, iradesine göre takdirde bulunarak her şeyi meydana getirdi.
فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا “Yarattığı şeyleri bir ölçüye göre takdir etti.”
Onu takdir etti ve onu dilemiş olduğu özelliklere ve fiillere müheyya kıldı. Mesela, insana
-İdrak sahibi olmak,
-Anlamak,
-Tefekkür edebilmek
-Tedbirde bulunmak,
-Çeşitli sanatları ortaya koyabilmek,
-Farklı farklı işler yapabilmek gibi özellikler verdi.Veya şu mana da olabilir: Ona, belli bir süreye kadar (ecel-i müsemma) şu hayatta devamı takdir etti. “Yaratma” ifadesi, kelimenin köküne bakılmaksızın bazan “vücuda getirdi” anlamına da gelir. Buna göre, üstteki ayetin manası şöyle olur: Her şeye vücut verdi, bir düzensizlik olmaması için onun icadında takdirde bulundu.
3- وَاتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً “(İnkâr edenler), Allah’ı bırakıp ilâhlar edindiler.”Önceki ayetler tevhidin isbatını ve nübüvveti tazammun ettiği için, buna muhalif olanları redde yöneldi.
لَّا يَخْلُقُونَ شَيْئًا “(Bu batıl mabutlar) hiçbir şey yaratamazlar.”
وَهُمْ يُخْلَقُونَ “Zaten kendileri yaratılmışlardır.”Çünkü, bunlara ibadet edenler o putları yontmakta, şekillendirmektedirler.
وَلَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا “Üstelik kendilerine bir zarar ve bir fayda veremezler.”Bu batıl ilahlar, ne kendilerinden bir zararı def edebilirler ne de bir faydayı celb edebilirler.
وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُورًا “Öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri diriltip kabirden çıkarmaya da güç yetiremezler.”Ne başlangıçta kimsenin ölümüne ve diriltilmesine hükmedebilirler, ne de yeniden diriltebilirler. Böyle olanlar, elbette ulûhiyetten çok çok uzaktırlar. Çünkü, uluhiyetin gereği olan özellikler kendilerinde bulunmadığı gibi, ona aykırı özelliklere sahiptirler.
Ayette, ilahın öldükten sonra diriltmeye ve amellerin karşılığını vermeye kâdir olması lüzumuna bir tenbih vardır.
4- وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ “İnkâr edenler dediler: Bu (Kur’an), Onun (Muhammed’in) uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir.”
وَأَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ آخَرُونَ “Başka bir topluluk da bu konuda Ona yardım etmiştir.”
Onların iddiasına göre, Hz. Peygamber Yahudilerden eski ümmetlerle ilgili şeyleri duyuyor, daha sonra bunları kendi ibaresiyle anlatıyordu.
Bununla alakalı “Şüphesiz biz onların: “Kur’an’ı ona ancak bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur’an) apaçık bir Arapçadır.” (Nahl, 103) ayetinin tefsirinde gerekli açıklama yapıldı.
فَقَدْ جَاؤُوا ظُلْمًا وَزُورًا “Böylece haksız ve asılsız bir söz uydurdular.”
Onlar, böyle mu’cize bir kelâmı, Yahudilerden alınmış yalan bir iftira kılmakla ona haksızlık ettiler. Hz. Peygambere, berî olduğu şeyi nisbet etmekle iftirada bulundular.
5- وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ “Dediler: O, öncekilerin masallarıdır.”
اكْتَتَبَهَا “Onu başkalarına yazdırdı.”
O, Kur’an diye insanlara söylediğini kendisi yazdı veya yazdırdı.
فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا “Bunlar Ona sabah akşam okunmaktadır.”
Onları ezberlemek için sabah akşam kendisine okunur. Çünkü ümmîdir, kitaptan kendisi tekrarlayamaz.
6- قُلْ أَنزَلَهُ الَّذِي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ “De ki: Onu, göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir.”Hepinizi fesahatıyla acze düşüren bir kitap, nasıl “eskilerin masalları” olabilir?Hâlbuki o Kur’anda ancak sırları bilen Zâtın bilebileceği,
-Gelecekle ilgili gaybtan haberler,
-Ve eşya ile ilgili gizli sırlar vardır.
إِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا “Şüphesiz O, Ğafur’dur – Rahîm’dir.”
Ğafur - Rahîm olduğu için, bu sözlerinize karşılık sizi hemen cezalandırmaz, üzerinize azap yağdırmaya tam bir kudreti varken ve siz de bunu hak etmişken size süre tanır, fırsat verir.
7- وَقَالُوا مَالِ هَذَا الرَّسُولِ “Dediler: Bu nasıl peygamber!”Hz. Peygambere “rasûl” (peygamber) demeleri, öyle kabul ettiklerinden olmayıp tahkir ve istihza içindir.
يَأْكُلُ الطَّعَامَ “Yemek yiyor.”
وَيَمْشِي فِي الْأَسْوَاقِ “Ve çarşılarda geziyor?”Bu nasıl peygamber ki, bizim gibi yemek yiyor ve bizim dolaştığımız gibi ihtiyaçlarını karşılamak üzere çarşılarda dolaşıyor.
Yani, “Şayet peygamber olduğu doğruysa, niye O’nun hâli bizden farklı değil?”
Onların bu bakışları, basiretsizliklerinden ve nazarlarını sadece duyuFurkan
lara hitap eden şeylere (mahsusata) çevirmelerindendir. Çünkü, peygamberlerin diğer insanlardan ayrılması, cismanî hususlarda değildir, “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor.” (Kehf, 110) ayetinde işaret edildiği üzere, ruhanî hâllerdedir.
لَوْلَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذِيرًا “Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya!”Ona uyarıcı bir melek inse de, meleği tasdik ile O’nun doğru söylediğini bilsek!
8- أَوْ يُلْقَى إِلَيْهِ كَنزٌ “Yahut kendisine bir hazine verilseydi.”
Böyle bir hazinesi olduğunda geçim derdiyle uğraşmazdı.
أَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَأْكُلُ مِنْهَا “Veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!”
Hazineden sonra “bahçesi olsaydı” demeleri, bir mertebe tenezzüldür. Yani, hiç olmazsa, ağaların, zenginlerin bahçesi olduğu gibi, O’nun da tenezzühde bulunacağı bir bahçesi olmalıydı.”
وَقَالَ الظَّالِمُونَ إِن تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَّسْحُورًا “O zalimler, “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.”“Onlar” yerine “O zalimler” denilmesi, onların bu sözlerinde zulmettiklerinin bir tescilidir.
9- انظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْأَمْثَالَ “Bak, Senin hakkında nasıl da temsiller getirdiler?”
Bak, nasıl da Senin hakkında hiç hatıra hayale gelmemesi gereken şeyler söylediler, iftiralar uydurdular!
َضَلُّوا “Böylece (yoldan) saptılar.”Böylece peygamberin özelliklerini bilmeye ve O’nunla kendini peygamber gibi göstermeye çalışan kimseyi ayıracak şeylere ulaştıracak yoldan saptılar. Kör gibi hareket ettiler.
فَلَا يَسْتَطِيعُونَ سَبِيلًا “Artık onlar bir yol bulamazlar.”Dolayısıyla onlar, Senin hakkında Senin nübüvvetini tenkide vesile olabilecek bir yol bulamazlar.
Veya onlar artık doğru yola ve hidayete bir yol bulamazlar.
10- تَبَارَكَ الَّذِي إِن شَاء جَعَلَ لَكَ خَيْرًا مِّن ذَلِكَ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَيَجْعَل لَّكَ قُصُورًا “Dilerse sana bundan daha hayırlısını, altından ırmaklar akan cennetleri verebilecek ve sana saraylar kurabilecek olan Allah’ın şanı yücedir.”
Allah, şu dünyada onların demiş olduklarından daha hayırlısını Sana vermeye kâdirdir. Lakin bunları ahirete te’hir etmektedir. Çünkü ahiret daha hayırlı ve daha daimidir.
11- بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ “Hayır, onlar o saati (kıyameti) yalanladılar.”
