Allah Teâlâ insana, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet, bir vicdan ve bir irade vermiştir. Fıtratını korumuş ve bozulmamış her insan iyiden yana tavır almaya ve Allah’ın âyetlerini akıl ve kalb yoluyla kavramaya müheyyâdır.
Kur’ân-ı Kerîm insanları imana davet ederken sadece onların aklına hitap etmemiştir. O, her seviyedeki insan mantığına seslenmekle birlikte, onların vicdanlarına ve hislerine de hitap etmiştir. Çünkü akıl gerçeğe açılan tek bir pencere değil, birçok pencereden birisidir.
Kur’ân’ın imana çağrı şekli yalnızca akla indirgenmiş olsaydı, hitap sahası daralmış olurdu. Zîrâ insanlar idrak ve muhakeme bakımından aynı seviyede değillerdir. Bunlar içinde de orta seviyede bulunanlar, nüfusun ekseriyetini oluşturur. Çoğunluğu teşkil eden bu tabakadaki insanlarda ise duygu ciheti galiptir. Bu itibarladır ki Kur’ân-ı Kerîm; “Aklın yanı sıra vicdana da kendi diliyle seslenip hitap etmiş ve bunu, akidenin derinliklerini bütünüyle kavratan mu’cizevî ve rabbanî bir yolla gerçekleştirmiştir. Onda imana sevkedici unsurlardan hiçbirisi ihmal edilmemiştir.”1
Muhammed Kutub, Dırâsâtun Kur’âniyyetun isimli eserinde ‘imanın akıldan başka beşer kalbine giriş noktalarının bulunduğuna’ dikkat çekerek bu hususla alâkalı mülâhazasını şöyle açar: “Kur’ân, îman meselesini bütünüyle akla bırakmamıştır. Gerek Allah’a îman ve gerekse ahirete îman konusunda yegâne yük aklın üzerinde değildir. İşte dikkatlerimizi çekmesi gereken önemli bir konu da budur. Çünkü iman, insanı bütünüyle kuşatır. Akıl ise, insanın muhtelif yanlarından birisini temsil eder; ama insanın bütünü değildir. Kur’ân iman konusunda akla hitap etmiştir, lâkin bu hitabını, akılcı (rasyonalist) filozofların kastettikleri anlamda yalnızca akla inhisar ettirmemiştir. Çünkü bu, iman hususunda akıldan köklülük bakımından daha az önemli olmayan başka cephelerin ihmali anlamına gelir.”2
Bu cümleden olarak Kur’ân-ı Kerîm, inkârcıların peygamberleri ve onların getirdiği mesajları reddedici ve yalanlayıcı tavırlarına karşı cevap gayesini taşıyan aklî ifadeler yanında, gerek geçmiş inkârcı toplumların maruz kaldıkları acı akıbeti hatırlatmak suretiyle, gerekse kıyamet gününün korkulu manzaraları ve orada görülecek olan hesabın tablolarıyla hisleri uyandırıp doğrudan vicdana ulaşmak istemiştir; basîreti harekete geçirip vicdanı uyandırmak suretiyle ruhu iknâ ve iz’ana hazırlamayı hedeflemiştir.3
Kur’ân-ı Kerîm’in bu kapsamda vicdanlara nasıl hitap ettiğini şimdi üç başlık altında sunmaya
çalışacağız.
