A- İBADET ve HAYAT
Kur'ân'ın tesis ettiği ibadet felsefesi, fertleri eğiterek cemiyeti düzenlemeye yönelir. Kur'ân'a göre "ibadet" kavramı çok geniş kapsamlıdır. Kısaca tarif edecek olursak; "ibadet, Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmaktır."
Kur'ân'a göre ibadet, insan hayatinin her türlü tezahürüne sirayet eden bir tavırdır. Binaenaleyh, bütün parçaları birbiriyle ilişkili mükemmel bir sistem halinde işleyen İslâm hayatının her tarafı ibadete ayarlıdır. Bakara 21, 22. âyetleri bütün insanları Allah'a ibadete çağırmasının gerekçesi olarak: "Çünkü sizi yaratan O'dur. Sizden önceki nesilleri, atalarınızı yaratan O'dur. Yeryüzünü size bir döşek, göğü bir kubbe (atmosfer küresi) gibi kuran, gökten yağmur indirip her türlü mahsulü rızık olarak size yetiştiren de O'dur" Fatiha sûresinde zımnî ibadet emrinden önce, Allah'ın Rabbü'l-Âlemîn, Rahman, Rahîm, hesap gününün Hâkimi sıfatları gerekçe olarak bildirilmiştir. Rububiyet tezahürlerinin yayıldığı pek geniş daire göz önüne serilerek ubudiyetin de ona münasip bir şümulde olmasının lâzım geldiği sergilenmiştir.
Kur'ân'a göre İslâm binasının temeli olan akaid esaslarını sağlamlaştıran ve onları sabit bir sıfat, bir meleke haline getiren unsur ibadettir. Vicdan ve aklı ibadet besleyip geliştirmezse o vicdanın işleri, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. İslâm dünyasının bugünkü durumu, bu tesbitin ne derece doğru olduğunu gösterir. Sayısı yüz milyonları bulan Müslümanlar farz ve haramlara inandıkları halde, Müslümana ait sıfatlar, onların ekseriyetinde görünmemektedir.
İbadet hem dünya, hem ahiret mutluluğunun yoludur. Hem dünyevî hem uhrevî işlerimizi düzenleyen, plâna koyan bir rehberdir. Aynı zamanda ibadet, hem şahsî hem nev'î kemâle, yani topyekün insanlığı mükemmele götüren bir vasıtadır. İbadet kul ile Rabbi arasında şerefli bir nisbettir. İbadet ile kul Rabbine intisab eder. O'nun mülkünde çalıştığını bildirmiş olur. Bilindiği üzere, muteber bir kurumda çalışan kişiler, gerektiğinde kurumlarının adını övünerek söylerler. Müslüman da Allah'a mensup olduğunu "inna lillah" diyerek övünerek ilân eder.
İbadetin dünya mutluluğunu nasıl sağladığını şöylece anlatabiliriz:
1- İnsan bütün mahlûklar içinde mümtaz bir mevkidedir. Diğerlerinde bulunmayan, kendisine has latif, nazik bir hilkati vardır. Bu hassas yaratılış onu seçme yapmaya, kolay kolay beğenmemeye, en güzeli arzu etmeye, estetik, zevke uygun şeyleri beğenmeye sevk eder. İnsaniyete layık şekilde bir yaşayış ve mükemmelliğe doğru fıtrî, tabiî bir meyil verir. Bu meyiller sebebiyle insan yeme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını giderirken, öyle sanatlara muhtaç olmuştur ki, onların hepsini tek başına yapabilmesi mümkün değildir. Bir insan aynı anda hem fırıncı, hem doktor, hem mühendis, hem marangoz, hem çiftçi, hem terzi, hem elektronikçi, hem kuyumcu olamaz. Bundan ötürü insanlar cemiyet halinde yaşamaya, yardımlaşmaya, ihtisaslaşıp çalışmalarının neticelerini tebadül etmeye muhtaç olmuşlardır.