Hayır, onlar kıyameti yalanladılar. Böylece nazarları dünyevî menfaatlere odaklandı. Şerefin, itibarın ancak mal ile olduğunu zannettiler. Bunun için de, fakrından dolayı Senin hakkında ileri geri konuştular.Veya, “işte kıyameti yalanladıkları için Seni yalanladılar. Yoksa birer iftira olarak (“niye yanında melek yok, niye Ona bir hazine indirilmiyor..” gibi) fasit tenkitlerinden dolayı değil.[1> Veya “onların Seni yalanlamalarına şaşma! Bundan daha hayret verici olanı yapıyorlar, kıyameti yalanlıyorlar!”
وَأَعْتَدْنَا لِمَن كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعِيرًا “Biz ise o saati yalanlayana şiddetli bir ateş hazırladık.”
“Saîr” kelimesi şiddetli ateşi ifade eder. Cehennemin isimlerinden biri olduğu da söylenmiştir.
12- إِذَا رَأَتْهُم مِّن مَّكَانٍ بَعِيدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَفِيرًا “Ateş onları uzak bir yerden görünce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler.”
Cehennemin onları görmesi mecaz olup, onların cehennemi görmelerini anlatır.
Çok çok uzaktan onu gördüklerinde, O’nun öfkeli ve homurtulu sesini işitirler.
“Cehennemin onları görmesi mecazdır” denilebileceği gibi, şöyle de bakılabilir:
-Bizim görüşümüze göre– hayat için illa bir bünye gerekmediğinden,
Diğer sebepler basit birer bahane gibidir.
Allahu Teâlâ’nın onda bir hayat yaratması, böylece görmesi, öfkelenmesi, homurdanması mümkündür.
-Denildi ki: Cehennemin görmesi, öfkelenmesi, homurdanması, ona görevli zebânilerin böyle yapmasıdır. Bu, muzafın hazfı yoluyla cehenneme nisbet edilmiştir.
13- وَإِذَا أُلْقُوا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُقَرَّنِينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُورًا “Ve elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıklarında, orada yok olup gitmeyi isterler.”Mekânın darlığı, azabın daha ziyade olması içindir. Çünkü insan dar yerde sıkılır, geniş yerde ise ferahlık duyar. Bundan dolayıdır ki, Allahu Teâlâ cenneti eni gökler ve yer genişliğinde şeklinde vasfetti.[2>
Elleri zincirlerle boyunlarına bağlı bir şekildedirler.
Orada helâk olmayı temennî ederler, “Ey helâk, yetiş, neredesin? Şimdi senin zamanın” diye bağırırlar.
14- لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا “(Kendilerine) “Bugün bir kere yok olmayı istemeyin.”
وَادْعُوا ثُبُورًا كَثِيرًا “Birçok kere yok olmayı isteyin!” (denir.)”
Onlara denilir ki: Bugün bir tek helâk çağırmayın, çok helakler isteyin! Çünkü, azabınız çeşit çeşit olacaktır. Bunlardan her bir çeşit, şiddetinden dolayı bir helâkettir.
Veya bu, “Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri bir ateşe atacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için kendilerine başka deriler vereceğiz.” (Nisa, 56) ayetinde olduğu gibi onların azabının yenilenmesini anlatıyor da olabilir.
Veya, bu bir defada bitecek bir azap değildir. Böyle olunca her vakit bir helak demektir.
15- قُلْ أَذَلِكَ خَيْرٌ “De ki: Şu mu daha hayırlıdır?”
أَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ “Yoksa müttakilere va’dedilen cennetü’lhuld (ebedî cennet) mi?”
Ayette,
-Azaba “şu” ile işaret edilmesi,
-“Şu mu daha hayırlı…?” şeklinde soru üslûbuyla anlatılması,
-Aslında ikisi arasında mukayese bile yapılması mümkün değilken “hangisi daha hayırlı?” şeklinde tafdîl ile sorulması, ince bir alayla beraber, onların hatalarını başlarına vurmak içindir.
“Şu mu daha hayırlı, yoksa cennetü’l-huld (ebedi cennet) mi?” ifadesindeki “şu” kelimesi, daha önce onların “Yahut kendisine bir hazine verilseydi.” “Veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!” demelerine bakıyor da olabilir. Yani,
“De ki: Şu hazine mi daha hayırlı, yoksa ebedi cennet mi?”