Geçmiş inkârcı toplumların acı akıbetlerinin hatırlatılması
Kur’ân’ın, vahyî hakikatleri inkâr edenlerin vehim ve şüphelerini izale hususunda takip ettiği usullerden biri de, geçmiş bazı toplumların âhireti inkâr ve tekziplerinden ötürü başlarına gelen musibet ve belaları hatırlatmak olmasıdır.4
Tarihî süreçte geçmiş toplumlar içinde inkârcıların helâke maruz kaldıklarını hatırlatan Kur’ân, bundan hiçbir toplumun istisna edilmediğini bundan sonra da edilmeyeceğini bir âyetinde mealen şöyle ifade buyurur: “Biz önceki (münkir)leri helâk etmedik mi? Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız. Biz suçlulara işte böyle yaparız. (Gerçeği) yalanlayanların o gün, vay hallerine!”5
Geriye dönüp baktığımızda bu dünyayı asıl hayat zanneden, diğer bir ifadeyle dünyayı her şeyin ölçüsü kabul ederek ahlâkî değerleri ona bağlayan bütün inkârcı toplumların istisnasız hepsi helâk olmuştur; ahiret gerçeğini hesaba katmadan yaşayanlar, hep hüsrana uğramışlardır.
Kur’ân’da -münkirlerin itirazlarına karşı verdiği aklî cevaplar yanında- böyle bir yönteme başvurulmasının birçok hikmetinden birisi de, muhatabına her bakımdan tesir etmek; böylece benliğini her taraftan kuşatıp gerçeği bulmasına ve içinde bulunduğu durumdan kurtulmasına yardımcı olmaktır.6 Bu bağlamda Ramazan el-Bûtî bir noktaya dikkatlerimizi çekerek şöyle der: “Akıl, dış âlemden bir şahit kendisini desteklemedikçe, tek başına nefsin/vicdanın güvenini kazanamaz. Bu şahit ise olayları ve alınacak ibretleri ile tarihtir.”7
Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş millet ve toplumlara ait hâdiselerin ve onların akıbetlerinin gerek öğüt, telkin ve örneklendirme gerekse tehdit ve uyarı şeklinde nazara arz edilmesi, gerçekleri kabul ettirme maksadıyla sunulmuştur.8 Bu minvalde dikkatlerimize sunulan âyetlerden birisi Kur’ân’da mealen şöyle geçer:
“Doğrusu Biz her millet içinde ‘Allah’a kul olun, tâğuttan uzak durun’ diye bir resul görevlendirdik. (Neticede) Allah onlardan bir kısmına (hakka yönelmelerine karşılık olarak) hidayet nasip etti, bir kısmı hakkında da (kendi iradeleriyle müstahak oldukları) dalalet kesinleşti. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın,(dolaşın da o peygamberleri ve Allah’ın onlarla verdiği mesajları) yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş, (kendi gözlerinizle) bir görün.”9
Bu çeşit tarihî seyahatler ile inkârcıların düşünce ufuklarının genişletilmesinin hedeflendiğini belirten S. Kutub ise tefsirinde şunları kaydeder: “İnsanlığın hiçbir nesli beşeriyet ağacından ayrı düşünülemez. Her nesil insanlık ağacının mahkûm bulunduğu kanunlara bağlıdır. Binaenaleyh daha önceden inkârcı mücrimlerin başlarına gelenler, daha sonra gelen mücrimlerin de başına gelir. Zîrâ kanunlar değişmez ve geri durmaz. Yeryüzünde gezip dolaşmakla insanlar, ibret ihtiva eden durumları, halleri ve örnekleri görürler, böylece aydınlık ufukların pencereleri açılır.”10
Gündeme getirdiği bu kıssalarla insanın bütün idrak kabiliyetlerine hitap eden Kur’ân, inkârcıları dinleyici durumunda bırakıp geçmiş peygamberlerle kavimlerini konuşturmuş, böylece peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarını kabullenmeyenlerin kötü sonlarını görme imkânını sağlamıştır. Şayet inkârcı, insaflı ise bu tablo karşısında kalbi yumuşayacaktır, eğer uyanmamışsa zikredilen neticeyle tehdit edilmiş olacaktır.11 Meselâ, bu noktaya işaretle geçmiş inkârcı toplumlardan birisi olan Hz. Şuayb’ın kavminin akıbetiyle alakalı olarak Kur’ân’da mealen şöyle buyrulur: “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik ve Şuayb onlara ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününü bekleyin, yeryüzünde müfsitlik yaparak karışıklık çıkarmayın’ demişti. Fakat onlar (dinleyip tasdik etmek yerine) onu yalanladılar. (İşte bundan sonra) kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında (öylece) diz üstü çöke kaldılar.”12