Rabbimiz insan hayatının raci olduğu üç temel kuvveye sınır koymamıştır. Bunlar da kuvve-i akliyye (düşünme), kuvve-i şeheviyye (arzu etme, bedenî hayatı sürdüren yeme, içme, cinsel hayat), kuvve-i gadabiyye (kuvvet kullanma, iş yapma, şiddet) kabiliyetleridir. Hikmetli Yaratan öbür mahlûklarda bu kuvveleri çok tahdid etmişken, insanlarda âdetâ serbest, sınırsız bırakmıştır. Çünkü Rabbimiz insana hilâfet, geniş bir kâinatta tasarruf ve gelişme sahası bırakmıştır.
Fakat sınır bırakılmaması, beşerî muamelelerde birbirinin hakkına tecavüz etme kapısını açmaktadır. İşte bu kuvvelerin haddi hududu olmaması sebebiyle, insanlar birbirlerine zulmettikleri için, toplum adalete muhtaç olmuştur.
Adalete olan ihtiyaçta bütün insanlar ittifak etseler de, insanların adalet anlayışları kendi seviyelerine ve bağlı oldukları gruplara göre farklı olacaktır. Kültür seviyesi, vicdan, tecrübe, menfaat, nefsî arzulardan uzaklık, mensup olunan topluluk, akrabalık gibi hususlar adalet anlayışlarını etkiler, farklı anlayışlar ortaya çıkar. Bundandır ki insanlar, kendi akıllarının dışında, herkes tarafından benimsenecek küllî bir akla muhtaçtır. Zira bu küllî akıl, her birini aşan üstün bir âlemden geldiği için, hem kudretli, hem de taraf tutma ihtimali olmayan, her türlü töhmetten uzak bir hakem durumundadır. İşte böyle küllî bir akıl, ancak küllî bir kanun niteliğinde olmalıdır. Ta ki dünyanın her tarafında aynı şekilde geçerli olan fizik kanunları gibi tarafsız, değiştirilmez, önlenemez olduğu anlaşılsın.
İşte bu kanun da dindir. Kâinattaki fiziksel sabitler değişmediği, meselâ her yerde ve her zaman su 100 derecede kaynayıp, 0 derecede donduğu, atmosfer basıncı her yerde hükmünü icra ettiği, madenler her yerde belirli derecelerde eridiği, hülâsa tabiatta cereyan eden işler her yerde, insanı aşan ilâhî bir plânın vaz'ettiği kanunlar olduğu gibi, diğer bütün dînî hükümler de öyle fıtrî, değişmez, eskimez, tarafsız hükümlerdir.
Allah'ın, insanların hayrına olarak koyduğu emirlere ve yasaklara uymayı temin etmeleri için, bütün varlığın yaratıcısı olan Mülk Sahibi'nin azametini, insanı görüp gözettiği kavramını zihinlere yerleştirmek lâzımdır. Bu ise, akaid esaslarının inkişafı demektir. Demek ki kul, alemi, kendisini ve öteki insanları yaratan bir kudretin olduğunu, O'nun birliğini, imtihan etmek için insanları dünyaya gönderdiğini, vücud, mal, mülk, sıhhat ve diğer nimetleri emanet olarak verdiğini, sonra de hesaba çekeceğini, orada tam bir adaleti gerçekleştireceğini, bunları bildiren Peygamber'e itaat etmekle mükellef olduğunu hatırlayacaktır.
İşte bu tasavvuru ve akide esaslarını kökleştirmek, kalplere ve zihinlere yerleştirmek için devamlı bir hatırlatıcıya ihtiyaç vardır ki bu da ibadettir.