Veya “De ki: Şu dünya cenneti olan güzel bir bahçe mi daha hayırlı, yoksa ebedi cennet mi?”
Ayette, cennetin “cennetü’l-huld” şeklinde gelmesi.
-Medih içindir.
-Veya daimiliğine delâlet içindir.
-Veya dünya cennetlerinden (bahçelerinden) ayırt etmek içindir.
كَانَتْ لَهُمْ جَزَاء وَمَصِيرًا “Orası onlar için bir mükâfat ve varılacak bir yerdir.”
Bu ebedi cennet, Allahın ilminde veya levh-i mahfuzda onların amellerine bir karşılık ve varacakları bir mahal olacak takdir edilmiştir.
Ayette bunun geçmiş zaman sığasıyla ifade edilmesinde, Allahın vaat ettiği şeyin tahakkukunun vâki gibi olmasına bir işaret vardır.[3>
Müttaki olanlara bu cennet, takvalarına bir karşılık olarak verilmiştir. Başkalarına da onlardan razı olunmasıyla lütuf olarak verilmesine bir engel yoktur. Kaldı ki, müttakilerden murat küfür ve yalanlamadan sakınanlar olması caizdir. Çünkü, küfür ve yalanlama içinde olanlara karşılık “müttakiler” nazara verilmiştir.[4>
16- لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاؤُونَ خَالِدِينَ “Ebedî olarak, onlar için orada diledikleri her şey vardır.”
Onlar için o cennette diledikleri bütün nimetler var. Belki de cennetteki her taife, kendi mertebesine uygun şeyler isteyecek. Çünkü görülen o ki, noksan mertebede olan biri, kâmil mertebede olanın istediği şeye iştah duyup idrak edemez.[5>
Ayette, bütün isteklere ancak cennette ulaşılabileceğine bir tenbih vardır.
كَانَ عَلَى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْؤُولًا “Bu, Rabbinden bir vaaddir.”
Yani bu, Rabbinden istenmeye ve talep edilmeye layık bir vaaddir.
Veya bu, Rabbinden insanlar tarafından dualarında istenen bir vaattir. Mesela:
“Rabbimiz! Peygamberlerinle bize va’dettiklerini bize ver.” (Âl-i İmran, 194)
Veya melekler “Ey Rabbimiz! Onları ve onların ecdadından, eşlerinden ve nesillerinden salih olanları kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine koy.” (Mü’min, 8) diyerek bunu ehli iman için istemişlerdir.
Ayette, “Bu Rabbine vacip bir vaat oldu” manası vardır. Çünkü vaadini yerine getirmemek Allah için imkânsızdır. Ancak “bu Allaha vaciptir” denilmez.[6>
Çünkü vaat edilenlere ilâhî iradenin taalluku, o vaadlerin yerine getirilmesinden daha öncedir.[7>
.
17- وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ “O gün Rabbin onları ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri toplayıp şöyle der:”O gün hem kendilerini, hem de Allahın dışında taptıkları ne varsa, hepsini haşrederiz.Ayette, akıl sahibi olmayanlar için kullanılan مَا “ma” edatı ile onların taptıklarının ifade edilmesi,
-Böyle söylenmesi daha kapsayıcı olmasındandır.
-Veya bununla vasıf murat edilmesinden, yani “onların mabutları” manası kastedilmesindendir.
-Veya tahkir için putların tağlibi söz konusudur.[8>
-Veya putlara tapanların daha çok olması itibarıyladır.
-Veya devamında gelen sual – cevaptan anlaşıldığına göre, burada taptıkları bildirilenler genel olmayıp, melekler, Hz. Üzeyir ve Hz. İsa’dır.
-Veya buradaki batıl mabutlardan murat putlardır, Allah onları konuşturmuştur.
-Veya insanların el ve ayaklarının konuşturulmasında denildiği gibi, hâl diliyle konuşmaları söz konusudur.
أَأَنتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلَاء أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ “Kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa onlar kendileri mi yolu kaybettiler?”Bu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa onlar sahih bir tefekkürle bakmamaları ve nasihat eden mürşidden yüz çevirmeleri sebebiyle kendileri mi yoldan çıktılar?Buradaki istifham (soru), öğrenmek için olmayıp, o batıl mabutlara tapanların başına vurmak ve kendilerini delilsiz bırakıp susturmak içindir.
