Kur’an’ın Mislinin Getirilememesi İspat Eder ki, Kur’an, Allah’ın Kelamıdır.
Kur’an’ın Nazmındaki Cezalet Harikadır.
Kur’an’ın Manasında Ki Belagat Harikadır.
Kur’an’ın Üslubundaki Bedâet Harikadır.
Kur’an’ın Lafzındaki Fesahat Harikadır.
Kur’an’ın Beyanındaki Beraat Harikadır.
Kur’an’ın Lafzındaki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın Manasındaki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın İlmindeki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın Bahislerindeki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın İfadelerindeki “Îcaz” Harikadır.
Kur’an’ın Şebabeti, Allah’ın Kelamı Olduğunu İspat Eder.
Kur’an Ayetlerinin Sonunda, Allah’ın İsimlerinin Zikri Emsalsizdir.
Kur’an Ayetlerinin, Kâinattaki Fiil Ve Eserleri,İman Hakikatlerine Delil Yapması Harikadır.
Kur’an’ın İlahi Sanattan Bahseden Ayetlerinin Hatimesi Harikadır.
Kur’an’ın, Allah’ın Fiillerini İzah İle Kanaat Verip Sonra Öz Bir Cümle İle Hıfzettirmesi Harikadır.
Kur’an’ın, Eşyanın İcadında, Zahiri Sebeplerin Etkisi Olmadığını Gösteren İfadeleri Harikadır.
Kur’an Başka Kelamlarla Kıyas Edilemez.
Kur’an, Ayetlerindeki Hikmet, Denge Ve Uyum Cihetiyle Emsalsizdir.
Hz. Musa (AS) zamanında sihir revaçta olduğu için, mucizelerinin çoğu ona benzer bir tarzda gelmiştir. Asasının yılan olması ve parlak el mucizeleri gibi…
Hz. İsa (AS) zamanında ise tıp revaçta olduğundan, mucizelerinin çoğu o cinsten gelmiştir. Ölüleri diriltmesi, alaca hastalığını tedavi etmesi gibi…
Bu sayede hakka karşı gelen kâfirlere, en mâhir oldukları sahada meydan okumuşlar ve Allah’ın izniyle de galip gelmişlerdir.
Hz. Muhammed (S.a.v.) zamanında ise dört şey revaçtaydı:
1- Belagat ve fesahat.
Fesahat: sözün, lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması ve kelimelerin söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi kelime ve cümle ahengi ile ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alakadardır. Fesahatin daha yüksek olan derecesine ise belagat denir.
2- Şiir ve hitabet.
3- Kâhinlik ve gaybdan haber vermek.
4- Geçmiş hadiseleri, kâinatın ve varlıkların yaratılış sırlarını bilmekti.
İşte Kur’an geldiği zaman bu dört nevi bilgi sahiplerine karşı meydan okudu. Her birine diz çöktürdü. Hepsi hayretle Kur’an’ı dinlediler.
Kur’an’ın nazil olduğu asırda, Arap yarımadası ahalisi tarihi hadiselerini ve yazıtlarını, şiir ve belagat kaydı ile muhafaza ediyorlardı.
Şiir ve belagat o derece revaçta idi ki, her sene yarışmalar düzenlenir, yedi edibin yedi kasidesi “muallakat-ı seb-a” namıyla, altın yazı ile Kâbe’nin duvarına asılırdı. Ancak Kur’an geldikten sonra Meşhur şair Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’nin duvarından indirirken şöyle diyor:
“Kur’an geldi artık bunun kıymeti kalmadı.”
Hatta her kabilenin edibi, en büyük milli kahramanı kabul edilirdi. En fazla o edip ile iftihar edilirdi. Bazen bir edibin sözü ile iki kavim savaş eder ve bir sözüyle barışırlardı. İşte Kur’an-ı Hakîm böyle bir zamanda 23 sene mütemadiyen şu gibi ayetlerle meydan okudu:
“Bu Kur’an, Allah’tandır. Başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden önceki kitabı doğrulayan ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur. O âlemlerin rabbindendir. Yoksa “onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: eğer sizler doğru iseniz, Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da hep beraber onun benzeri bir sure getirin.” (Yunus: 37-38)
“Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer bu davada sadık iseniz Allah’tan başka güvendiklerinizden, çağırabildiklerinizi çağırın da Kur’an’ın misli on sure getirin. Velev ki haberleri uydurulmuş olsun, sadece belagatine benzer olsun.” (Hud: 13)
“De ki: Andolsun ki, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya toplansa, birbirine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra: 88)
“Kulumuza indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sûre de siz getirin, Allah'tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz!
Bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ve taş olan ateşten sakınm; o inkarcılar için hazırlanmıştır.” (Bakara: 23-24)
Evet, Kur’an bu gibi ayetlerle o asrın dâhi ediplerini muaraza yani söz meydanına davet etti ve sekiz mertebe de onlara meydan okudu:
1- “Madem bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmıyorsunuz ve bir insanın sözüdür diyorsunuz, o halde Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen, ümmi bir kişi böyle bir kitap yazsın da görelim.”
Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı hiçbir ümmi meydana çıkamadı.
Ve Kur'an 2. defa meydan okudu: “Haydi bunu yapamıyorsunuz. Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen bir kişiden böyle bir kitap getiremiyorsunuz. O halde o zat gayet âlim ve kâtip olsun. Ve Kur’an gibi bir kitap yazsın.”
Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da hiçbir âlim ve kâtip Kur’an gibi bir kitap getiremedi.
Ve Kur’an 3. defa meydan okudu: “Haydi bir tek âlim ve kâtip zat Kur’an gibi bir kitap getiremiyor, o halde bir tek zat olmasın, bütün âlimleriniz, edipleriniz ve söz ustalarınız toplansın, birbirine yardım etsin. Hatta güvendiğiniz ilahlarınızı da çağırın size yardım etsin ve Kur’an gibi bir kitap getirin.”
Kâfirler bu meydan okumaya da sessiz kaldılar ve Kur’an gibi bir kitap getiremediler.
Ve Kur’an 4. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. O halde eskiden yazılmış edebî eserlerden de istifade edin, hatta gelecekte yazılacak olanları da yardıma çağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin.”
Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı yine kâfirler suskunluklarını bozamadılar.
Ve Kur’an 5. kez meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz, Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın tamamına değil, sadece 10 suresinin benzerini getiriniz.”
Kâfirler bu meydan okumaya karşı da parmaklarını bile kıpırdatamadılar.
Ve Kur’an 6. kez meydan okudu: “Madem 10 suresine mukabil, hakiki ve doğru bir benzer getiremiyor ve onu taklit edemiyorsunuz, O halde hikâyelerden, asılsız kıssalardan olsun. Sadece Kur’an’ın nazmına ve belagatına benzesin. Bu da yeter.”
Kâfirler bunu dahi yapamadılar. Kur’an’ın nazmına benzeyen asılsız hikâyelerden 10 sure getiremediler.
Ve Kur’an 7. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. Asılsız kıssa ve hikâyelerden Kur’an’ın 10 suresine nazımca benzeyen bir misil getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın bir tek suresinin benzerini getiriniz.”
Ama kâfirler bu meydan okumaya karşı da sessizliklerini bozamadılar.
Ve Kur’an 8. mertebede şöyle meydan okudu. “Madem Kur’an’ın bir tek suresine bile benzer getiremediniz. O halde haydi o sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun. Sadece kısa bir sureye benzer getiriniz. Eğer bunu da yapamazsanız bilin ki, din, can ve mallarınız dünyada da ahirette de tehlikededir.”
İşte Kur’an sekiz tabakada 23 senede değil, belki 1400 senedir bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuş ve okuyor, damarlarına şiddetle vuruyor, gururlarını dehşetli bir surette tahrik ediyor. O kibirli akıllarını küçümsüyor.
Ve diyor ki: “Ya benzerini getiriniz ya da canınız ve malınız tehlikededir. Eğer iman getirmezseniz mesulsünüz. Cehenneme gireceksiniz.”