2- Allah Teâlâ'nın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmakla, insan için, içtimaî hayatta muhtelif mertebeler, muhtelif nisbetler ve bağlar hasıl olur. Her bir fert kamu menfaati ve hukukî hükümler bakımından bir nevi durumuna geçer. (Zira emir ve buyrukların birçoğu özellikle dînî şeair ve umumî menfaatle ilgili olan emirler, birçok hakların ve hususiyetlerin kendisine bağlı olduğu nizamı tutan ip gibidir. Öyle ki o ip olmazsa o işler, ipi kopmuş inci taneleri gibi dağılacaktır. Yani pek çok haklar, haysiyetler, irşadlar, talimler ve ıslah gibi vazifeler toplum hayatında bir şahsa yüklenebilir. Eğer o işleri yerine getirecek şahıs liyakatli olmazsa, o vazifeler tamamen alt üst olur.
Kamu haklarını korumak, nizamın işlemesini temin etmek, insanları barış içinde yaşatmak, dürüst, ciddî, işinde titiz insanlarla mümkündür. Bir hâkim, bir kaymakam, bir okul müdürü, bir emniyet amiri, bir komutan veya herhangi bir kamu görevlisi, bir fabrikatör veya herhangi bir fert dürüst olursa, kendilerinden beklenen fayda ve gayeleri gerçekleştirir. Toplum mutlu olup, hayatını âhenk içinde sürdürür. Fakat o şahıs görevini yapmaz, yetkisini kötüye kullanırsa, cemiyetin birçok tarafı ile ilgili olmak hasebiyle, nizamı bozar. Demek ki insanları dürüst, nizama bağlı kılan şey ibadettir.
3- Müslüman kişi, ibadet sayesinde diğer mü'minlerle sabit, ciddî münasebetler kurar. Bu münâsebetler sağlam bir kardeşliğe ve sevgiye vesile olur. İşte kalbdeki o güzel inançların dışımızı aydınlatması, onların tesir sağlaması ve köklü bir meleke haline gelmesi, ancak ibadet sayesinde mümkün olur.
Beş vakit namaz için camide toplanmak, aynı kıbleye dönüp aynı Ma'bud'a yönelmek, aynı Rehberin terbiyesine girmek, zekât ile iktisadî dengeyi kurmak, oruçla zengin ve fakiri birbirinden haberdar ve eşit kılmak, yardımlaşma, dayanışma gibi emirlerle insanları bir vücudun azaları haline getirmek, ibadet emrine uymakla olur. Her mü'min, her gün beş defa bütün mü'minler için Allah'a dua eder. İşte bu kardeşlik dersi ile, toplumu mükemmel hale getiren müeyyide sağlanmış olur.1
B- KÂİNATTAKİ SA'Y (ÇALIŞMA) KANUNU
Allah Teâlâ'nın koyduğu kanunlardan biri de sa'y (çalışma) kanunudur. O kendisi Fa'al (Burûc, 16) her an bir işte (Rahmân, 29) olduğu gibi insanların da devamlı bir aktivite içinde olmalarını, kendilerini her an yenilemelerini istemektedir. Yoksa işlemeyen bir demirin paslanması gibi insan da paslanır.
Bütün kâinatta hükmünü yürüten bu şeriata, insanın da ayak uydurmasıyla, işte ancak o zaman, kendisinden matlup olan neticeler alınır. "Rabbin bal arısına 'dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurduktan çardaklarda kendine kovan edin' diye vahyetti." (Nahl, 68)
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" (A 'raf, 156)
Hiç bir varlık yoktur ki Allah'ı tenzih etmesin" (İsra, 44)
"Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ı tenzih eder" (Haşir, 1) âyetleri gibi bir çok âyet canlı ve cansız kâinatta hüküm süren bu kanuna işaret eder.
Birçok âyet gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, nebatlar, denizler gibi varlıkların, insanın hizmetine verildiğini bildirir (Meselâ, Nahl 11-14).
Allah, sonsuz kereminden, vazifenin mükâfatını, vazifenin içine yerleştirmiştir. İşte peşin verilen bu ücret sebebiyledir ki, değil sadece hayat sahibi canlılar, cansızlar bile evamir-i tekviniye denilen hususî vazifelerinde, tam bir şevkle Allah'ın emirlerini yerine getirirler; büyük kâinat sisteminde, bu büyük orkestradaki yerlerini alır, tesbihatlarını terennüm ederler. Tohum ve çekirdeklerden arı ve tavuğa kadar, göz, kulak gibi azalardan, güneş ve yıldızlara kadar koro içindeki vazifelerini mükemmel surette yerine getirirler.