Sunulan bu hâdiseler, ahiret hakkında tarihî birer ikna unsurudur. Peş peşe zikredilen bu âyetlerle Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün muhatap olduğu Arapların ve onların çevresindeki milletlerin tarihî son buluşları, bu konuya delil olarak ortaya konmuştur. Çünkü bütün peygamberlerin tebliğ ettiği ahiret inancı akla uygundur ve hakikatin tâ kendisidir. Allah’ı ve ahireti inkâr eden her millet en kötü ahlakî bozukluğa mübtelâ olmuş, sonunda da Allah’ın azabı gelerek o kavmin varlığından dünyayı temizlemiştir. İlâhî mesajları inkârla ortaya çıkan ahlakî bozulmalar ve bunun ardından gelen cezalandırılmalar, insanın aslında bu dünyada başıboş olmadığını ve hesaba çekilmeden terk edilmediğini göstermektedir.13 Yani âhiret bir gerçektir, gerçeğe karşı gelenin sonu nasıl olacaksa, âhirete karşı gelenlerin de sonu aynı olacaktır.
Burada hatırlatılması gereken bir nokta da şudur. Kur’ân’da peygamberlerin getirdiği esaslarla mücadeleye kalkışanların akıbetlerini gözler önüne seren kıssalarla inkârcının ikaz edilmesi, onun hak ile batıl arasındaki mücadelenin neticesini merak ettiği ânda yapılır. Bundan, Kur’ân’ın yaptığı uyarı için en etkili vakti kolladığını söyleyebiliriz.14 Meselâ, Mu’min Sûresi’nde Hz. Musa’ya karşı çıkıp inatçı inkârlarını sürdürenlerin acı akıbetlerini, hak ile batıl arasındaki mücadeleyi anlatırken verir.15
Görüldüğü gibi Kur’ân, gerçeği reddeden inkârcı milletlere İlâhî azabın gelmesinin mümkün olduğunu belirtirken, aynı usulle onlara, geçmiştekilerin karşılaştığı bela ve musîbetleri hatırlatarak, zihnî imkanı vakıî bir şekilde gözler önüne sermiştir.16 Kur’ân-ı Kerîm akıl ve iradelerini inkârla örtmüş bu milletlerin elim sonlarını muhtelif vesilelerle her fırsatta gündeme getirme sebebinin ise ibret olduğunu bize mealen şöyle beyan etmektedir:“İşte bunda (bu kıssalarda) ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret/ders vardır. O gün bütün insanların bir araya toplandığı ve (bütün mahlukatın) hazır bulunduğu bir gündür.”17
Kur’ân’ın inkârcı geçmiş milletlerin acı sonlarını bu şekilde nazarlara arz etmesi, ikna yönünden, dinleyiciye daha da derinden tesir eden bir faktördür. Çünkü kıssada hem kulağa hem de göze hitap vardır. Zihin o hâdiseyi dinlerken farkına varmadan tesir altında kalır. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân, peygamberlerin mesajlarına kulak verenlerin neticede daima kazandıklarını, onlarla mücadeleye girişenlerin ise, hep kaybettiklerini; bunda düşünen kimseler için pek çok ibret ve delil bulunduğunu belirterek18 âhireti ve peygamberlerin verdiği diğer haberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu düşünmemizi ister.19
Hâsılı, tarihî bu gerçekleri kabul etmenin kendi yararlarına, reddetmenin ise kendi zararlarına olacağı hususunda insanları uyaran Kur’ân, aynı zamanda onların kabul ve teslimiyetten başka bir tercih şıklarının da olmadığını dolayısıyla kıyameti görünceye kadar imanlarını tehir etmelerinin fayda getirmeyeceğini hatırlatarak şu mesajı verir: Geçmiş mücrim milletlerin uğradığı akıbetlerden ibret alın ve inkâr konusundaki akılsızca tutumunuzda ısrar etmeyin.