Zira benzerini getiremezlerse islamı yok etmek için bir tek yol vardı ki o da savaşmak. Yani canın ve malın tehlikede olduğu bir yol.
Hâlbuki Kur’an’ın bir suresine benzer getirebilselerdi, Hz. Muhammed’in davasını iptal edeceklerdi. Canları, malları ve dinleri kurtulacaktı.
Acaba hiç mümkün müdür ki, bir iki satırla benzerini getirip, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) davasını iptal etmek gibi kolay ve kısa bir yol varken en tehlikeli, canın ve malın helak olabileceği savaş yolu tercih edilsin.
Evet, o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde en kısa ve rahat yolu terk etsin de, en tehlikeli, mal ve canı belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin. Bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki edipleri, birkaç harfle Kur’an’ın velev ki bir suresine benzer getirebilselerdi, Kur’an davasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve manevî helak’tan kurtulurlardı.
Nasıl ki, siz bir dava ile ortaya çıksanız ve davanızın doğruluğunu ispat etmek için “şu taşı kimse kaldıramaz” diyerek güçlü insanlara meydan okusanız, sizin davanızı iptal etmek için en kısa yol; “kaldıramazsınız” diyerek işaret ettiğiniz taşı kaldırmaktır. O taş kaldırıldığı zaman siz ve davanız çürür gider. O taşın kaldırılmayıp, sizinle savaş edilmesi ise ispat eder ki; o taş, kimse tarafından kaldırılamayan bir taştır ve siz davanızda sadıksınızdır.
İşte bu misalde olduğu gibi Efendimiz (S.a.v.) “Bu Kur’an’ın bir suresinin bile mislini getiremezsiniz” diyerek meydan okudu. Hâlbuki kibir ve azametleri, benlik ve gururları gereği gece gündüz çalışıp Kur’an’ın bir benzerini yapmalıydılar ki, âleme karşı rezil olmasınlar.
Hem Onlar, bir surenin mislini getirebilselerdi Kur’an’ın davası iptal olacaktı. Hâlbuki onlar savaş gibi en dehşetli ve uzun bir yolu tercih ettiler.
Demek meşhur Cahız’ın dediği gibi “Muaraza-i bil huruf mümkün değildi, Muharebe-i bissuyufa mecbur oldular” yani harfler ile söz meydanına çıkmak mümkün olmadığından, kılıçlarla harp meydanına çıkmaya mecbur oldular.
Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki kimse söz meydanına çıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbüs edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi. Hem birbirlerine yardımda mı fayda vermedi?
Eğer muaraza yani sözle mücadele ve Kur’an’ın benzeri bir kitap getirmek mümkün olsaydı herhalde kati teşebbüs edilecekti. Çünkü dinleri, canları, malları ve izzetleri tehlikedeydi.
Eğer teşebbüs edilseydi ve Kur’an’a benzer bir kitap getirilseydi her halükarda pek çok taraftar bulacaktı. Çünkü Kur’an’a karşı gelen kâfirler ve münafıklar gayet çok ve kalabalık idi.
Eğer taraftar bulsaydı her halükarda şöhret bulacaktı. Çünkü küçük bir mücadele bile beşerin fikrini celb edip destanlarda yer alıyor. Böyle acayip bir mücadele ise asla gizli kalamaz. Nasıl ki kâfirler, İslamiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler, elbette bunu da herkese neşredip, âleme yayacaklardı.
Ve eğer neşretselerdi, tarihlere ve kitaplara şaşalı bir surette geçecekti. İşte meydanda bütün tarihler ve kitaplar. Her yerini araştırsanız Müseyleme-i kezzabın kendisini rezil ettiği bir iki fıkradan başka hiçbir şey bulamazsınız.
Demek Kur’an’ın taklidini getirmek mümkün değildir. Ve getirilememiştir. Bu da ispat eder ki Kur’an, Allah’ın kelamıdır.
Eğer denilse: “Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek ayetine, hatta bir tek cümlesine, hatta bir tek kelimesine bile muaraza edilemez ve edilememiş” sözünde mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü insanların sözlerinde Kur’an cümlelerine benzeyen çok cümleler var.
Cevap: Her kelam kendisini söyleyenin mührünü taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, kabiliyetlerin farklılığı, ilim ve belagattaki üstünlük gibi hususlar, kelamlara ayrı ayrı meziyetler kazandırmakta ve ehli için, o sözün kime ait olduğunu adeta haykırmaktadır.
Mesela, hepimiz Türkçe konuştuğumuz halde Yunus Emre’nin veya Mehmet Akif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal ayırt edebiliyoruz.
Demek ki sözlerde Türkçe’nin ötesinde bir şey var. O da bu zatlardaki kemâlâtın, belâgatın ve ilmin söze aksetmesinden ibaret olan mahsus bir mühürdür ki, bizim sözlerimizde bulunmuyor.
Her ilim ve kemal ehlinin sözü sahibinin mührünü taşırsa, elbette O Allah ki, bütün kemâlât, onun kemaline nispeten zayıf bir gölgedir. Öyleyse O’nun kelamı da, o kemale yakışır bir mucizelik mührünü taşıyacaktır.
Bu sırrı idrak edemeyen ve kelamdan anlamayan bazı haddini bilmez kimseler, Kur’an’ın Arapça nazil olması cihetiyle “aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin” gibi cahilâne bir iddiada bulunuyorlar.
İnsanlar, Cenab-ı Hakkın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan da masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. Allah ise, odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odun da değil, ustadadır.
Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, kâinatın sanatkârı ise topraktan insan yapmaktadır. Kâinatta ki 300 elementi, birer harfe benzetirsek, Allah bu harflerle, bitkilerden, hayvanlara; insanlardan, denizlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkatını yazmıştır.
Cenab-ı Hakkın, element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmanın, insanlarca taklit edilmesi mümkün değildir. Hâlbuki onun yapılmasında kullanılan elementleri, insanların da kullanabilmeleri imkân dâhilindedir. İnsanların bir güneş yapmaları ve duha vaktini getirmeleri mümkün olmadığı gibi “veşşemsi ve duhâha” (güneşe ve duhâ vaktine yemin olsun ki) ayetinin benzerini getirmeleri de mümkün değildir.
Kur’an’da ki ifadenin güzelliği ve manaların meziyetini taklit etmek, beşerin kuvvetinin üstündedir ve taklit edemezler. Zira Kur’an-ı Hâkimin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda, on belagat nüktesi ve on münasebet bulunur. Mesela, nasıl ki, nakışlı ve süslü bir sarayda, muhtelif nakışların düğümü hükmündeki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmeye bağlıdır. Bütün duvarı, nakışlarıyla bilemeyen, o duvara bir nakşı ilave edemez. Eğer etse, güzelliğini bozar.
Hem nasıl ki, insanın başındaki gözü, yerine yerleştirmek, bütün cesedin münasebetlerini, acayip vazifelerini ve gözün o vazifelere karşı vaziyetini bilmekle olur. Öyle de Kur’an’ın kelimelerinde pek çok muhtelif münasebetler ve diğer ayetlere, cümlelere bakan çok vecihler ve alakalar vardır. Hatta harflerden mana çıkarıp açıklayan âlimler bir Kur’an harfinde bir sayfa kadar sırrı beyan ederek bu hakikati ispat etmişlerdir.
İşte insanın sözlerinde Kur’an kelimeleri gibi kelimeler belki cümleler olabilir. Fakat Kur’an’da ki o kelimeler ve cümleler, diğer kelime ve cümlelerle çok münasebetler içindedir. Beşer ise, sözünde bu tür münasebetleri gözetmekten acizdir.
Bu yüzden Kur’an’ın mislini getirmek mümkün değildir. Şimdi bu hakikatin binlerce numunesinden bazı misalleri beyan edelim ki, Kur’an’ın mislini getirmenin mümkün olmadığı, iki kere iki dört eder katiyetinde anlaşılsın.
Kur’an’ın Nazmındaki Cezalet Harikadır.