Vazifede lezzet bulunduğunun yüzlerce delili vardır. Meselâ bedenimizdeki azalara bakalım. Bunlardan her biri vücudun bekâsı için çalışırken, en büyük ücreti almışçasına şevkle çalışırlar. Çalışmadan aldıkları lezzet o kadar büyüktür ki, hizmeti terk etmeleri onlar için azap haline gelir. Bazen bir gözün bağlanması, kulağın ses işitmemesi, onlar için işkence olur. Kol işlemez, ayak yürümezse kireçlenir, atıl kalır.
Tavuk civcivlerini korumak için köpeğe saldırır. Kendisi aç kalır, onları korur. Demek o hizmette öyle bir lezzet var ki açlık acısına, hatta ölüm elemine galip gelir. Hayvanlardan olan anneler, küçük yavrularını ihtimamla korudukları halde, büyüdüklerinde onları gözetmezler. Yiyeceklerini elinden alırlar. Çünkü vazife kalkınca, ücret ve lezzet de gider. Yalnız insanlarda acz ve za'f devam ettiğinden annelerin görevi devam eder.
Bitkiler, ağaçlar bu vazifelerini mükemmelen yaparlar. Güzel kokular yayarak, güzel şekillerle süslenerek, güzel tatlı meyvelerine müşteri celbetmeye çalışırlar. Kendilerini çürüterek yeni nesle yer açarlar. Kendileri çamur yerken yavrularına tatlı meşrubatlar içirirler. Hatta dar bir yerde hapsedilen insan ferah bir yere çıkmak istediği gibi, çimlenme ve başaklanma sırasında hububatta öyle bir şevk hissedilir.
İşte "Sünnetullah" denilen bu sırlı ve yaygın düsturdandır ki; rahat yatağında yatan insan, çalışandan daha az mutlu olur. Vakit geçirme peşinde gezer.
İşte böylece Cevad-ı mutlak, her canlının eline lezzet miadıyla ve ihtiyaç mürekkebi ile yazılmış bir tezkereyi vermiştir. Onunla evamir-i tekviniyyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini bildirmiştir, (Tâhâ sûresinin 50. âyeti, Allah Teâlâ'nın, yarattığı her mahlûka, hayatını nasıl sürdüreceğine dair programı ilham ettiğini bildirir.) O programı ihtiva eden sandukanın anahtarı lezzettir. Onunla çekmeceyi açıp programı okur ve rolünü oynar.2 İnsan hayatının da aksamadan devam edip neticelenmesi için, aynı düstura uyması, şevkli bir gayret için olması lâzımdır.
C- HAKİKATİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın hakka, hakikat ehline yardımcı olacağını bildirir (Mücadile 21; Al-i İmran, 139; Nisa, 141).
Fakat bu, mutlak olmayıp, bir kayıtla kayıtlıdır. Bu kaydı iyice anlamak için şu dört noktayı göz önünde bulundurmak gerekir:
1- Allah'ın iki kemal vasfından iki şeriatı tecelli etmiştir: Kâinat kitabı (Şeriat-ı tekviniyye) ve Kur'ân (Şeriat-ı tenziliyye). Kur'ân her ikisine de kitap, ve onların her bir birimine de ayet adını verir (Meselâ bakınız: Rum 20-24; Al-i İmrân, 7)
Teşriî emirlere itaat veya isyan olduğu gibi tekvini emirlere de olur. Fakat birincisinin mükâfat ve mücâzatı ekseriya ahirette görülür.
İkincisinin neticeleri ise ekseriya dünyada alınır. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir. Ataletin mücâzatı sefalettir. Sa'yin sevabı servettir. Sebatın mükâfatı galebedir. Zehirin ikabı hastalık, panzehirin sevabı sıhhattir.
