Risale-i Nur’un Kur’ân Tefsirindeki Yeri

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursi'nin (rh.a) Risale-i Nur Külliyatı'nın, Kur'ân Tefsiri bakımından yerini özetlemeye çalışacağım. Bu konuda gelen başlıca soruları şöylece sıralayabiliriz:

Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatı'nın bir tefsir olduğu söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in lafızlarından kastedilen mânâları beşer takati ölçüsünde açıklamak, demektir. Kur'ân'ın en yetkili müfessiri, Hz. Peygamber'dir (a.s.). "Sana da, ey Resûlüm, bu Zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl sûresi, 16/44) ayeti bunu açıkça belirtir. Onun Kur'ân hakkında üç mühim görevi vardı:

1- Tebliğ

2- Tebyin (açıklama)

3- Tatbik.

Hz. Peygamber (a.s.) Kur'ân'daki mücmelleri açıklamış, müşkilleri gidermiş, çok genel olan hükümleri sınırlandırmış (umumu tahsis etmiş), sorular üzerine cevap sadedinde bazen vahiy gelmiş, bazen kendisi açıklama yapmış, ondaki hükümlerin nasıl tatbik edileceğini göstermiştir.

Ashab-ı Kiram, Kur'ân'ın muayyen ayetlerinin açıklanmasına ihtiyaç duyar, Peygamber Efendimiz'in açıklamalarıyla maksatlarına erişirlerdi. İlerleyen asırlarda Müslümanların açıklanmasına ihtiyaç duydukları ayetlerin sayısı arttı. Hicri 2. ve 3. asırda yazılmış tefsirlere bakarsak, sûre ve sûre içinde ayet sırasının gözetildiğini, fakat ayetlerin ekserisi hakkında herhangi bir açıklama veya rivayet yerleştirilmediğini görürüz. Ancak 3. asrın sonlarında bütün ayetlerin tefsir edilmeye başlandığına şahit oluyoruz. Bu alanda elimizde olan ilk eser, Taberi'nin (v. 310/923) tefsiridir. Bu tarz devam ederken, bazı tefsirciler, muayyen konular hakkında tefsir yapmayı faydalı bulmuşlardır. Zira aslında her müfessirin 6200 küsur ayeti yeniden tefsir etmesine ihtiyaç da yoktur. O, kendi zamanının ihtiyaçlarını gidermeye öncelik vermeli, bunlara ihtimam göstermelidir. Bu konudaki ayetleri özellikle ve ayrıntılı olarak açıklamalıdır. Bunun dışında kalan pek geniş alanı, başka müfessirlerin eserlerine havale etmelidir.

Bu ihtiyaç diğer taraftan, dinî ilimlerin öğretiminin zayıfladığı, insanların himmetlerinin ve dinî ilimlere ayırabildikleri zamanın azaldığı bir dönemde, işe en sağlam yerinden başlamayı gerektiriyordu. İşte Üstad Bediüzzaman'ın tefsiri, dinin temeli olan; Allah Teâlanın varlığı, birliği, sıfatları, melekler, kitaplar, nübüvvet, vahiy, ahiret hayatı gibi meselelerde, güçlü açıklamalar yapmıştır. Bunları yaparken, diğer tefsirlerdeki gibi farklı kıraat vecihleri, esbab-ı nüzul, i'rab, lügat, belağat özellikleri, fıkhi hükümler vb. yönleri açıklamamıştır. Bu konular önemsiz olduğundan değil, onları, bu hususta ayrıntılı açıklamaların bulunduğu geniş tefsirlere havale ettiğinden ötürü böyle yapmıştır.

Kur'ân'ın tefsirini, başlıca ikiye ayırma görüşü İmam Gazali, İbn Kayyim ve Muhammed Abduh gibi zatlar tarafından da vurgulanmıştır. İşte Risale-i nur, "manevî tefsir" kabilindendir. Manevî tefsir bazılarının zannettiği üzere, "işârî tefsir, tasavvufî te'vil" demek olmayıp, lafızdan çok, mânâyı esas alan, mânâları anlatmaya yönelen tefsir tarzıdır. Üstad Bediüzzaman: "Risale-i nur, Kur'ân'ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir" der. Bazı dikkatsizler bunun ne mânâya geldiğini bilmediklerinden o, şöyle bir açıklama ihtiyacı hisseder: "Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın ibaresini, kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan, izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan, ispat ve izah eder. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel (çok kısa) bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevî tefsirdir"1