18- قَالُوا سُبْحَانَكَ “Onlar dediler: Sübhansın, seni tenzih ederiz.”
Mabut yerine konulanlar kendilerine denilene taaccüple “Ya Rabbi, Seni tenzih ederiz” diyecekler. Çünkü, insanların mabut zannettikleri şeyler,
-Ya meleklerdir.
-Ya masum peygamberlerdir. (Hz. İsa gibi)
-Ya hiçbir şeye güç yetiremeyen cansız şeylerdir.
Veya bu suale muhatap olanlar, kendileri Cenab-ı Hakkın tesbih ve tevhidiyle nişaneli iken, O’nun kullarını yoldan çıkarmalarının kendilerine yakışmadığını hissettirmek için böyle demişlerdir.[9>
Veya böyle demeleri Allahı şeriklerden tenzih içindir.
مَا كَانَ يَنبَغِي لَنَا أَن نَّتَّخِذَ مِن دُونِكَ مِنْ أَوْلِيَاء “Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz.”Masum olduğumuzdan veya gücümüz de olmadığından bizlerin Senin dışında dostlar edinmemiz söz konusu olamaz. Dolayısıyla başkalarını Senden başkasını dost edinmeye nasıl çağırırız?
وَلَكِن مَّتَّعْتَهُمْ وَآبَاءهُمْ حَتَّى نَسُوا الذِّكْرَ “Fakat sen onlara ve atalarına çok nimetler verdin, sonunda zikri unuttular.”Lakin Sen bunları ve ecdatlarını çeşit çeşit nimetlerle faydalandırdın, onlar da şehevî şeylere dalıp gittiler.
Seni anmaktan veya nimetlerini hatırlamak ve ayetlerini düşünmekten gafil oldular.
Cevaplarında, yoldan çıkmayı kesb yönüyle müşriklere nisbet ettiler. Allaha isnatları ise, Allahın onlara verdiği nimetlerle onları buna sevk etmiş olması cihetidir.
وَكَانُوا قَوْمًا بُورًا “Ve helak olmuş bir kavim oldular.”
Bunlar Senin kendileri hakkındaki hükmünde helâk olan bir kavimdi.
19- فَقَدْ كَذَّبُوكُم بِمَا تَقُولُونَ “(İlâh edindikleriniz) söyledikleriniz konusunda sizi yalancı çıkardılar.”Burada, müşriklerin ilah kabul ettikleriyle olan konuşmadan, müşriklere hitap edilmesine bir geçiş vardır.[10>
Yani, “işte bak, gördünüz.. Mabut kabul ettikleriniz sizi yalanladılar.”
Siz onlar hakkında
“Onlar ilahtırlar.”
“İşte onlar bizi yoldan çıkardı” diyordunuz. Ama onlar, bu sözlerinizde yalancı olduğunuzu ortaya koydular.
فَمَا تَسْتَطِيعُونَ صَرْفًا وَلَا نَصْرًا “Artık ne kendinizden azabı savabilir ve ne de kendinize yardım alabilirsiniz.”Dolayısıyla ne azabı kendinizden def edebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz.
وَمَن يَظْلِم مِّنكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبِيرًا “Ve sizden her kim zulmederse, ona çok büyük bir azap tattırırız.”Ey mükellefler! Sizden her kim zulmederse çok büyük bir azabı ona tattıracağız.
Büyük azaptan murat, cehennemdir. Ayet, her küfre ve fıska giren hakkında genel olsa da, bir kısım kayıtlarla anlamak gerekir. Yani, her kim küfre ve fıska düşüp tevbe ve taat ile bunları izale etmişse, âlimlerin ittifak ettiği gibi, azaptan kurtulur.
Bize göre zulmü olduğu halde affedilmişse, o da azaptan kurtulur.[11>
20- وَما أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.”Ayet, bu sûrenin yedinci ayetindeki sözlerine bir cevaptır.
وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً “Sizi birbirinize imtihan sebebi kıldık.”