Kur’an’ın nazmında bir cezalet, yani ayetlerin tertip ve düzeninde bir güzellik vardır ki, beşer sözünde bu güzellik bulunmaz. Bu güzelliğin binlerce numunesi Kur’an’da mevcuttur. Bizler iki misalle Kur’an’ın nazmındaki güzelliği göstereceğiz:
1- وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ
“Andolsun, onlara rabbinin azabından bir esinti dokunmuş olsa.” (Enbiya: 46)
Allah-u Teala bu ayette, azabın dehşetini göstermek için, en azının şiddetli tesirini göstermek ister. Yani “bırakın azabın dokunmasını, azabın bir esintisi bile dokunsa onlara yeter.”
Demek ki ayet, azabın bir parçasını ifade ediyor ve büyüğünü düşündürmekle tehdit ediyor.
İşte Kur’an’ın nazmındaki güzelliğe bakın ki, ayetin bütün kelimeleri o azlığa bakıp, manaya kuvvet verecek şekildedir;
Lein lafzı; Arapça’da teşkik yani şüphe edatıdır. Şüphe ise azlığı ifade eder.
Mess lafzı; “azıcık dokunmak” manasındadır ki, yine azlığı ifade eder.
Nefhatün lafzı; bu kelimenin manası “bir esinti, bir kokucuk” olup azlığı ifade ettiği gibi, sîgası da “bir”e delalet eder. Demek bu lafız hem mana hem sîga cihetiyle azlığa işaret eder.
Min lafzı; Arapça da “teb’iz” edatıdır, “bir parça” demektir. Demek bu edat da azlığı ifade eder.
Rabbike lafzı; Allah bu ayette kendisini “rab” ismiyle beyan buyurmuş. Bu isim, kahhar (kahreden), cebbar istediğini mutlak yapan azamet sahibi), mûntakim (intikam alan) isimlerine bedel, yine şefkati ve merhameti hissettirmekle, azlığa işaret ediyor. Allah, diğer isimlerinden birini burada zikir edebilecek iken ayetin umum manası “az bir azaptan” bahsettiği için azlığı ifade edecek rab ismiyle beyan buyurmuştur.
Ayet bu bütünlük ile şu manayı ifade eder “bu kadar az bir azap böyle tesirli ise, azabın kendisi ne kadar dehşetli olur kıyas edin,”
İşte gördüğünüz gibi ayette geçen her kelime manaya kuvvet verecek şekilde gelmiştir. Adeta her bir kelime kendi lisanıyla umum manaya kuvvet verir ve onu takviye eder. Beşer sözünde ise böyle ince nükteler olmaz.
Şimdi öyle bir cümle kuracaksınız ki, kısa olsun, üç kelimeden oluşsun ve bu üç kelimede yedi farklı hüküm olsun. Ve kelimenin her bir hecesi bu manalara kuvvet versin.
Böyle bir cümle kurmak, beşerin kuvvetinin üstündedir. Beşerin en dâhi edipleri bile bunu yapamamıştır. Nerede kaldı ki bunu ümmî olan, okuma yazma bilmeyen bir zat yapabilsin?
Şimdi ikinci misalimiz:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.” (Bakara: 3)
Sadakanın ve zekâtın kabulü için bazı şartlar vardır ki, bu ayet, bu kısa ifadesiyle bütün bu şartları beyan eder:
1- Sadakayı vermekte israf etmemek ve sadakaya muhtaç olacak şekilde sadaka vermemek: Bu manayı ayetin başındaki “mimmâ” lafzındaki “min” ifade eder. “min” teb’iz edatı olduğundan azlığı ifade ederek, bütün malın sadaka olarak verilmemesi ve sadakaya muhtaç olunmamasını beyan eder.
2- Başkasından alıp, başkasına vermek değil, kendi malından vermektir: Bu şartı da “mimmâ” lafzının takdimi yani ayetin başında gelmesi ifade ediyor. Yani “size rızık olandan veriniz, başkasının rızkından değil”
3- Sadakayı verirken başa kakmamak ve minnet beklememektir: Bu şarta “razeknâ” (biz rızık verdik) lafzı işaret eder. Yani “ben size rızkı veriyorum. Rızkın sahibi benim. Sizler benim malımdan, benim kuluma vermektesiniz. Bundan dolayı başa kakmaya ve minnet beklemeye hakkınız yoktur.”
4- Fakirlik korkusuyla sadaka terk edilmemelidir: Bu manayı “razeknâ” daki “nâ” işaret eder. Rızkın “nâ” ya isnadı fakirlikten korkulmamasına işaret eder. Yani “biz verdik, bizim ise hazinelerimiz bitmez ve vermekle tükenmez.”
5- Sadaka öyle adama verilmeli ki, nafakasını ve geçimini temin etsin, yoksa zevke, eğlenceye ve haram şeylere sarf edenlere sadaka olmaz. Şu şarta “yunfikûn” lafzındaki “nafaka” ifadesi işaret eder. Zira nafaka, geçim için lüzumlu olan şey manasındadır
6- Sadaka sadece mala münhasır değildir, ilimle, fiille, söz ile nasihat ile de olur: Bu manaya “mimmâ” lafzındaki “mâ” ile, rızkın mutlak bırakılması yani rızık türünün belirtilmemesi işaret eder. Zira türünün belirtilmemesi, bütün rızıkları içine alır.
7- Sadaka Allah namına verilmelidir: Bu şartı da “razeknâ” ifade ediyor. Yani “mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”
İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, sadakanın 7 şartına birden işaret edilmiş.
Ayetteki kelimeler bu şartları beyan edecek şekilde seçilmiş. Hâlbuki beşer böyle ince nükteleri kelamında düşünemez.
Kur’an’ın nazmındaki güzelliği beyan edebileceğimiz yüzlerce ayet var. Bizler bu bahsi bu iki misalle kapatarak Kur’an’ın manasındaki belagatın ne kadar harika olduğu bahsine geçiyoruz.
Kur’an’ın Manasında Ki Belagat Harikadır.
Kur’an’ın manasındaki belagat yani sözü, yerinde, etkili ve en güzel bir şekilde ifade etmesi o kadar harikadır ki, taklidi mümkün değildir. Ve beşer sözü olmadığının delilidir.
Bizler iki misal ile Kur’an’ın manasındaki belagatı zevk ettireceğiz. Diğer ayetlerin manalarında ki kuvvet, belagat ve ulvi ifade bunlara kıyas edilebilir.
Misal:
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Göklerde ve yerlerde olan her şey Allah’ı tesbih eder. O azizdir ve hakîmdir.” (Saf: 1)
Bu ayetin manasındaki belagatı zevk etmek istersek, kendimizi, Kur’an’ın nuru inmeden evvel, cahiliyet asrında farz edelim.
Görürüz ki, ; her şey cehalet karanlığı ve gaflet perdesi altında ölü, cansız, vazifesiz, şuursuz, perişan olarak, şu boş ve ıssız fezada ve kararsız ve fani bir dünya da bulunuyor. Küfrün gözüyle kâinat; manasız, kıymetsiz ve tesadüfün oyuncağı.
İşte böyle bir zamanda Kur’an, “Yerde ve gökte her şey Allah’ı tesbih eder” ayetiyle, kâinatın üstünde ve dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ki, bu kâinatı bir mescit hükmüne getirdi. Başta gökyüzü ve yeryüzü olarak, içindeki bütün varlıklar bu mescitte zikir ve tesbihte, ve vazife başında coşup taşarak, mesut ve memnun bir vaziyette bulunuyorlar.
Adeta o ölü, perişan ve vazifesiz zannedilen mevcudat “sebbeha” (tesbih ediyorlar) sedasıyla, ayeti dinleyenlerin zihninde diriliyor, uyanık oluyor ve kıyam edip zikrediyor.
Ve ayetin manasındaki ulviyet ile gökyüzü sanki bir ağız, yıldızlar o ağzın hikmetli kelimeleri ve yeryüzü bir baş, deniz ve karalar o başın dilleri ve bütün hayvan ve bitkiler ise, o dilin, çok tesbih eden kelimeleri suretinde gözükür.