Bir misal verelim: Besmele-i şerifeyi tefsir eden mutad tefsirler "isim" kelimesinin mânâları, etimolojisi, "ba" edatının işlevleri, Besmele'nin sûre başlarındaki hükmü, Fâtiha'nın başındaki besmeleyi namazlarda okumanın hükmü, rahman ve rahim isimlerinin anlamları gibi konularda bilgi verirler. Bu bilgiler, bir evin binası durumundadır. Fakat o binadan tam yararlanabilmek için evde bulunması gereken eşya ve yiyecek gerekir ki bunlar da manevî tefsir mesabesindedir. Risale-i Nur, Sözler kitabının ‘Birinci Söz'ü ve makam münasebetiyle onun peşine konulan bir parçada, Besmele'nin insana gerçek kimliğini verdiğini, onu dünyada Yüce Yaratıcı'nın vazifelendirdiği bir müfettiş makamına yükselttiğini, bu manevi enerji kablosu ile insanı sonsuz kudret sahibine bağlayarak ona muazzam bir enerji kaynağı ve şahsi gücünden binlerce defa fazla bir güç kazandırdığını, kâinatı şenlendiren ve bütün yaratıkları insana âmade kılan sırrın "rahmet" olduğunu, koyun, inek gibi hayvanların da "Bismillah" diyerek rahmet feyzinden bir süt çeşmesi hâline geldiğini, bahçelerin, bostanların "Bismillah" diyerek hadsiz sebze ve meyveleri içinde pişirdiğini, kâinatı dolduran o rahmete ulaşmanın yolunun "Rahmeten lilâlemin" olan Hz. Peygamber (aleyhisselam)'ın terbiyesine girmek olduğunu anlatır. Başka çok örneklerden biri de Lem'alar kitabından ‘Birinci Lem'a'dır: Hz. Yunus'un (a.s.) denizde balık tarafından yutulması zahiri bir hadisedir. Fakat bu gerçekten hareket ederek her birimizin ondan daha müşkil durumda olduğumuzu, balığın onu yuttuğu gibi nefs-i emmâremizin de bizi yutup ihtiraslarımıza hapsettiğini, dalgalı dünya denizinde boğulmamak için, balığı bir denizaltı gemisi gibi bize hizmet ettirecek bir hale getirebilmemiz için Hz. Yunus gibi tam bir teslimiyetle Yüce Rabbimize sığınmamız gerektiğini vb. dersleri güzelce anlatarak bu kıssayı nasıl okumamız lazım geldiğini bildirir.

Bu tarz tefsire duyulan ihtiyacın da hayli fazla olduğunu, ayrıca geniş kitlelerin bunu daha kolayca anladıklarını söylemeye hacet yoktur.

Risale-i Nur'un Kur'ân'dan mülhem olduğu öne sürülüyor, ne dersiniz?