Bazen aynı şeyde iki şeriatın emri bir araya gelir.
Demek ki hak yolda olan birinin vasıtası hak olmazsa dünyada başarısız kalabilir. Buna mukabil bâtıl yolda olan kişi hak vasıtaya sahip olursa dünyada muvaffak olabilir.
2- Müslümanın her vasfı Müslim olması gerekirken realitede her zaman böyle değildir. Kâfirin her vasfı da küfründen neş'et etmesi gerekmez. Onun için kâfirdeki Müslim sıfat, mü'mindeki kâfir sıfata galip gelebilir.
Allah dünyada hayata şamil bir hak vermiştir. Onun yaratılışında ilâhî hikmetler vardır. Küfür, Allah'ın o hayata tanıdığı imkâna mani olmaz.
3- Bir hak, bi'l-kuvve veya kuvvetsiz kalmış veya karışık (mahlût) olabilir (Al-i İmran sûresinin 154. âyeti cihad emrinin, sinelerinde olan imanı denemek ve kalplerdeki niyeti halis olarak ortaya çıkarmak için, bir imtihan olduğunu ifade eder). Onu güçlendirmek veya tehzib etmek için bâtıl musallat edilir ki hak halis olarak ortaya çıksın (fizikî eksersizler, antrenmanlar gibi).
Şu halde hakkın üstünlüğü:
1- Zatında olan üstünlüktür ki bu her zaman her yerde tezahür eder.
2- Sonuç itibariyledir.3 Yani, âhiret hayatında gerçekleşecek üstünlüktür. "Akıbet müttakîlerindir" (A'raf, 128)
D- FITRATA UYMA
Rum sûresinin 30. âyeti insanların, Allah'ın verdiği fıtrata uygun hareket etmelerini ve bu hilkati değiştirecek hiçbir kudretin bulunmadığını bildirir.
Allah Teâlâ, insan nevini, binlerce nevileri sümbül verecek ve binlerce hayvanlar kadar çeşitlilik gösterecek fıtratta yaratmıştır. Öteki hayvanlar gibi, kuvvelerine, latifelerine, duygularına had konulmamış, serbest bırakılıp hadsiz makamlarda gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken, onu, binlerce nevi hükmüne geçirmiştir. İşte bunun içindir ki insan, kâinatın neticesi, canlıların sultanı ve arzın halifesi olmuştur.
Nev-i insanın tenevvürünün en mühim gayesi ve zembereği, müsabaka ile hakikî imanlı fazileti ortaya çıkarmaktır. Fazileti kaldırmak ancak beşerin mahiyetinin, fıtratının imha edilmesiyle mümkündür.4
Fazilette eşitlik olmaz, ama hukukta, haklardan istifade etmekte eşitlik vardır. Rum sûresinin 28. âyeti kabiliyet, fazilet ve meziyetlerde eşitlik olmayacağını bildirir. Buna mukabil Hucurât, 13. âyeti, bütün insanların hukukta eşit olup üstünlük sebebinin sadece, Allah rızasını kazanma, O'nu daha çok tazim etme olduğunu bildirir.
Beşerin içtimaî hayatında çığır açan kimsenin, kâinattaki fıtrat kanunlarına muvafık hareket etmesi gereklidir. Böyle yapmazsa, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. İslâmiyetin hızla yayılması, bütün coğrafyalardan, ırklardan, lisanlardan, her çağda artan bir oranla insanlar tarafından benimsenmesi bu sırdandır.
E- BAŞLANGIÇTA VAHŞET DEĞİL, MEDENİYET
Batı sosyolojisi, insanlık tarihinin başlangıcında mutlak bir vahşet (ilkellik) bulunduğuna inanır. Beşeriyetin, tedricî bir tekâmül ile günümüze kadar geldiğini düşünür.
Kur'ân-ı Kerîm ise insanlığın başlangıcında "bütün eşyanın isimlerinin kendisine öğretildiği" Hz. Âdem (as) ile eşinin bulunduğunu bildirir.5 Bu aileden dünyaya gelen insanlar, ahenk içinde yaşayan ilk insan cemiyetini teşkil etmişlerdir.