2. Misal:
Rahman suresi 33 ve 36. ayetler arası:
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ* يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِّن نَّارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنتَصِرَانِ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.”
İmtihan sırrından dolayı insanlara ve cinlere, kötülüğü, fenalığı ve inkârı tercih etme izni verildiğinden, nihayetsiz bir inat ve inkârda bulunabilirler. Ve kendilerini yoktan var eden Allaha düşman olurlar.
İşte bunun için Kur’an-ı Kerim öyle belagatlı ve yüksek bir üslupla hitap eder ki, cinleri ve insanları, mananın kuvvetiyle isyandan ve azgınlıktan sakındırır. Okuduğumuz ayetin manasına kulak vererek bu belagata şahit olalım:
“Ey acz ve küçüklüğü içinde gururlu ve hakka karşı direnen ve zaaf ve fakirliği içinde asi ve inatçı olan insanlar ve cinler! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse mülkümün sınırlarından çıkınız.
Nasıl cesaret edersiniz ki;
Öyle bir sultanın emirlerine karşı gelirsiniz ki, yıldızlar, aylar, güneşler itaatkâr askerler gibi emirlerine boyun eğerler.
Hem azgınlığınız ile öyle celal sahibi bir hâkime karşı mücadele ediyorsunuz ki, O’nun öyle azâmetli, itaatkar askerleri var ki, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle taşlarlardı.
Hem inkârınızla öyle celal sahibi bir mâlikin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, Onun askerlerinden öyleleri var ki, değil sizin gibi küçük, aciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve yer büyüklüğünde birer kafir düşman olsaydınız, dağ ve yer büyüklüğündeki yıldızları, ateşli demirleri size atabilir ve sizi dağıtabilirlerdi.
Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleleri bağlıdır ki, eğer lüzum olsa dünyanızı yüzünüze çarpar, gülleler hükmündeki yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”
Diğer ayetlerin manalarındaki kuvvet ve belagatı ve ayetlerin ifadesindeki ulviyeti bunlara kıyas edelim.
Peygamber efendimiz (S.a.v.) ümmî idi. Yani okuma yazma bilmezdi. Kur’an-ı Kerim efendimizin ümmîliğini Ankebut suresi 48. ayette şöyle ifade eder: “Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”
İşte efendimiz bu ayetin de beyanıyla bir harf bile yazmamıştır.
Acaba böyle ulvi ifadelerin ümmi olan yani okuma yazma bilmeyen bir zattan çıkması hiç mümkün müdür?
Kur’an’ın Üslubundaki Bedâet Harikadır.
Kur’an’ın üslubundaki bedâet yani ifade tarzındaki güzellik hayret vericidir. Üslubu hem harikadır, hem ikna edicidir. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi taklit etmemiş, hiç kimse de onu taklit edememiştir. Kur’an’ın ifade tarzındaki güzelliği ve harikalığı anlamak istersek, Kur’an ayetlerinin tamamına müracaat etmek gerekir. Biz sadece birkaç misal ile bu bahsi izah edeceğiz.
Mesela bir kısım surelerin başında şifre misal “Elif lam mim” ,“elif lam râ” ,“tâ hâ”, “yâsîn” gibi mukattaa harfleri zikir edilmiş. Şimdi, bu harflerin icazından kısa bir bölümü beyan edeceğiz. Bununla, Kur’an’ın beyanındaki güzelliği ve harikalığı bir derece görebiliriz:
1- Hece harflerinin adedi; sakin elif sayılmamak kaydıyla 28’dir. Kur’an’da, surelerin başında, bu harflerin yarısı zikir edilmiş, yarısı terk edilmiştir.
2- Kur’an’ın aldığı yarım, terk ettiği yarıma kıyasla daha fazla kullanılan harflerdir.
3- Telaffuzu lisana daha kolay olan “elif lam mim”, diğer harflere kıyasla daha çok tekrar edilmiştir.
4- Kur’an’da geçen bu harfler, hece harflerinin sayısı kadar surelere bölüştürülmüştür. Yani 28 hece harfinden on dört’ü alınmış ve bunlar 28 surenin başında zikir edilmiştir
5- Hece harfleri mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi kısımlara ayrılır. Kur’an bu kısımların her birisinden, yarısını almıştır.
6- Eşi olmayan “evtar” denilen harflerden ise, hafifinden çok, ağırından azını almıştır.
Kur’an’ı Kerim’in surelerinin başında geçen mukattaa harflerinin bu şekilde zikri; 504 ihtimalden bir ihtimaldir. Ve seçilen şu yoldan başka hiçbir yol ile bu tasnif mümkün değildir.
Adeta Kur’an, sadece bu harflerin dizilişindeki harikalığı göstererek bile düşmanlarına meydan okuyor ve diyor ki:
“Benim mislim bir kitap getiremiyorsunuz, o halde sadece bu harflerden bir benzer yapınız, lakin bunu da yapamazsınız”
Kur’an’ın üslubunda öyle bir güzellik vardır ki, Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) peygamberliğini inkâr etseler bile, bu üslubun güzelliğinden, geceleyin gizlice Efendimiz (S.a.v.) in evinin etrafına gider ve Kur’an’ı dinlerlerdi. Birbirlerine rast geldiklerinde ise bunu kimseye söylememek üzere karşılıklı yeminleşirlerdi.
Kur’an’ın üslubu adeta mıknatıs gibi onları kendine çekerdi. Onlar bile Kur’an’ın üslubundaki bu güzelliği inkâr edememiş, ancak bu güzelliğe “Bu bir sihirdir” demişlerdir.
Aslında Kur’an’ın üslubundaki bu güzelliği anlamak için çok Arapça bilmeye ihtiyaç bile yoktur. Hatta hiç Arapça bilmese bile, insaflı bir kulak sahibi, Kur’an’ın üslubundaki bu güzellik karşısında hayret secdesine kapanır. İşte birkaç numuneye bakalım! Bu emsalsiz ifadenin bir beşer sözü olması hiç mümkün mü?
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde, gebe develer salıverildiğinde, vahşi hayvanlar hasredildiğinde, denizler kaynatıldığında, nefisler birleştiğinde, diri diri gömülen kızlara “suçunuz neydi” diye sorulduğunda, defterler getirilip açıldığında, gökyüzü kazınıp yerinden oynatıldığında, cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yakınlaştırıldığında, her kişi ne hazırladığını bilir” (Tekvir: 1-14)
“Gökyüzü yarıldığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler birbirine katıldığında, kabirler deşildiğinde her nefis ne gönderdiğini ve neyi geride bıraktığını anlar. Ey insan! seni rabbine karşı azdıran nedir? Hâlbuki o seni yoktan yarattı, seni düzgün ve endamlı kıldı ve sana adaletle muamele etti.” (İnfitar: 1-8)
İşte Kur’an’ın üslubundaki şu güzelliğe şahit ol, hiç mümkün müdür ki, bu harika üslup, ümmi olan, okuma yazma bilmeyen bir zatın malı olsun? Hâşâ! Asla olamaz.
Hem Efendimizin sözleri olan Hadis-i şeriflerdeki ifade tarzı ile Kur’an’ın üslubu arasında bariz fark vardır. İkisi birbirine benzemez. Hatta Kur’an’ın üslubuna azıcık âşinalığı olan birisi bile bu farkı fark eder. Kendisine, Kur’an’dan başka bir şey okunduğunda; “bu, Kur’an’ın ifadesine benzemiyor” der.
İşte hadisler ile ayetlerin arasındaki ifade tarzının farklılığı ve Kur’an’ın üslubunun harikalığı ve bu ifade tarzının beşer tarafından taklit edilemeyişi ispat eder ki; Kur’an Allah’ın kelamıdır.
Kur’an’ın Lafzındaki Fesahat Harikadır.
Nasıl ki Kur’an’ın manalarında bir güzellik vardır. Beşer taklit edemiyor. Aynen öyle de Kur’an’ın lafzında yani kelimelerinde de bir güzellik ve bir selâset vardır ki taklidi mümkün değildir.