Kıyamet sahnelerinin canlandırılması
Kur’ân-ı Kerîm’in kullandığı bu vicdanî metotta mantıken inkârcılara öldükten sonra dirilme gerçeğini kabul ettirmek için çalışılmamış, daha çok vicdana doğrudan yapılan hitaplarla onları etkileme yoluna başvurulmuştur. Diğer bir ifadeyle bu metot, inkârcıları kıyamet günü maruz kalacakları sıkıntılar içerisinde gösterme metodudur. Kur’ân böylece ahireti inkâr edenlerin vicdanlarını etkilemekte ve onları öldükten sonra dirilme gerçeğine teslim olma yoluna sevk etmektedir.20
Takip edilen bu usûlün hikmeti son derece açıktır. Ruhlarda korku ve dehşet meydana getiren kıyamet sahnelerinin tasvirleriyle, insanların selâmet ve ihtiyat yolunu seçmeleri îkaz edilip Allah’a giden yola girmenin, dehşetli korkulara kapılmaktan ve şüpheli yollara girmekten daha emniyetli ve kolay olduğu bildirilmiştir.
Kıyametin kopuşu Kur’ân’da dehşet, heyecan ve korku verici tablolar hâlinde insan idrakine sunulmuştur. Diğer bir deyişle, resmedilen bu sahneler, korku ve teslimiyet duygularını harekete geçirme sahneleridir.21 Kıyamet gününü tasvir eden bu sahnelerin verdiği korku öyle bir korkudur ki, insan ruhunu bütünüyle sarar ve titretir.22
İnsanlarda bulunan duyguların uyandırılması ancak onların tecrübeleri ve müşahedeleriyle alışık oldukları bazı tasvirler ve idrak edebilecekleri manzaralar aracılığıyla sağlanabilir.23 Bu cümleden olarak Kur’ân’da dağların paramparça olmasından ve etrafa saçılmış rengârenk yün hâline getirilmesinden, yeryüzünün yürütülmesinden, göğün yarılmasından, yıldızların serpilip dağılmasından, denizlerin fışkırıp kaynamasından ve bu manzara karşısında çocukların dahi saçlarının ağarmasından söz edilir.24 Bunları dinleyen bir kimsenin etkilenmemesi düşünülemez.
Kıyametin dehşetengiz tablolarının canlandırıldığı bütün bu âyetlerle insanlara ‘bir saniye bile kaybetmeden Allah’ı ve ahireti inkârınızdan vaz geçip kendinize gelin’ mesajı verilmektedir.25 Bu zaviyeden şimdi mealen şu âyete kulak verelim: “Eğer inkâr ederseniz, (korku ve dehşetinden) gençleri ihtiyarlatan o günden nasıl korunursunuz? O günün şiddetiyle gök (bile) parçalanmış durumdadır. O günün geleceğine dair verilen söz, mutlaka yerine getirilecektir. İşte bu bir mesaj ve uyarıdır. Dileyen Rabbine varan bir yol tutar.”26
Açıktır ki; Kur’ân’ın âhirete ait manzaraları çokça ve müessir bir üslûpla tasvir etmesinin sebebi, hata üzerindekileri doğru yola sevk etmek ve inkârcıyı inkârından vazgeçirmektir. Diğer bir ifadeyle bu sahnelerin gözler önüne serilmesiyle, insanları o günün şerrinden sakındırmak27 ve ibret ve öğüt dairesine çekmek hedeflenmiştir.28
Özetle ifade etmek gerekirse, temel hedefi insanları hayra ve hidayete sevk edip onları şaşkınlık, dalâlet ve günahlardan sakındırmak olan Kur’ân’da ahiret gününün etkileyici tablolarıyla insanları uyarmak ve müjdelemek hususu, hedef ve maksadı desteklemenin bir vasıtası olmuştur.