Bu Külliyatın müellifi, eserini yazarken yanında Kur'ân-ı Hakîm'den başka kaynak bulunmuyordu. Bazen bir konudaki ayetleri derinden derine tefekkür eder, onları tekrar tekrar okur, her tekrarında yeni yeni feyizler alır, sonra Kur'ân'dan mülhem olarak süratli bir şekilde o konuyu açıklar, yanındaki talebelerine yazdırırdı. Bu eserleri şahsının malı olarak düşünmediğinden, fazileti Kur'ân'a râci olup Kur'ân hakikatlerine hizmet ettiğinden, bunların ehemmiyetini belirtir, insanların bu eserleri dikkatli bir şekilde okumalarını tavsiye ederdi. O şöyle diyor: "Manevî bir elektrik olan Risale-i Nur dahi, ne şarkın malumatından ve ne de garbın felsefe ve fünûnundan iktibas edilmiş bir nur değildir. Daha doğrusu, semavi olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebesinden iktibas edilmiştir."2 Üstad'a göre Risale-i Nur'un Kur'ân'dan mülhem olduğunun şu gibi delilleri vardır: Üstün ikna kabiliyeti, farklı seviyedeki insanlara hitap edip herkesin kendi durumuna göre yararlanmasını sağlaması, muhtevasının zenginliği, müellifin adeta bir yerden okuyormuşçasına süratle söylemesi, söylediğinin yanındaki talebeler tarafından hızla yazıya geçirilmesi, külliyatın, müellifinin havsalasının çok ötesinde bir genişliğe sahip olması. Bu Külliyat, getirdiği misaller ve diğer bazı özellikleriyle derin hakikatleri sade insanlara bile anlatır. Halbuki o gerçekleri, büyük âlimler bile "anlaşılmaz ve anlatılamaz" deyip, değil geniş kitleye, ilim bakımından yüksek seviyedeki insanlara bile anlatamazken, Risale-i Nur etkili ve duygulu bir şekilde anlatır. Demek, Risale-i Nurdaki sühulet-i beyan (kolay anlatım), şüphe yok ki ilahi inayet eseridir ve onun müellifinin hüneri olamaz.3 Şunu unutmayalım ki Kur'ân-ı Hakîm Allah Teâlanın, bal arısına ve sair hayvanlara bile ilham ettiğini, Allah'ın kelimelerinin tükenmek bilmediğini bildirir. Kendisini Kur'ân'a veren bir mü'minin, onun "tükenmek bilmeyen bedî mânâlarına" mülhem olmasında yadırganacak bir taraf bulunamaz. Sıradan insanların bile, iradeleriyle olmayan bazı durumlar hakkında "kalbime doğdu", "içime doğdu" tabirlerini kullandıklarını çokça görürüz.

Risale-i Nur'un, Kur'ân anlayışına getirdiği bir yenilikten bahsedilebilir mi?

Risale-i Nur'un üzerinde durduğu temel konulardan biri Kur'ân'ın hakkaniyeti, yani gerçeğin ta kendisi olmasıdır. O, insanlara iyice temellendirilmiş bir Kur'ân anlayışı vermeye büyük özen gösterir. Kur'ân'ın klasik tarifi şöyledir: "Allah Teâla tarafından Hz. Muhammed'e (aleyhisselam) vahyedilmiş, tevatürle nakledilmiş, Mushaflarda yazılmış, tilavetiyle ibadet olunan, mu'ciz kelamullahtır." Bu, Kur'ân hakkında belirleyici bir çerçeve çizen mükemmel bir tariftir. Fakat Kur'ân'ın işlevlerini ve ondan nasıl yararlanmak gerektiğini göstermek için o, başka bir tarif daha yapar. Aslında pek teksifî (yoğun) olmakla beraber yine de uzun sayılabilecek bu tarifinden bazı cümleleri (sadeleştirerek) verelim: "Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah'ın kelamıdır. Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara yönelttiği ezeli hutbesidir. Görünen âlemde, görünmeyen gayb âleminin lisanıdır. İslâm medeniyetinin güneşi, temeli ve mimari projesidir. Uhrevi âlemlerin mukaddes haritasıdır, maketidir. İnsanlığın hakiki hikmeti (felsefesi), insanlığı mutluluğa götüren gerçek mürşididir. İnsana hem hüküm ve hukuk kitabı, hem dua ve ibadet kitabı, hem hikmet kitabı, hem fikir kitabı, hem zikir kitabı, hem insanın bütün manevi ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları içeren kapsamlı bir kitab-ı mukaddestir."4

Bir başka eserinde de, hangi yönünden bakılırsa bakılsın, Kur'ân'ın bütün insanlığa ebedi ufuklar açan mükemmel bir rehber olduğunu şöyle temellendirir:

"Kur'ân'ın altı yönü de doğruluğunu gösterir: Üzerine oturduğu zemin, delil sütunları üzerine oturur. Üstünde mucize olduğuna dair parıltılar bulunur. Arkasını semavi vahyin gerçeklerine dayandırır. Önünde gösterdiği hedef, dünya ve ahiret mutluluğudur. Sağ tarafında aklı konuşturup tasdikini alır. Sol tarafında temiz kalblere ve vicdanlara hitap eder, fıtratın şahitliğini alır."5

Tefsirde izlediği usûl hakkında ne dersiniz?

