İnsanoğlu, var kılındığından beri, hep topluluklar şeklinde yaşayagelmiştir. Bu, insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Belki birkaç dengesiz veya Hay b. Yakzan ve onun batılı versiyonu Robenson Crouse gibi yalnız yaşayan çıkmış olabilir; ama tarih yalnız yaşayan hiçbir insan kaydetmez.
Topluluklar halinde yaşayan insanların aralarındaki münasebetleri düzenleyen kurum ve kurallar daima var olagelmiştir. Bu kurallardan sapmalar da insanın tarihi ile yaşıttır. Bu tür vâkıalar ferdî kaldıkları sürece Ezelî Kader, o toplumu helak emri vermemiştir. Fakat, bu tür sapmalar, ferdî olmaktan çıkar, aksine toplumsal boyut kazanır veya toplumda ağırlık onların lehine bozulursa ya da kötülüklerden sakındıran insanlar olmaz veya azınlıkta kalırlarsa Kader, helâk emri vermiş ve o zaman 'âliyeha safileha' olmuş, 'toplumun üstü altına' geçmiştir (bk. Hûd, 11/82). Bunun pek çok örneğinden sadece birini, bir senaryo gibi resmedilen Hz. Lût (as)'ın kavminin başına gelen azabın anlatıldığı Hûd suresi, 69-83. âyetlerinde ibretle seyretmek mümkündür.
Yazımızda, burada kısaca temas edilen prensiplerin âyet ve hadis zaviyesinden ele alındığını, Kur'an'da zikredilen kıssaların ibretle ve ders alınmak için okunması gerektiğini, bir toplumu ayakta tutan dinamiklerin neler olduğunu, ilmî bir tesbit olarak bulacaksınız.
İnsan ve toplumlar varlıklarının gayesi olan bu sorumluluğu yerine getirmedikleri takdirde Allah (cc) tarafından en şiddetli cezaya çarptırılmaktadırlar. Kurmuş oldukları medeniyetleri de tarihin derinliklerine gömülüp gideceklerdir. Bu kâinat Hakimi'nin koymuş olduğu İlahî bir kanundur ki, biz buna "sünnetullah" diyoruz. Allah, Kur'ân'da bütün varlıklar hakkında bir "sünnetinin" bulunduğunu zikretmektedir.
İnsanı, geçmiş ümmetlerin hayatlarını tetkike teşvik eden müteaddit ayetlerin verdiği mesajlar, bu "İlahî sünnetin" anlaşılması ve gereğinin yapılmasından ibarettir. Kur'ân'da şöyle buyrulur: "... onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar? Sünnetullah'ta bir değişme bulamazsın." (Fatır, 35/44)
Kur'ân'da anlatılan tarihî hâdiselerin özünde bir "sünnetullah"ın bulunduğunu ifade eden Mazharüddin Sıddıkî de bu hususu şöyle izah eder: "Toplumların yücelişinde olduğu gibi, çöküşünde de mutlak belirleyici, 'Küllî İrade'dir. Belirli bir sürede ilerlemeler kaydedip, parlak dönemler yaşayan bir toplum, zaman içinde çözülüp çürüyebilmektedir. Kur'ân bu sürecin 'ilahi takdir' çerçevesinde cereyan ettiğini ve çürümeyi hak eder hale gelen bir toplumun Allah tarafından cezalandırıldığını belirtir. Cezanın şekli nâmütenahîdir."
Büyük büyük kavim ve medeniyetlerin çöküşünü tesadüfe verme veya determinist (materyalist) bir anlayışla izaha kalkışma yanlış ve sakîm bir anlayışın neticesidir. Zira her hâdise mutlak ve küllî irade ile insana bahşedilen cüz'î iradenin işleyişi çerçevesinde ele alınmalıdır. Kur'ân'a göre asıl sebep "sünnetullah"tır. Sünnetullah bir bakıma eşya ve hâdiselerin kaderidir. Pozitif ilimler eşyada, sosyal ilimler ise hâdiselerde bu kaderi ararlar. İşte toplum ve medeniyetlerin yerle bir olmasındaki bu ilahî kaderin sırrı şu iki ana noktada merkezileşmektedir:
1. İyiliği emredip kötülükten alıkoyan hiçbir inanan kalmadığından,
2. Veya bu vazifeyi yapan inanan kimseler hasımları karşısında mağlup olma durumuna geldiklerinde.
Kahhar-ı Zülcelal tarafından çetin bir azapla yeryüzünden silinip atılan kavim ve medeniyetlerin, bu duruma maruz bırakılmalarının altında yatan gerçek sebep işte bu iki husustur. Kur'ân bunu çok açık bir ifadeyle şu şekilde anlatır: "Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde, oranın zevk düşkünlerine (mütrefîn) Hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen helak ederiz." (İsra: 17/16)
"Peygamberleri onlara açık mucizeler getirince (sahip oldukları) (ilim) ile sevin(ip övün)düler. (Peygamberin getirdikleri bilgiye değer vermediler, onlarla alay ettiler.) Sonunda alay ettikleri şey, kendilerini kuşatıverdi."(...)
Aynı gerçek Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği Allah Rasûlü'nün kudsî beyanları içerisinde de şu şekilde ifade edilmiştir: "Nefsim elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, ya emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesini yaparsınız, ya da Allah size azabını gönderir de sonra siz dua edersiniz fakat O, duanızı kabul etmez" (1)
Allah ve O'nun dininin anlatılmadığı, O'nun davasına sahip çıkılmadığı, medeniyetleri yıkıma götüren münkeratın önüne seçilmediği yerde, Allah mücerred ibadet ve duaya itibar etmiyor. Bunu İmam Ahmed'in Adiyy b. Âmire el-Kindî'den, İmam Mâlik'in, Ömer b. Abdülaziz'den naklettiği şu hadîs daha açık bir şekilde anlatmaktadır: Adiyy b. Âmire (ra) naklediyor: Muhbir-i Sadık; şöyle derken işittim: "Hiç şüphesiz Allah, hususî bir amelden dolayı umuma azab etmez. Ancak onların içinde açıktan açığa bir kötülük (münker) işleniyor ve onlar da bunu defetmeye muktedir oldukları halde ondan alıkoymuyorlarsa. İşte o zaman Allah hususî bir amelden dolayı umuma azab eder." (2)
Bu mevzûdaki bir diğer hadis, mevzumuzu aydınlatıyor. Hz. Zeynep, Efendimiz'e soruyor: "İçimizde salihler varken yine de helâk olur muyuz?" Efendimiz, "fısk u fucûr yaygınlaşırsa" (3) buyuruyor.
Nitekim Beni İsrailin lanetlenmiş olmalarının sebebini anlatırken Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: İsrâiloğullarından inkâr edenlere Davud ve Meryem oğlu diliyle lânet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Çoğunun, inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün." (Mâide: 78-79-80)
Allah'a ait emir ve nehiylerin uygulanmadığı veya bu vazifeyi görüldüğü gibi yapmak isteyenlere mani olunduğu her belde mutlaka ilahî azaba maruz kalmış ve yerle bir olmuştur.
Tufan Peygamberi Nuh (as) Kur'ân'ın ifadesiyle kavmi içinde tam 9,5 asır kalarak onlara Allah'ı ve dinini anlatarak bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Fakat kavmi, onu her defasında yalanlıyor, "Mecnun" diyor, başına taş atıyor ve risalet vazifesini yapmaya mani oluyordu. Nihayet bu vazifeyi yapamaz duruma gelmiş ve Rabbine "... Rabbim ben mağlup oldum, yardımın..." diye ellerini kaldırınca, o dehşetli tufan için gök kapılarını açmış, yer de pınarlarını fışkırtmış ve zalimleri küfür ve tuğyanlarıyla birlikte silip süpürüvermişti. (Kamer: 54/9-14)