Azap ve nimet manzaralarının tasvir edilmesi
Bu kapsamda Kur’ân’ın ifadelerine ait diğer bir hususiyet de, meseleleri tasvir edip insanlara anlatırken, onları insanın içinde ciddi bir ürperti veya iştiyak hâsıl edecek şekilde anlatmasıdır.29
Kur’ân’ın vicdanlara hitap çerçevesinde -azap manzaralarını canlandırmak suretiyle- inkârcılara karşı kullandığı metot, onları utandıran, zorlayan bir metottur. Kur’ân bu noktada onlarla tartışmaya bile girmemekte, bilakis inkârlarını aleyhlerine kullanmakta ve Cehennem’deki hâllerini gözler önüne sererek ‘Öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı yalanlayan sizdiniz, değil mi? Öyleyse istikbal aynasında kendi kendinize bakın ve akıbetinizi görün.’ demek istemektedir.30
Kur’ân-ı Hakîm, öldükten sonra dirileceklerini inkâr edip kafaları ve ruhları bir türlü tasdike yanaşmayanların inkârda ısrar etmeleri hâlinde, onlar için tek istikametin Cehennem olacağını açık ve kesin ifadelerle pek çok yerde dile getirir:
“.. (O gün) günahkârların yemeği zakkum ağacıdır. Kaynar su nasıl fokurdarsa, o da erimiş maden gibi karınlarında fokurdar. (Sonra Allah zebanîlere): ‘Tutun onu, cehennemin ta ortasına sürükleyin. Sonra da onun başına kaynar su dökün’ ve deyin ki: ‘Tad bakalım! Hani üstündün/asildin!”31
“..Onlar ki, daldıkları batıl içinde oynayıp dururlar. O gün onlar cehenneme şiddetle itilirler. (Sonra onlara) ‘Alın size yalan saydığınız ateş! (Söyleyin bakalım,) bu da mı sihir, yoksa siz mi görmüyormuşsunuz? Girin oraya! İster dayanın ister dayanamayın, artık hepsi bir!’ denir. Siz sadece ne yaptıysanız onun karşılığını bulacaksınız.”32
“..O gün cehennemde yüzleri üstü süründürülürler ve kendilerine ‘şimdi tadın cehennemin dokunuşunu’ denir.”33
Kur’ân-ı Kerîm, bu tasvirlerle inkârcılara bulundukları yolun sonunun, demir bukağılar ve zincirler içinde kaynar sulara çekilip arkasından ateşte tutuşturulmak olduğunu hatırlatarak onlar için tasdikten başka hiçbir çıkış yolunun olmadığını telkin eder.