"İnsanlar bir tek ümmet idi. (Aralarında ihtilâfa düşünce) Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi; insanların aralarında ihtilâfa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi" (Bakara 213) âyeti bu gerçeğe temas eder. Bazı tefsirciler bu ahengin Hz. Nuh (as)'a kadar sürdüğünü söylerler.6
Semavî kitap ve dînin menşei hakkında Kur'ân'ın bildirdiği bu inanç, gayr-i müslimlerin "gelişme" iddialarından daha tutarlıdır. Maalesef bazı Müslüman araştırıcılar da bu batı fikrinin etkisinde kalmışlardır.7
Elmalılı M. Hamdi Yazır da, insanlığın başlangıcında medenî bir hayat olduğunu kabul eder ve der ki: "Bizim tercihimize göre başlangıçta toplum fikri ve duygusu, icab-ı İlâhî ile zarurî (mecburî), fakat fiilî tatbikatı ve inkişafı ise ihtiyarîdir. Çünkü nübüvvet bir ilm-i zarurîdir (kesin ilimdir) ve Hz. Âdem nebidir (Elmalılı, insandır). Din, dil, toplum hayatının başlangıcı o zamandandır. Hz. Âdem'in nübüvveti ise, ilk nübüvvettir. İlk dönemde yaşayan insanların akılları bununla tekâmül etmiş, dünya sevgisi, şehvanî isteklerdeki farklılaşmalar ve beşerî ihtilâflar üzerine, ikinci peygamberler ve kitapları indirme dönemi başlamıştır.8
Etnoloji çalışmaları, yeryüzünde birbirinden uzak dönemlerde ve yerlerde yaşayan toplumların, inanç ve kültürlerinde benzer noktalar bulunduğunu ortaya koymuştur. Meselâ tek Tanrı, insanlığın ilk babasının yaratılması, Nuh Tufanı, Miraç, ceza kavramlarındaki ortak inanç gibi. 9
Nebiler manevî önderler oldukları gibi, bazen maddeten de insanlığa rehberlik etmişlerdir. Beşerî terakki düz yönde ilerlememiş, bazen zikzaklar veya kesintiler olmuştur. Kur'ân "kuvvetçe daha ileri bazı toplumların ortadan kaldırıldığını bildirir. Hz. Nuh gemiyi (Hud, 37). Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zülkarneyn madenleri işletmeyi, Hz. İbrahim yakmayan ateşi, yerden su fışkırtmayı (artezyen). Hz. Yusuf saati öğretmiştir. Keza Hz. Süleyman kuş dilini öğrenmiş, beşeriyete de bu yolu açmıştır."10
F- TOPLUMLARDAKİ SÜNNETULLAH
Sosyoloji ilmi Avrupa'da kurulmadan bin küsur yıl önce Kur'ân, toplumlar için sabit kanunlar olduğunu bildirmiştir.
İşte daha önce geçmiş topluluklar hakkında Allah'ın kanunu budur; Allah'ın kanununda asla değişiklik bulamazsın." (Ahzâb, 62)
Kur'ân toplumların da fertler gibi muayyen ömürleri olduğunu bildirir. "Her ümmetin tayin edilmiş bir vakti vardır. O vadeleri geldiğinde onu ne bir saat geciktirebilir, ne de öne alabilirler." (A'raf, 34)
İnsan cemiyeti tek başına ıslah edemez. Ancak bir efkâr-ı umumîye (kamu oyu) oluşturduktan sonra istediğini gerçekleştirebilir. "Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez" (Ra'd 11).
