Evvela, sadece bir ayete bakarak bir hükme varmak çoğu zaman yanlış bir bilgi olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü, ayet ve hadislerin inceliklerini, nüzul ve vürud sebeplerini bilmeden, İslam’ın temel maksadına vakıf olmadan bir hüküm çıkarmak kolay bir şey değildir. İmam Muhammed, Ebu Yusuf, İmam Muzenî, İmam Gazalî, İmam Rabbanî, İbn Hacer, İbn Rüşd, İbn Kudame, Tahavî gibi allamelerin mutlak içtihat yapma yerine, büyük mezhep imamlarına uymalarının sebebi şudur: “Herkes hükümleri çıkaracak salahiyette değildir.”
Bu sebeple, bizim bu gibi hükümleri Kur’an ve hadislerden değil, bu iki kaynağı çok iyi bilen alimlerin bin yıldan beri çalışıp ortaya koydukları bilgilerine baş vurmamız gerekir.
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”(Tevbe, 9/29)
mealindeki ayette önemli vasıflar zikredilmiştir. Adeta, iman esaslarına inanmayan bir kitle söz konusu edilmiştir. Tefsirlerde, bu Ehl-i kitabın genel veya hususîlik arz eden gruplar olup olmadığı hakkında farklı yorumlar vardır. Onlara değinmekle konuyu uzatmayı uygun görmemekteyiz. Ancak şu noktalara dikkat çekmeyi faydalı buluyoruz:
a. Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinde Ehl-i kitaba bir ayrıcalık tanınmıştır. Müşriklerle ciddi bir mücadele ortamı söz konusu olduğu halde, Ehl-i kitap, Müslüman olmasa da -bir vatandaşlık vergisi olan- cizye vermekle serbest kalırlar.
b. Ayette yer alan “Ehl-i kitaptan” ifadesi, savaş emrinin Ehl-i kitabın bir kısmına ilişkin olduğunu göstermektedir. “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar” nitelemesinin yapılması da bu anlayışı desteklemektedir. Çünkü, Ehl-i kitab olanların hepsinin bu vasıfta oldukları söylenemez.
c. Bu ayetin inişinin hicrî 9. yılda olduğu göz önünde bulundurduğumuzda, bu ilahî mesajın bir savaş halinin söz konusu olduğu zamanla ilgili olduğu söylenebilir. Nitekim, bu ayetin indiği dönemde, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek Yahudî gerekse Hristiyan topluluklar ile Müslümanlar arasında hicrî 5-6. yılından beri süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletler arası hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu söz konusuydu. Bu ayetten sonra gelen pasajda -özelikle 32. ayette- hem Yahudilerin hem de Hristiyanların İslam’a karşı olumsuz durumlarına temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan İslam meşalesini söndürme niyet ve çabası içinde olduklarının bildirilmesi bu tespiti doğrulamaktadır.
d. “… O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez… O halde bunlar sizden uzak durmaz, size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün! İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir.”(Nisa, 4/90-91),
“Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever. Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi yasaklar. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”(Mümtahine, 60/8-9)
mealindeki ayetlerde, İslam’da savaş anlayışı açıkça ortaya konmuştur. Buna göre, kim olursa olsun, savaşmak isteyenlere karşı savaşmak, barışa yanaşanlarla barışmak esastır.
e. Özetle; Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber (asv) müşriklerle on yıllık bir süre için barış anlaşmasını imzaladığına göre, Ehl-i kitap için böyle bir anlaşma yapmaması düşünülemez. Bu prensip kıyamete kadar geçerlidir; “savaşa savaş, barışa barış...”
Şunu da unutmamak gerekir ki, cizye veren gayri müslimlerin canları, malları, din-vicdan özgürlükleri İslam devletinin güvencesi altındadır.(bk. Taberî, İbn Kesir, İbn Atıyye, Zemahşerî, Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)