Ey insanlar! Sizleri birbirinizle imtihan etmekteyiz. Mesela, fakirler zenginlerle denenir, Peygamberler ümmetleriyle denenir. Ümmetlerinden bir kısmı onlara düşmanlık gösterir, eza verir.Ayet, Hz. Peygambere inanmayıp muhalefet edenlerin sözlerine karşı bir tesellidir.
Ayette kaza ve kadere bir delil vardır.
أَتَصْبِرُونَ “(Bakalım) sabredecek misiniz?”İmtihanın illetini beyan eder. Yani, “hanginizin sabredeceğini ortaya koyalım diye biz sizi birbirinizle denemekteyiz.” Bu ayetin bir benzeri “O, hanginizin amelce en güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) ayetidir.Veya ayet, insanların maruz kaldıkları çetin hâllere karşı sabretmelerine bir teşviktir.
وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا “Rabbin, her şeyi hakkıyla görendir.”Rabbin kimin sabrettiğini görendir.
Veya Rabbin kendisiyle imtihan ettiği şeyde ve gayrisinde doğru olanı görendir.
[1> Yani, onların Hz. Peygamberi kabul etmemelerinde en önemli bir unsur, ahi rete inanmamalarıdır.
[2> Bkz. Hadid, 21 ve Al-i İmran, 133
[3> Yani, aslında bu ilâhî vaat ilerde gerçekleşecektir. Ama vaat eden Allah olunca, buna olup bitmiş nazarıyla bakmak gerekir. Ayette de bundan dolayı “Orası onlar için bir mükâfat ve varılacak bir yerdir” denildi.
[4>Bu açıklamalar, “peki, müttaki olmayanlara ebedi cennet yok mu?” sorusuna bir cevaptır. Buna iki cihetle cevap verilmiştir:
1-“Müttaki” kelimesini “takva sahibi olanlar” şeklinde anladığımızda, bunlar o ebedi cennete takvalarına bir mükafat olarak girerler. Ama diğer ehl-i cennetin de lütuf olarak girmesine bir engel yoktur.
2-Öte yandan “müttaki” kelimesi, buradaki kullanımında “küfür ve yalanlamadan sakınan” anlamında kullanılmış olabilir. Bu anlam esas alındığında ebedi cennete alınan herkese şümulü olur. Çünkü, cennete girenlerin hepsi bu anlamda “müttakî”dirler.
[5> Öyle anlaşılıyor ki, Cennetteki herkes kendi mertebesine uygun isteklerde bulunacak ve istekleri kendisine verilecek. Ama bu istekler, kişilerin manevî makamlarını yansıtacak şekilde farklı farklı olacak. Şu dünyada da istekler seviyeye göre farklılık arzeder. Resimden anlayan biri resim sergisine gidip hayranlıkla ve zevkle seyrederken, bir başkası horoz dövüşüne gidip seyretmeyi tercih edebilir.
[6>Yani, Allahu Teâlâ fâil-i muhtardır, dilediğini yapar. Hiçbir fiilinde “şu Allaha vaciptir” denilmez. Ama o kendisi böyle yapacağını vaat etmiştir, vaadinde hulfetmek ise O’nun hakkında imkânsızdır.
[7> Yani, Allah böyle yapmayı, kendisi kendisine vacip kılmış, prensip edinmiştir.
[8> Arabçada “Ma” hayat ve akıl sahibi olmayanlar için , “Men” ise, hayat ve akıl sahibi olanlar için kullanılır. Bazan bazı edebi incelikler sebebiyle birbirlerinin yerine kullanıldıkları da olur. Mesela, taptıkları kişiler için “Ma” kullanıldığında, bu kişiler cansız ve akılsız olarak nazara verilir.
[9> Türkçede bu daha çok “estağfirullah” kelimesiyle ifade edilir. Mesela, “yalan mı söylüyorsun?” dediğimiz biri “estağfirullah” dediğinde böyle bir şeyden uzak olduğunu ifade etmiş olur.
[10> Buna “iltifat sanatı” denilir.
[11>Ayetin zâhirinden her zulmedenin büyük azaba maruz kalacağı anlaşılabilir. Yukarda yapılan açıklamalar, bunun bazı kayıtlarla mukayyet olduğuna dikkat çekmektedir.