Aynı şekilde Salih (as) da Semûd kavmine karşı mağlub olmuştu. Taşkınlıklarıyla onu yalanlamışlardı. Hatta kendilerine mucize olarak gönderilen "Allah'ın devesini" öldürmek için en bahtsızları ileri atıldığında çaresizlik içinde onlara yalvarmıştı: "Ne olur Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın." Karşısındakiler alabildiğine azgın ve taşkın, Allah'ın Nebisi ise çaresiz ve güçsüzdü. Neticede deveyi öldürdüler (Şems; 91/11-14) ve öldürmekle de âdetâ azabın düğmesine dokunmuş oldular. Akıbet: "...Onu yalanladılar, deveyi kestiler. Rabb'leri de, günahları yüzünden azâbı bağlarına geçirip, orayı dümdüz elti." (Şems, 91/14) "Bu yüzden Semûd (kavmi) azgın bir vak'a ile helâk edildiler. (Hakka, 69/5) Başka bir âyette de belirtildiği gibi: "Rablerinin emrine karşı geldiler, bu yüzden onları yıldırım çarptı, kendileri de bakıp duruyorlardı." (Zariyat, 51/44)
Aynı durumu Lut (as) ve kavminde daha açık ve net bir şekilde müşahede ediyoruz. Kavmi (bilindiği üzere bu kavmin çoğu homoseksüel idi) "Allah'ın parlak delikanlılar suretindeki elçilerini almak ve onlara sarkıntılık etmek istediklerinde büyük Nebi yalvardı: (Ne olur, dokunmayın misafirlerime). İşte kızlarım, (isterseniz onları size nikahlayayım) (4) onlar sizin için daha (güzel, daha) temizdir. Allah'tan korkun, misafirlerim içinde beni rezil etmeyin..." Belli ki o büyük nebî zayıf düşmüş ve Allah'ın emrini bağî ve tağî bir kavim karşısında emir ve tebliğ edemez hale gelmişti. Bunu onun şu ifadesinden çok daha iyi anlıyoruz: "Keşke sizi savacak bir gücüm olsaydı, yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim..." Gerçi o, işi daha baştan sezmiş ve elçiler kendisine misafir olmak istediklerinde "bugün gerçekten çok zor bir gün" demişti. Fakat neticede Rabbi onu yalnız bırakmamış ve azgınları günahlarıyla birlikte yerle bir etmişti: "Azab emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik, üzerine de taş yağdırdık. Çamurdan taşlaşmış, (onlara azab için) hazırlanmış, istif edilmiş Rabbin katında işaretlenmiş taşlar..." (Hûd, 11/82-83)
Eğer Taif dönüşünde kanlar içinde yatan şefkat Nebisi de "Rabbim, kuvvetim azaldı. Yardımın ne zaman?" diye ellerini açsaydı aynı akıbet onlar için de mukadderdi. Zira o daha ellerini açmadan azab meleği gelmişti ve iki dağı başlarına geçirmeye muntazır bekliyordu.
Evet! Vezüv'ün lavları altında kalan ve taşlaşan Pompei'lilerle, Endülüs'te Frederik'in kılıcı altında doğranan ve medeniyetleriyle birlikte yok olan Müslümanlar, hatta hasımları karşısında mağlub olarak yıkılıp giden muhteşem Osmanlılar, -maalesef- bu misallerin daha sonraki temsilcileridir. Zira Endülüs'de ayakta kalan en son kalıntılar ve Osmanlı'nın son devrinin mümessili Dolmabahçe, bunun böyle olduğunu gösteriyor. Her iki medeniyetten arta kalanlar, onların, kuruluş ve yükseliş esnasındaki ruh safvetlerinden oldukça uzaklaştıklarını ifade ediyor. Çünkü Kur'ân: "Onlardan (arta kalan kalıntılar, gibi) ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur" buyuruyor. (Kamer: 54/17)
Şayet bugünün, içimizdeki ve tüm dünyadaki emsali kafirleri ve ahlâksızları yerin dibine batmıyor da hâlâ yaşıyorlarsa, bu inandığı yüce davayı bayraklaştırma adına dünyanın dört bir yanında mücadele veren ve yeryüzündeki Allah'ın şahidleri rabbanilerin mevcudiyetindendir.
"... bir topluluk kendisine verilen kabiliyet ve nimetlerin yönünü değiştirip inkâr ve isyana sapmadıkça, Allah'da onlara verdiği nimeti değiştirip azaba çevirmez..." (Ra'd: 13/11)
Fakat O, imhal eder ancak ihmal etmez.
DİPNOTLAR
1) Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 483. nr. 23304, 1. Bsk. 1993/1413 Beyrut/Dımaşk.
2) A.g.e. IV, 262, nr. 17688: Mu vatta. Kelâm, 23 (II, 1991, F.A. Bâki neşri)
3) Buharî, Enbiya, 7; Müslim, Fiten, 1 Muvatta, Kelâm, 22 (11,991)
4) Müfessirler, buradaki "kızlarım" ifadesini, çoğunluk, 'O kavmin kendi hanımları şeklinde' anlamışlardır. Çünkü peygambere göre kendi kavmi, çocuktan mesabesinde kabul edilmiştir. (Bkz. ez. Zuhaylî. Tefsiru'l-Münîr, XII, 115)