Üstad Bediüzzaman hemen her bahsi, bir ayet-i kerime ile başlatır. Böylece yazacağı şeylerin, o ayetin feyzinden bazı katreler olduğunu gösterir. Fakat umumiyetle ayetin mealini vermez. Diğer tefsirlerin yaptığı tarzda açıklamalara girişmez. Onları önemsiz gördüğünden değil, öteki tefsirlerde zaten yapıldığından ötürü onlara havale eder. Anlatırken akla hitap eden deliller gösterir, bazen misaller verir, bazen hikâye zikreder. Kur'ân'dan başka kaynağa müracaat etmez. Yeri geldiğinde hafızasından ilgili hadis-i şerifleri nakleder. Bu, onun, hayatının son otuz beş yılını sürgün ve hapislerde geçirmesine de verilebilir. Fakat bunun ötesinde o, İmam Rabbanî'nin (rh.a) "Tevhid-i kıble et!" tavsiyesini tutmak için böyle yaptığını şöyle anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki bütün tarikatların başı, bütün gezegenlerin güneşi, Kur'ân-ı Hakîmdir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Ona sarıldım. Nâkıs istidadım, elbette layıkıyla o mürşid-i hakikiden en mükemmel şekilde istifade etmese de, yine de Kur'ân'ın feyzini, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'ân'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız birtakım ilmî meseleler değil, aynı zamanda kalbî, ruhî, hâlî olan imanî meselelerdir. Ve pek kıymetli ilahî irfan hükmündedir."6

İşârâtu'l-İ'caz tefsirinde ise farklı bir usûl takip etmiştir. Öteki klasik tefsirler gibi sûre ve ayet sırasını gözeterek ayetleri açıklamış, ayetler içinde cümlelerin, cümleler içinde kelimelerin tam yerinde olduklarını, Kur'ân'ın belagat inceliklerini, üslup özelliklerini göstermekle beraber bilimsel tefsir ile sosyolojik tefsirin mükemmel örneklerini vermiş, Kur'ân'ın mucize olduğunu çeşitli yönlerden ortaya koymuştur. Önsözünde belirttiği gibi, ona göre, fertler ne kadar âlim de olsalar, Kur'ân'a mükemmel tefsir yapamazlar. Onun için çeşitli alanlarda uzmanların teşkil edeceği yüksek bir heyetin bu işi yapması sağlanmalıdır. Ancak, zorlayıcı şartlar bu eserini devam ettirmesine mani olmuş, bir numune olmak üzere bir ciltlik tefsir elimizde kalmıştır.7

Bediüzzaman (rahimehullah) nasıl bir hizmet ifa etmiştir?

Bediüzzaman, Müslümanların başlıca fikir ve maneviyat merkezleri olan medrese, mektep ve tekkenin işlevleri arasında tam bir irtibat sağlamıştır. Ona göre bunlardan her birinin kendilerine mahsus alanları vardır. Fakat bir koordinasyon ile zaman zaman bir araya gelip müşterek gayeye hizmet etmelidirler. Bunu, üç ayrı odasının ortadaki büyük salona açıldığı bir ev benzetmesi ile ifade eder. Kendisinin de ilk yetişme ortamı olan medresenin zahiri, sağlam ilim ölçüleri, okulun temsil ettiği modern bilimler, üçüncü olarak da nefis terbiyesi ve kalbe yönelen maneviyat eğitimi, ona göre vazgeçilmez üç unsur olup bu üç temel müessesenin ahenk içinde Müslüman toplum içinde yerlerini almaları gerekir. Fikir öncülüğünü yaptığı birçok müessese, okul, yayın evi, gazete, radyo, televizyon, kitap, dergi çalışmaları ile onun temennilerinin nispeten gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Allah Teâla onu garîk-i rahmet eylesin, Müslümanları da onun böylesi güzel irşadlarını uygulamaya muvaffak buyursun.

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Şahdamar Yay. İstanbul 2007, s. 505.

2. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 65

3. Mektubat, s. 421.

4. Sözler, s. 392-93.

5. Şualar, s.126.

6. Mektubat, s.402.

7. Bu konuda şu güzel kitaptan geniş bilgi alınabilir: Dr. Niyazi Beki, Kur'ân İlimleri ve Tefsir Açısından Bediüzzaman Said Nursi'nin Eserleri, İstanbul, 1999.

Yazar:

Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 22-04-2011
6,090 kez okundu
Block title
Block content