Bu tür tasvirlerde de inkârcılara diriliş gerçeği doğrudan hatırlatılmamaktadır; müminle münkirin hâlleri birlikte sergilenerek, inkârcıyı inananın hâline özendirme gayesi hedeflenmektedir ki, bu da birincide olduğu gibi, vicdanı etkileyen güçlü tesir yollarından biridir.34
Şüphesiz ki insan anlatılan bu kıssalar ile kendisi arasında farkında olarak veya olmayarak karşılaştırmalar yapar. Eğer resmedilen hâdisenin -tabir yerindeyse- kahramanı iyi bir neticeye ulaşmışsa onun yerinde olmak, eğer kötü bir şeyle karşılaşmışsa ondan uzak kalmak ister. İşte burada durumdan müteessir olan inatçı münkirlerde -kendi durumunda olanları Cehennem azabında işkence içinde, müminlerin de kurtuluş ve eşsiz nimetler içerisinde olduklarını müşahede ettiği zaman- müminlerle birlikte nimete ortak olma ve Cehennem azabından kurtulma arzusu uyanır.35
Kur’ân-ı Kerîm’de amellerinin kendilerini Cehen-nem’e sürüklemiş olduğu bu inkârcı insanların ızdırap dolu hâlleri ve orada birbirlerini kıyasıya suçlamaları anlatıldıktan sonra,36 müteakip âyetlerde inanmış insanların durumları imrendirici bir tarzda şöyle resmedilir:
“İman edip salih işler yapanlar ise, -ki biz hiç kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemeyiz- cennetlik olup orada temelli kalacaklardır. Öyle bir halde ki, içlerinde kin kabilinden ne varsa hepsini söküp çıkarmışızdır. İçinden ırmakların aktığı bu cennette onlar ‘Hamdolsun bizi bu cennete eriştiren Allah’a! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı biz kendiliğimizden yol bulamazdık. Rabbimizin elçilerinin gerçeği bildirdikleri, bir kere daha anlaşılmıştır’ derler. Kendilerine de ‘İşte güzel işlerinize karşılık, karşınızda duran şu (muhteşem) cennete varis kılındınız, buyurun!’ diye nida edilir.”37
Seyrettirilen bu tablolarda söz, yalnızca yalanlayan inkârcılara yöneltilmiş değildir; aynı zamanda müminlere de yönetilmiştir. Her ne kadar sözün ilk kısmı yalanlayanlara has ise de, müminler de manzarayı görmeye çağrılmaktadır. Müminlerin de bu tür insan örneklerini görüp onların basiretlerinin nasıl karardığını hayretle müşahede edebilmeleri için, dikkatleri çekilmektedir. Bu ise bilerek veya bilmeyerek onlarda öldükten sonra dirilme meselesine bağlılığı ve imanı artırmaktadır.38
Netice
Kur’ân-ı Kerîm, her ne olursa olsun fikrinden vazgeçmek istemeyen inkârcıların öne sürdükleri itirazları cevapsız bırakmamak için tembih ve tehdidini şiddetli bir şekilde tekrarlamıştır. Bir diğer ifadeyle Kur’ân, kendilerine gösterilen apaçık âyetlere şahit oldukları hâlde, peygamberlere ve yaptıklarının hesabını vereceklerine bir türlü inanmak istemeyen inkârcılara karşı serdedilen mantıkî delillerin yanı başında, inzar vasıtasıyla da onların vicdanlarına farklı bir üslûpla seslenmiştir.
Bu cümleden olmak üzere Kur’ân’da geçmiş insanlardan hak yolda olanların iyi akıbete, yanlış yolu tutanların kötü akıbete uğramaları; zulmeden kişi ve kavimlerin acı bir akıbet içinde yok olması; hakkın galip ve batılın mağlup olması gibi hatırlatmalar, insanları Allah’a ve yeniden diriliş gerçeğini tasdike yönelten vasıtalar olarak zikrolunmuştur.
Alevleri yükselen Cehennem’in veya yeşillikler içinde bir bahçenin gayet etkili tasvirlerinin insan vicdanı üzerinde bırakacağı psikolojik tesirler, inkârı mümkün olamayacak tesirlerdir. İnananlar için selâmet, inanmayanlar için de bir felaket hayatı olarak resmedilen âhiret âlemi, her tür insanı geleceğini düşünmeye sevk edici bir etkiye sahiptir. Zîrâ bu manzara karşısında inanan, şevkini ve imanını artırırken, inkârcı da sonunda maruz kalacağı felâketi düşünmekle ya ezilecek veya inkârı bırakıp kabule yanaşacaktır.
Dipnotlar
1. M. Kutub, Dırâsât Kur’âniyye, Daru’ş-Şurûk, Beyrut tsz, s.72. Krş., Seyyid Kutub, et-Tasvîru’l-Fennî, Daru’l-Meârif, Kahire ts., s.183 vd.