Bu şu demektir: Bir toplum, kendindeki bir hali değiştirmek istiyorsa, önce kendi psikolojisini değiştirmelidir. Eğer bu değişikliği yaparsa, Allah da onlara nimetlerini gönderir. Nitekim nimetlere şükretmeyen İsrailoğullarını azaba dûçar etmiştir. (Bakara 211; A'raf, 162) Bu maymuna dönüştürme ister şeklen, ister huy bakımından olsun.11 ,. Allah Teâlâ'nın Sünnetlerinden biri de şudur: O, azgın topluluğa önce belâ gönderir. Bunu değerlendirip gerekli dersi çıkarmazlarsa, peşinden nimet ve rahatlık verir, fakat sonunda onları çarpar (Bakara, 50-56; İsra, 6-7; Rum, 33-34).
Allah iman, şükür ve hatalarından tevbe edenlere imkânlar verir (İsra, 6), nimetlerini artırır (İbrahim, 7), sabredenleri ödüllendirir (al-i İmran, 125), bazen sınamak için mağlubiyeti tattırır. (Al-i İmran, 152).
"Yolumuzda mücahede edenleri elbette muvaffakiyet yollarına ulaştırırız." (Ankebut, 69)
Demek ki toplum bir tutum içine girer. Allah da bunun neticesi, o cemiyeti mükâfatlandırır veya cezalandırır.
Kur'ân'ın bu içtimaî kanuna büyük önem vermesi, ilmî bir mucize sayılabilir. Hatta bu kanuna büyük yer veren bilim dalına "Sosyoloji" yerine "Sünnetullah" demek daha uygun olur.12 İşte Kur'ân'ın emr-i maruf nehy-i münkeri en mühim farzlardan kılmasının sırrı, buradan anlaşılabilir. Toplum ağacının canlılığını devam ettirmesi için, içine kurt girmemesi gerekir. Toplumdaki ahenk ancak bu şartla devam edebilir.
KUR'ÂN'IN HAYATA VERDİĞİ PRENSİPLERLE AVRUPA MEDENİYETİNİN PRENSİPLERİNİN MUKAYESESİ
Hristiyan Batı dünyası, İslâm'ın zuhuru karşısında, Kur'ân'ın yaptığı diyalog teklifini (al-i İmran, 64) kabul etmemiştir. Kendi ülkelerinin Müslümanlarca fethedilmesi, özellikle Hristiyan din adamlarını, akıl tavrının ötesine götürmüştür. Hristiyanlık, İslâm'ı öğrenmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Daha sonra da, düzenlenen Haçlı savaşlarıyla İslâm'ı ortadan kaldırmak istedi. Meşhur Haçlı Savaşları yedi asır önce bitse de, Batı ile Müslüman Doğu arasında bu harp hali hep devam edegeldi.
Rönesans sonrası Avrupa ise materyalist ve hümanist yönde gelişti. Hristiyanlığa olduğu gibi bütün semavî dinlere de kendini bağımlı saymadı. Maziden Yunan felsefesi ve Roma nizamını esas alırken Hristiyanlığa da sınırlı bir yer tanıdı. Bu temel üzerinde insana, kâinat ve hayata materyalist bir açıdan baktı.
Semavî hidayeti bozulmamış olarak muhafaza eden Kur'ân medeniyetini kendisine ciddî bir rakip gördü. İslâm'ı değerlendirmede Rönesans öncesi Batı ile Rönesans sonrası Batı arasında bir fark bulunmaz.
Şimdi de, yetmiş yıllık bir arıza olan komünizmi bertaraf ettikten sonra, kendisine rakip olacak başlıca kuvvetin ve dînin İslâm olduğunu açıkça iddia eden birçok Batılı yetkili görmekteyiz.