Selâset: okunuşunun kolay ve akıcı olması ve ahenkli bir ifadenin bulunmasıdır. Selâsetin varlığına şunlar delildir:
1- Okunduğunda usandırmaması; Evet Kur’an ayetleri binler defa tekrar edilse yine usandırmıyor, aksine lezzet veriyor.
2- Kur’an’ın kelimelerindeki kusursuzluğa ve selasete, belagatın dahi âlimleri şahittir. Malumdur ki, bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. En büyük bir mimarın sözü, küçük bir hastalığın keşfinde, küçük bir doktor kadar geçmez ve sözünün, onun sözü kadar kıymeti yoktur.
O halde madem konumuz Kur’an’ın kelimelerindeki mükemmellik ve akıcılıktır. Elbette belagat ve edebiyatın dahi âlimlerinin sözü, bu fenden olmayan binlerce insanın sözüne tercih edilir. İşte o dâhilerden Zemahşeri, Sekkâki, Abdülkâhir Cürcâni gibi âlimler Kur’an’ı harf harf tetkik etmişler ve kelimelerindeki selâsete hayran olarak, bu selaseti beyan ve ispat etmişlerdir.
3- Selâsetin varlığına; küçük bir çocuğun hafızasına kolayca girmesi ve ona ağır gelmemesi delildir. Küçük bir çocuk kendi lisanında olan bir şiiri bile ezberleyemez iken 600 sayfalık Kur’an’ı kolayca ezberleyebiliyor. Bu, selasetten başka ne ile izah edilebilir?
4- Hem en hastalıklı, az bir sözden rahatsız olan kulağa, nahoş gelmiyor, hoş geliyor. O hasta, Kur’an’ı dinlerken teneffüs ediyor. Bu da Kur’an’ın ifadesindeki akıcılığa delildir.
5- Kur’an, ölüm sekerâtında olanın damağına şerbet gibi oluyor, ona leziz geliyor.
6- Kur’an’ın düşmanları dahi selasetine hayran olmuşlardır. Hatta Kureyşin reislerinden âlim bir zat, müşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek için gönderilmiş. O da gitmiş ve dinlemiş. Ve döndüğünde demiş ki: “Şu kelamın öyle bir tatlılığı var ki, insan sözüne benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların sözlerine hiç benzemez. Olsa olsa bize tabi olanları kandırmak için buna sihir demeliyiz.” İşte, Kur’an’ı kerimin ifadelerine, en inatçı düşmanları bile hayran oluyorlar.
Şimdi Kur’an’ın kelimelerindeki harika fesahate ve selasete yani ifadelerinin düzgün ve okunuşunun kolay ve akıcı oluşuna, binler numuneden bir numuneyi misal olarak beyan edelim.
ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ
(Al-i İmran: 154)
İşte şu ayette bütün hece harfleri mevcuttur. Buna rağmen selâset ve akıcılık bozulmamış. Okunması dile zor gelmiyor. Hem şu mucizeliğe dikkat edelim:
1- Hece harflerinden “yâ” ile “elif”, en hafif ve birbirine dönüştüğü için iki kardeş gibi 21 kere tekrar edilmiş.
2- “mim” ile “nun” birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi 33’er defa zikir edilmiş.
3- “sin” “şın” “sad” mahreçce, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için her biri üçer defa zikredilmiş.
4- “ayın” “gayın” kardeş oldukları halde “ayın” daha hafif “gayın” daha ağır olduğundan “ayın” 6 defa “gayın” onun yarısı kadar 3 defa zikir edilmiş.
5- “zel” “zı” “tı” ve “zı” mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için her birisi 2’şer defa zikredilmiş.
6- “lam” ile “elif” beraber ikisi “lamelif” suretinde birleştikleri için ve “elif”in “lamelif” suretinde hissesi “lam” ın yarısıdır. Onun için “lam” 42 defa, “elif” onun yarısı kadar, 21 defa zikredilmiş.
7- “hemze” “he” ile mahreçte kardeş oldukları için “hemze” 13, “he” bir derece hafif olduğu için on dört defa zikir edilmiş.
8- “fe” “kaf” “kef” harfleri kardeş oldukları için ve “kaf”ın bir noktası fazla olduğundan “kaf” 10, “fe” 9 “kef” 9 defa zikredilmiş. Ve yine “be” harfi noktalı olduğundan 9 kere, “te” ise derecesi 3 olduğu ve alfabenin üçüncü harfi olduğu için 9 artı 3 toplam 12 defa zikir edilmiş.
9-“ha” “hı” “se(peltek)” ve “dad” harfleri ağırlıklarından dolayı sadece birer defa zikredilmiş
10- “vav”; “he” den ve hemzeden daha hafif, “ye” den ve “elif”ten daha ağır olduğu için 17 defa; ağır hemzeden 4 derece yukarı, hafif eliften 4 derece aşağı zikir edilmiştir.
İşte şu harflerin bu harika ve muntazam vaziyetleri iki kere iki dört eder derecesinde ispat eder ki; bu söz Allah’ın sözüdür.
Beşerin haddine değildir ki şu vaziyeti yapabilsin. Tesadüf de imkânsızdır ki, ona karışabilsin.
Hem madem harflerinde bile böyle intizam gözetilmiş, elbette kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında öyle esrarlı bir intizam gözetilmiştir ki; göz görse “maşallah”, akıl anlasa “bârekallah” diyecektir.
Kur’an’ın Beyanındaki Beraat Harikadır.
Kur’an’ın beyanındaki beraat yani ifadesindeki üstünlük ve haşmet harikadır. Evet, Kur’an-ı Kerim, ifade çeşitlerinden ve hitap derecelerinden olan:
Tergib; yani şevklendirme ve ümitlendirme,
Terhib; yani korkutma,
Medih ve zemm; yani övme ve yerme,
İfham ve talim; yani bildirme ve öğretme ve
İspat ve irşad gibi, beyanın ve ifadenin bütün mertebelerinde emsalsizdir.
Mesela teşvik makamının yüzlerce misallerinden sadece İnsan suresine bakalım. Orjinali okumayı veya dinlemeyi tavsiye ederek, sadece malinin bile Nasıl kevser suyu gibi hoş, selsebil suyu gibi tatlı olduğunu görelim:
“İyiler ise kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah’ın has kullarının içtikleri ve istedikleri yere akıttıkları bir pınardır.
Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak, ne yakıcı bir sıcak görülür, ne de dondurucu bir soğuk. Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar. Kolayca koparılan meyveler istifadelerine sunulur.
Yanlarında gümüş kaplar ve billur kâseler, gümüşî beyazlıkta şeffaf kupalarla dolaşılır ki, cennet sakinlerine, iştahları ölçüsünce tayin ve takdir ederler. Orada onlara bir kâseden içirilir ki, bu şarabın karışımında zencefil vardır.
Bu şarap orada bir pınardır ki adına sel sebil denir. O insanların etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde, kendilerini, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde yeşil renkli, ince ve kalın elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır.
Rableri onlara tertemiz bir içki verir. Onlara şöyle denir: bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz, karşılığını bulmuştur” (İnsan: 5-22)
Ve şimdi de korkutma ve tehdit makamının onlarca misalinden sadece Gâşiye ve Duhan surelerine bakalım ve bu makamda dahi Kur’an’ın hitabının emsalsiz olduğuna şahit olalım:
“Gâşiyenin haberi sana geldi mi?
O gün bir takım yüzler alçalır, durmadan çalışır ve yorulur, kızgın ateşe atılır, kaynar su akıtan pınardan içirilir, onlar için yemek yoktur.
Ancak onlara, gıda olmayan ve açlığı da gidermeyen kuru dikenden yapılmış bir yiyecek verilir.” (Gaşiye: 1-7)
“Şüphesiz hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür. O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.
Zakkum ağacı günahkârların yemeğidir. Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarında kaynar. Kaynar suyun kaynaması gibi.
Allah, zebanilere emreder: Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra azap olarak üstüne kaynar su dökün ve deyin ki; tat bakalım, çünkü sen kendince üstündün ve şerefliydin.