2. M. Kutub, Muhammed, age., s.71. Krş., M. Abdullah Draz, el-Medhal, Daru’l-Kalem, Kuveyt, 1983. s.85.
3. S. Kutub, et-Tasvîru’l-Fennî, Daru’l-Mearif, Kahire tsz, s.186; Keza bkz., Abdulhamid el-Hatîb, Esma’r-Risâlât, s.297.
4. Bkz. Nedvî, Süleyman, Tebliğat ve Ta’limât, İst 1967, II, 782. Krş., İbn Ebi’l-’İzz, Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye., el-Mektebu’l-İslamî, Beyrut 1988, s. 405.
5. Mürselât, 77/16-19.
6. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2212.
7. el-Bûtî, Menhecun Terbeviyyun Ferîd fi’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risale, Dımaşk 1987, s.20.
8. Derveze, Kur’ânu’l-Mecîd, (Çev. V. İnce), Ekin yay. İst. 1997, s.140.
9. Nahl, 16/36. Keza bkz., Al-i İmran, 3/137. 10; S. Kutub, Fî Zılâl, Daru’ş-Şurûk, Beyrut tsz., V, 2663.
11. İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, ed-Daru’-t-Tûnusiyye, Tunus tsz. XXVI, 296; Ş. Yavuz, Kur’an-ı Kerim’de Tefekkür ve Tartışma Metodu, s.182.
12. Ankebut, 29/36-37.
13. Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan yay, İst. 1988, V, 440.
14. M. Çelik, Kur’an’ın İknâ Hususiyetî, Çağlayan yay, İzmir 1996, s.301.
15. Bkz., Mü’min, 40/45-6.
16. Ş. Yavuz, age., s.89.
17. Hud, 11/103.
18. Bkz.,Yûnus, 10/90-92; Hud, 11/102-103; Hicr, 15/74-77; Neml, 27/86; Ankebut, 29/24;
19. Bkz., Nisa, 4/153; Maide, 5/33; A’raf, 7/59; İbrahim, 14/45; Nahl, 16/36; Enbiya, 21/77.
20. M. Kutub, Dırasât Kur’âniyye, Daru’ş-Şurûk, Beyrut, ts. s.73; Ebu Ataillah, el-Yevmu’l-Âhir, Daru’l-Vefâ, 1992, s.318.
21. A. Fâiz, el-Yevmu’l-Ahir, ysz. 1975, s.162.
22. S. Kutub, Meşahidu’l-Kıyame Fi’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut, ts., s.41.
23. Derveze, Kur’ânu’l-Mecîd, s.164.
24. Mesela bkz. Tekvîr, 81/1-14; Kâria, 101/1-5; Kıyame, 75/7-13.
25. Mevdudi, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 135.
26. Müzemmil, 73/17-18.
27. R. Bûtî, Kübra’l-Yakîniyyati’l-Kevniyye, Daru’l-Fikr, ysz 1394, s.362.
28. A. Fâiz, el-Yevmu’l-Ahir, s.278; Keza bkz., el-Hicazî, et-Tefsîru’l-Vâdıh, VI, 467.
30. M. Kutub, Dırasât Kur’âniyye, s.73; Keza bkz., Ebu Ataillah, el-Yevmu’l-Âhir, s.420; Derveze, Kur’ânu’l-Mecîd, s.164; es-Savvaf, el-Kıyametü Ra’ye’l-Ayn, s.138; A. Fâiz, el-Yevmu’l-Âhir, s.212.
31. Duhan, 44/40-50.
32. Tûr, 52/12-16.
33. Kamer, 54/46-48.
34. M. Kutub, Dırasât Kur’âniyye, s.74.
35. Aynı yer.
36. Bkz. A’raf, 7/36-41.
37. A’raf, 7/42-43.
38. M. Kutub, Dırasât Kur’âniyye, s.76.