İşte insanlığın bir yol ayrımına geldiği günümüz dünyasında, Kur'ân medeniyeti ile Avrupa medeniyetinin nasıl bir insan ve toplum istediklerini açıkça ortaya koymaları gerekmektedir. Bunları iyice inceleyip insanlığın ona göre bir yol tutmasında isabet vardır. Aşağıda her iki medeniyetin sosyal hayata verdikleri prensipleri arz edeceğiz:
Batı felsefesine göre hayatta nokta-i istinad, üzerine basacağımız zemin, esas kıstas kuvvet kavramıdır. Kuvvetli olan, hayatta kalmaya ve üstün olmaya lâyıktır. Kuvvetin fonksiyonu ise başkalarına tecavüzdür. Batı'ya göre hayatın hedefi menfaattir. Menfaat ise sınırlı olduğundan, insanları boğuşmaya sevkeder. Hayat prensibi olarak mücadeleyi esas alır. Bundan da ihtilâf ve kavga doğar. Batının insan kitlelerini bir arada tutmak için prensibi ise ırk ve milliyet esasıdır. Bu da bir ırka, öbürlerini sömürme imkânı vermektedir. Batı'nın vardığı netice ise; nefsin şehvetlerini tatmin ve insanların ihtiyaçlarını devamlı artırmak, tüketime sevketmektir.
Kur'ân'a göre ise nokta-i istinad, haktır. Hakkı esas almak ittifak sağlar. Hayattan hedef, Allah'ın rızasını kazanmak ve fazileti ideal edinmektir. Fazileti hedef almak, samimî bir kardeşlik ve yardımlaşmaya götürür. Kur'ân'ın hayat prensibi yardımlaşmadır. Bu ise, insanları birbirinin imdadına koşturur. Kitleler arasındaki birleştirici unsur din, vatan ve meslek bağlarıdır. Bu da kardeşliğe sevkeder. 13
SONUÇ:
İşte Avrupa medeniyeti, bazı güzel taraflarına rağmen, temelindeki bu çürük esaslar sebebiyle insanlığa mutluluk getirmemiştir. İnsanlığın ancak beşte birine yalnız maddî konfor sağlamıştır. Kur'ân-ı Kerîm ise hikmetli, dengeli bir gelişme tavsiye eder, dünya ve ahirete birden baktığından iki dünya mutluluğunu gerçekleştirir.
Sovyetler Birliği'nin devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un 24 Nisan 1995'de Türkiye'de verdiği bir konferansta söylediği şu sözler 20. asırda dünya siyasetinde önemli bir yere sahip birisi tarafından, söylediklerimizin doğrulanmasıdır. O şöyle diyor:
"Kapitalist sistem de, komünist sistem de önerdikleri toplumsal modellerle başarılı olamadılar. Komünist sistemin modeli, hayatın önemli gerçekleriyle çatışıyordu. Bireysellikle, özgürlükle ve sair. Öte yandan kapitalist sistem de, topluma vaad ettiği mutluluğu ve huzuru sağlayamadı. Onun yerine kendi modelini, bazen de şiddet yoluyla dayatmaya kalktı. Ama amacına ulaşamadı.
O sebeple insanlık yeni bir hayat modeli aramak zorunda kaldı. Herhalde bu model bulunacaktır ve bu model, daha önce gözardı edilen değerleri, örneğin Hristiyanlığın, Müslümanlığın ve toplumsal kültürün değerlerini dikkate almalıdır." 14
DİPNOTLAR
1 İbadet ve Hayat Nizamı, Mart 1989, s. 3-7
2 S. Nursî, Lem'alar, s. 123
3 S. Nursî, Sözler, 770-772
4 S, Nursî, Lem'alar, s. 170-171
5 İbrahim Canan, Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, İstanbul, Cihan Yay, 1984, s, 96-99.
6 Razi, 6, 13; Elmalılı M. Hamdi Yazır, I, 741-751,
7 S. Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'ân, I, 216
8 Elmalılı, Tefsir, I, 750.
9 Mircea ELIADE, Traite'd' Histoire des Religions, p. 46-101.
10 Bediüzzaman Sözler, 20. Söz.
11 L. Cebeci, Kur'ân Sosyolojisi, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ocak 1987, s. 18-19.
12 M. Reşid Rıda, Tefsiru'l-Menar, IV, 39.
13 Said Nursî, Sözler, 12. Söz, İstanbul 1958,
14 Hürriyet, Oktay Ekşi, Başyazı, s. 1 ve 39.