İşte muhakkak ki bu, şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 40-50)
Ve medih makamında dahi Kur’an’ın emsalsiz olduğunu anlamak için başlarında “Elhamdülillah” (Allaha hamd olsun) ifadesi olan surelere bak ve gör ki, Kur’an’ın ifadeleri güneş gibi parlak, yıldız gibi ziynetli, gökyüzü ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünya da yavrulara rahmet gibi şefkatli ve ahirette cennet gibi güzeldir:
Medih makamında, Kur’an’ın beyanlarına hiçbir beşer sözü yetişemediği gibi, Sakındırma ve men etme makamında da Kur’an’ın ifadesi eşsizdir. İşte bu makamın binler misallerinden bir misal:
أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا
“Sizden birisi ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı” (Hucurat: 12)
İşte bu ayet gıybet etmeği yani: Başkasının hakkında, o kişinin bulunmadığı bir yerde, işittiğinde hoşlanmayacağı bir şekilde konuşmayı, şu kısacık ifadesiyle 6 derece kötüler ve şiddetle yasaklar şöyle ki:
1-Ayetin başındaki “hemze”, hayret ifade eden bir soru edatıdır. Bu kelimeler, cümlenin bütün kelimelerine girer. İşte birinci “hemze” ile der: hayret, soru ve cevap mahalli olan aklınız yok mudur ki, bu derece çirkin bir işi anlamıyor?
2- “Yuhibbu” (hoşlanır) lafzı ile der, “acaba, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en nefret edilen bir işi sever”
3- “Ehadüküm” (Sizden biri) kelimesiyle der ki: “cemaatten hayatını alan, sosyal hayat ve medeniyetiniz ne olmuş ki böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder”
4- “En ye’küle lahme” (etini yemek) kelamıyla der: “insaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz”
5- “Ehîhi” (kardeşi) kelimesiyle der, “hiç kendi cinsinize karşı şefkat duygusu yok mu ki, çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun manevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz.
6- “Meyten” (ölmüş olan) kelimesiyle der: vicdanınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, ölmüş kardeşine karşı etini yemek gibi en çirkin bir işi yapıyorsunuz”
Demek gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve kendi soyunu sevmek cihetiyle kötülenmiştir. İşte bak, şu ayet nasıl her kelimesiyle 6 mertebede gıybeti kötülemekle, menetme makamında dahi emsalsiz olduğunu ispat ediyor.
Hem Kur’an’ın ispat makamında da emsali yoktur. İşte bu makamın yüzler misallerinden bir misal:
فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Allah’ın rahmet eserlerine bakınız, ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir. Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O her şeye gücü yetendir” (Rum: 50)
Bu ayet, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için öyle bir tarzda beyan eder ki, bunun üstünde beyan olamaz.
Şöyle ki; her bahar mevsiminde, yeryüzünü diriltmek keyfiyetinde, kışın ölen mahlûkları, yazın tekrar iade etmekle, öldükten sonra dirilmenin numunelerini insana gösteriyor ve diyor ki:
“Bunları böyle yapan zata, kıyamet ve öldükten sonra diriltme ağır gelmez, şu zeminin yüzünde yüz binler çeşit canlıları; beraber, birbiri içinde, hatasız ve kusursuz icat eden zata ne ağır gelebilir ki?”
İşte Kur’an, öldükten sonra dirilmeyi, kışın ölüp, yazın dirilen bitkileri ve hayvanları göstermekle ispat eder. Ve ispat makamında dahi emsalsiz olduğunu ilan eder.
Kur’an’ın, ispat makamında eşi olmadığı gibi, irşad, yani “doğru yolu gösterme, aklı ve kalbi ikna edici ve tesirli sözlerle gafletten uyandırıp hidayet yoluna ulaştırma” makamında da eşi yoktur.
Kur’an’ı okuyarak gafletten kurtulan ve hidayet bulan yüz milyonlar buna şahittir. Hatta bazen, en azgınları bile, bir ayetiyle irşad eder. Onları tövbe kapısına sevk eder.
Amma ifham ve talimde yani anlatma ve öğretme makamında Kur’an’ın beyanı o kadar harikadır ki, en basit bir insan bile onun ifadesiyle en derin bir hakikati kolayca anlar.
Evet, nasıl ki, bir çocuk ile konuşulsa, çocukça tabirler kullanılır, öyle de, Kur’an da, muhatabın derecesine göre konuşur, en büyük âlimlerin fikirlerinin yetişemediği derin ve ince hakikatler ve sırlar, bir kısım temsiller ve teşbihler ile en cahil kimseye bile ifade edilir.
Kur’an’ın manaları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, küçücük ve basit akılları da ihmal etmez, onları da aynı sözlerle tatmin eder. En âlim ile en cahil, omuz omuza, diz dize vererek Kur’an’ın dersini dinler ve istifade eder. Her kalp ve her akıl o sofradan gıdalarını bulur. Şu makama misal istersen Kur’an baştan sona bu makamın misalleridir.
Kur’an’ın Lafzındaki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın lafzındaki câmiiyyet, yani kelimelerindeki kapsamlılık ve çok manaları içinde bulundurması ve ifade etmesi harikadır.
Kur’an kelimeleri, öyle bir tarzda seçilmiştir ki, her bir sözün, hatta her bir kelimenin, hatta her bir harfin, hatta bazen bir harfin harekesiz okunmasının bile çok cihetleri ve yönleri vardır.
Bu özelliği ile her muhataba ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. Kur’an’ın bütün kelimeleri bu bahse şahittir ve misaldir. Bizler sadece şu ayetin dürbünüyle bu hakikate bakalım ve bazen Kur’an’ın bir kelimesinde, bir sayfalık mana olduğuna şahit olalım:
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُن لَّهُ صَاحِبَةٌ
وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Gökleri ve yerleri yoktan yaratan O’dur. Onun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olsun. Her şeyi o yaratmıştır ve O her şeyi hakkıyla bilendir.” (Enam: 101)
Şu kısacık ayet ile Allah, Hrıstiyanların inancının batıllığını iki kere iki dört eder derecesinde ispat etmiştir. İzahı şudur: Hrıstiyanlar, Hz. İsa’nın (a.s) babasız doğduğunu delil göstererek ona bir ilahlık makamı vermiş ve Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmişlerdir.
Allah, Hrıstiyanların “Hz. İsa’nın babasız ve bir insan suyu olmaksızın vücuda geldiği” sözünü kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur:
Siz İsa’ya “Allah’ın oğludur” demekle” 2 manadan birini kastetmektesiniz:
1- Ya onun, bir babanın suyu devreye girmeksizin, bizzat Allah tarafından, hiçten yaratıldığını ve bu sebepten Allah’ın oğlu olduğunu kastetmektesiniz.
2- Ya da yoktan icat edilmeyip, herkesçe bilinen yol üzere, babadan evlat meydana gelmesi şeklinde olduğunu murat etmektesiniz.
1.İhtimalin batıllığı şöyle izah edilir:
Allah’ın Hz. İsa’yı babasız yaratması onun oğlu olduğunu ispat etmez. Çünkü Allah bu âlemi de ilk önce yoktan icat etmiştir. Eğer yoktan ve Sebepsiz icat etmek, oğul edinmeyi gerektirseydi, yer ve göğün de Allah’ın oğlu olması gerekirdi.
İşte bu manayı ifade etmek için Allah bu ayette “gökyüzünün ve yeryüzünün yoktan yaratılmasından” bahsetmiş, ancak içindekilerin yaratılmasından bahsetmemiştir. Çünkü içindekiler, yoktan değil, daha önce yaratılmış maddelerin bir araya getirilmesiyle icat edildiğinden, onlardan bahis bu makama uygun düşmez.
İşte ayette geçen “Allah yerin ve göğün yoktan yaratıcısıdır” sözündeki maksat: Hrıstiyanların “İsa bir baba olmaksızın yoktan yaratılmıştır o halde ilahtır” sözüne reddiyedir. Allah onların bu batıl sözlerine karşı, “Semanın ve yerin de yoktan yaratıldığını” ifade ederek, “Eğer hükmünüz doğru ise gökyüzü ve yeryüzünün de benim evladım olması gerekir” diyerek, görüşlerinin yanlış olduğunu beyan etmiştir.
2. İhtimalin batıllığı ise şöyledir:
Bu ihtimal adet olan doğum işidir. Doğum ise ancak eşi ve şehveti bulunan, kendinden “bir parça ayrılıp, eşinin karnında duran” kimseler için düşünülür. Bütün bunların Allah hakkında düşünülmesi ise imkânsızdır. O halde madem Allah’ın eşi ve şehveti olamaz ve ondan bir parça kopup başkasının karnında duramaz, o halde bilinen yolla evlat edinmek de Allah hakkında düşünülemez.
İşte ayette geçen “Onun nasıl çocuğu olabilir, onun eşi yok ki” ifadesiyle murat olan mana budur. Allah bu ifadeyle de Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu olduğu” iddiasını reddeder.
Hem bu yolla çocuk edinmek, bir defada yaratıp icat etmeğe gücü yetmeyenler hakkında düşünülebilir. İşte ayette geçen “O her şeyi yaratmıştır” ifadesiyle kastedilen, Allah’ın kudretinin nihayetsizliği beyan ile Hrıstiyanların bu batıl sözlerini reddetmektir.
Hem bu çocuk ya ezeli olur ya da sonradan yaratılmış olur. Ezeli olması düşünülemez. Çünkü ezeli olmak sadece Allah’a aittir ve Onun sıfatıdır. Geriye kalan ise sonradan yaratıldığıdır. Eğer Allah çocuk edinmekte bir kemal bilseydi, elbette iradesi ona taalluk eder ve onu çok evvel yaratırdı.
Hz. İsa’ya kadar beklemezdi. Yok, eğer çocuk edinmekte bir kemal ve fayda görmediyse, zaten onu hiçbir zaman yaratmamış olması gerekir. İşte ayette geçen “O, her şeyi hakkıyla bilendir” ifadesi bu manaya işarettir.
İşte gördüğünüz gibi kısacık bir ayetle, Hrıstiyanların davasının batıllığı ne kadar güzel ispat edilmiş.
Ayetin her bir kelimesinde farklı bir delil ve farklı bir cihet tercih edilmiş.
Diğer ayetleri buna kıyas edebiliriz.
Kur’an’ın Manasındaki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın kelimelerinde olduğu gibi, manasında da bir câmiiyyet yani kapsamlılık vardır. Kur’an’ın ayetleri birçok manaları ifade eder. Her muhatap, kendine uygun manayı o ayetin kapısından alır.
Evet, Kur’an öyle bir kitaptır ki, bütün fıkıhçılar ve müçtehid âlimlere kaynak olmuş, Allah’ı hakkıyla tanıyan bütün arifler ondan zevk almış, hakikate ulaşan ve kavuşan bütün vâsıllar meşreplerini, bütün kâmiller mesleklerini, bütün hakikat âlimleri mezheplerini ve bütün evliyalar usullerini Kur’an’dan öğrenmiş ve Kur’an onlara, manasının hazinesinden ihsan etmiş. Her vakit onlara mürşit ve rehber olmuş. Onlara yollarını göstermiş.
Acaba, bu kadar mezheplere, mesleklere, meşreplere kaynak olup, o meslek ve meşrep mensuplarını hakka ve hakikate ulaştıran, her vakit onlara rehber ve mürşid olan bir kitabın hâşâ bir beşer sözü olması hiç mümkün müdür?
Kur’an’ın İlmindeki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın kelimelerinde ve manasında olduğu gibi ilminde de bir câmiiyyet yani kapsamlılık ve genişlik vardır.
Evvela İslamiyet’in, başta, fıkıh, kelam, akait, tefsir, tasavvuf olmak üzere bütün ilimleri Kur’an’ın ilim denizinin damlalarıdır ve Kur’an güneşinin parlayan akisleridir.
Hem Kur’an sadece İslamiyet ilimlerine, ilim denizinden su akıtmakla kalmamış, astronomi, coğrafya, fizik gibi bütün pozitif ilimlere de, denizinden her vakit su akıtmıştır.
Kur’an’ın pozitif ilimlere ve bu ilimlerle uğraşan mensuplarına nasıl her vakit rehber olduğunu ve o ilimlerin keşfettiği hakikatlerin Kur’an’da bulunduğunu, bir başlık altında detaylarıyla inceleyeceğimizden bu bahsin misallerine burada girmiyoruz.
Acaba, böyle maddî ve manevî bütün ilimlerin çekirdeklerini kendinde bulunduran bir kitabın, Allah’ın sözü olmasından başka bir ihtimal var mıdır?
Kur’an’ın Bahislerindeki Câmiiyyet Harikadır.
Kur’an’ın bahislerindeki câmiiyyet yani işlediği konulardaki genişlik harikadır.
Evet, Kur’an:
İnsan ve insanın vazifesi, kâinatın yaratıcısı, gökyüzü ve yeryüzü, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebedin kapsamlı bahislerini kendinde bulundurmakla beraber;
- bir damla sudan yaratmaktan tâ kabre girinceye kadar yemek, yatmak adabından, tâ kaza ve kader bahislerine kadar;
- 6 günde âlemi yaratmaktan, tâ rüzgârların esmesindeki vazifeye kadar;
- insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden, ta Allah’ın bütün gökyüzünü kudret elinde tutmasına kadar;
- zeminin çiçek, üzüm ve hurmasından tut, ta kıyametin kopmasına kadar;
- semanın ilk yaratılışındaki halinden tut, ta kıyamet hengâmında yıldızların düşüp fezada dağılmasına kadar;
- dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ahiretin birinci menzili olan kabirden, ta cennete ve ebedi saadete kadar;
- geçmişteki vukuatlardan, Hz. Âdem’in yaratılışından, iki oğlunun kavgasından tâ Nuh tufanına ve Firavunun boğulmasına kadar;
- Peygamberlerin önemli hadiselerinden tut, ta ruhlar âleminde alınan söze kadar
- bütün mühim ve esas meseleler, Kur’an’da öyle bir tarzda beyan edilmiştir ki, bu beyanı Allah’tan başkası yapamaz.
İşte Kur’an, kendindeki bahisler cihetiyle de, bu kâinatı yaratan zatın beyanına yakışır bir şekildedir. Ve bu beyan ancak, bütün kâinatı bir saray gibi yaratıp, idare eden, maziyi ve istikbali iki sayfa gibi bir anda görüp temâşa eden bir zata yaraşır bir beyan tarzıdır.
Kendinde hiçbir taklit şaibesi ve bir beşerin sözü olması emaresi yoktur. Nasıl ki, gündüzün ışığı “güneşten geldim” der, aynen böyle de Kur’an dahi, “ben, şu âlemin yaratıcısı olan Allah’ın beyanıyım ve kelamıyım” der.
Kur’an-ı Kerim, özetle açıklamaya çalıştığımız bu özellikleriyle Allah’tan başka kimin sözü olabilir? Allah’tan başka kim ona sahip çıkabilir?
Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Kâinatın sırrını keşfedip, âlemi ışıklandıran Kur’an’ın beyanı da, Allah’tan başka kimin nuru olabilir?
Kimin haddine düşmüş ki, Kur’an’a benzer yapsın ve onun taklidini getirsin?
Kur’an’ın İfadelerindeki “Îcaz” Harikadır.
Îcaz: Az söz ile çok şey anlatmak sanatıdır.
Kur’an’ın ifadelerinde “icaz” vardır. Ve bu icaz, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunun delilidir.
Kur’an sözü az söyler ama o söz çok manaya gelir. Adeta bir tek sure, bütün Kur’an’ı içine alır.
Bir tek ayet ise, o surenin hazinesini içine alır. Ayetlerin çoğu, her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu, her birisi birer küçük Kur’an’dır.
İşte beşerin taklitten aciz kaldığı şu icaz, Allah’ın insanlığa bir lütfu ve kolaylaştırmasıdır. Çünkü herkes her vakit Kur’an’a muhtaç olduğu halde, ya gafletten ya da başka bir sebepten dolayı her vakit bütün Kur’an’ı okumaya vakit bulamaz. İşte, bütün Kur’an’ı okumaya fırsat bulamayanlar için, her bir sure, birer küçük Kur’an hükmünde, hatta her bir uzun ayet, birer kısa sure makamındadır.
Hatta Kur’an’ın, Fatiha suresinde, Fatiha’nın ise besmele’de yazılmış olduğuna, keşif ve tahkik ehli ittifak etmiştir.
Nasıl ki Cenab-ı Hak bir ağaçtaki bütün manaları süzüp bir çekirdekte topladığı gibi, bütün Kur’an-ı Kerimi de süzüp, Fatiha da cem etmiş bulunuyor.
Bazı haddini aşan kimseler, Fatiha’nın kısa bir tercümesini getirerek; “Bütün Kur’an, mesela Yasin suresi bunun neresinde?” diyerek sual ediyorlar.
Bu sualin cevabına muhatap olabilmek de büyük bir ilimle olabileceğinden meseleyi basitçe şöyle izah ediyoruz;
Elimize bir elma çekirdeği alarak o şahsa soruyoruz: “yapraklar bu çekirdeğin neresinde? Dallar neresinde yazılı? Çekirdeğin kökü nerede?”
Soru sahibinin bize vereceği cevap şöyle oluyor: “Bu çekirdeği toprağa atıp beklemek veya bu mesele ile ilgili ilmin derinliklerine varmak lazımdır ki, mesele anlaşılsın”
İşte kâinat kitabında durum böyle olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de böyledir. Fatiha çekirdeğinin nasıl büyüdüğünü ve ondan Kur’an ağacının nasıl çıktığını anlamak için de beklememiz yani bunun için gerekli ilmi tahsil etmemiz lazım geliyor.
Şimdi bu bahsin yüzlerce misallerinden sadece “Elhamdülillah” cümlesine bakalım: Bu cümlenin en kısa manası şudur: “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse kime karşı olsa ve kime yapılırsa yapılsa ezelden ebede kadar O varlığı zaruri olan zata hastır ve layıktır ki Ona Allah denilir.” Şimdi bu uzun mananın, nasıl kısacık bir ifadeden çıktığına bakalım:
“Ne kadar hamd varsa” manası; “Elhamdülillah”ın başındaki “el” takısından çıkıyor. Arapçada bu takıya “lam-ı istiğrak” denir. İlave olduğu kelimenin manasını umumi kılar.
Sadece “hamd” kelimesi; herhangi bir hamdı ifade ettiği halde, “el-hamd” denildiğinde “her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senalar” manasını ifade eder.
“Her kimden gelse” manası ise; “hamd” kelimesi mastar olup, faili terk edildiğinden, böyle makamlarda umumiyet ifade ediyor ve hamd eden herkesi içine alıyor.
“Kime karşı olsa ve kime yapılırsa yapılsa” manası ise: meful, yani “failin, fiilinin tesir ettiği şey”, terk edildiğinden, hitap makamında umumiyeti ifade ettiğinden çıkıyor. Kime karşı olursa olsun yapılan bütün hamdlerı içine alıyor.
“Ezelden ebede kadar” manasını ise: cümlemizin isim cümlesi olması ve fiil cümlesine tercih edilmesi ifade ediyor. Zira isim cümleleri fiil cümlelerine kıyasla sebatı ve devamı ifade eder.
“Hastır ve layıktır” manasını ise: “lillah” kelimesinin başındaki “lam” ifade ediyor. Bu “lam”a Arapça’da “lam-ı tahsis” denir. Sadece ona has ve ait olmayı ve onun sahip olduğunu ifade eden bir harftir.
“Varlığı zaruri olan zat” manasını ise: Allah ismi ifade ediyor. Çünkü Allah olabilmesi için “Vacibu-l Vücud” yani, varlığının zaruri ve kendinden olması gerekir.
İşte “Elhamdülillah” gibi kısacık bir ifadenin sadece Arapça gramer kaideleriyle zahiri manasını gördük.
Acaba bu kısacık kelimenin zahiri manası böyle olursa, onda ne kadar gizli manalar olur, buna kıyas edebiliriz.
Ve bu misalle anlaşılır ki, her bir Kur’an harfi, bir hakikat hazinesi hükmündedir. Bazen bir tek harf, bir sayfa kadar hakikati ders verir.
Kur’an’ın Şebabeti, Allah’ın Kelamı Olduğunu İspat Eder.
Şebabet: Gençlik ve tazeliktir.
Kur’an’ın şebabeti, ancak Allah’ın kelamı olması ile izah edilebilir. Adeta Kur’an, her asırda nazil oluyormuş gibi gençliğini ve tazeliğini koruyor.
Kelamlar, insana ve elbiseye benzer. Zamanın geçmesiyle ihtiyarlar ve eskir. Kimse yüzlerine bakmaz.
Ama Kur’an, on dört asır önce inmesine ve herkesin eline kolayca geçmesine rağmen tazeliğini ve gençliğini koruyor. Ezeli bir hutbe olarak, bütün zamanlardaki bütün insanlara hitap ediyor.
Hatta her asır ahalisi, Kur’an’ı sadece kendine hitap etmiş ve kendileriyle konuşur buluyor. Her ilim grubu, ondan istifade etmek için devamlı yanlarında bulundurdukları ve ifade tarzını taklide çalıştıkları halde, Kur’an-ı Kerim, üslubundaki ve beyanındaki eşsizliği muhafaza ediyor.
Hâlbuki beşerin eserleri, sözleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyarlıyor ve değişiyor. Fakat Kur’an’ın hükümleri ve kanunları o kadar sağlamdır ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, Kur’an’ın hükümleri, kanunları medeniyet kanunları gibi ihtiyar olup, ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir ve kuvvetlidir.
Bu meselenin binler misalinden numune olarak birini beyan edeceğiz:
Bakara suresi 43. ayette “Namaz kıl ve zekât ver” buyrularak zekât farz kılınmıştır. Ve “zekât” Kur’an’da 32 defa zikir edilmiştir.
Ve yine bakara suresi 275. ayette “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” buyrularak faizin haram olduğu beyan edilmiştir.
Şimdi Kur’an’ın zekât emrinin ve faizin haram olması hükmünün ne derece yerinde bir hüküm olduğunu ve bu ikisi olmazsa bir toplumun asla gelişemeyeceğini anlamaya çalışalım, şöyle ki:
İnsanlar arasındaki bütün karışıkların sebebi bir kelime olduğu gibi, bütün kötü ahlakın madeni de bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”
İkinci kelime; “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Evet, toplum hayatında, zenginler ve fakirlerin rahatla yaşamasının ve birbirleriyle güzel bir şekilde geçinmesinin şartı şudur ki; Zenginler, fakirlere merhamet ve şefkat gösterecek, fakirler de zenginlere karşı hürmet ve itaat edecek. Yani yukarıdan aşağıya merhamet, aşağıdan yukarıya ise hürmet olacak.
Hâlbuki medeniyet bütün gayretleri ve kanunlarıyla birlikte beşerin bu iki tabakasını anlaştıramadığı ve aralarında sulh yapamadığı gibi, evvelki iki kelimenin açtığı yarayı da tedavi edememiştir.
Kur’an’ın hâkim olmadığı bütün memleketlerde bu iki grup birbirine düşmandır. Fakirler, zenginlerin mallarını çalar ve yağma eder, zenginler ise fakirleri köleleştirmeye çalışır.
Kur’an ise birinci kelime olan “ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne”yi zekât ile tedavi eder. Kendi malında fakirin de hakkı olduğunu beyan ile onu paylaşmaya davet ve emir eder.
Hatta İslamiyet’i inkâr eden gayr-i müslimler dahi Kur’an’ın bu emrindeki hikmeti anlamışlar ve şöyle demişlerdir:
“İslam’ı inkâr ediyoruz ama zekât müessesesini inkâr etmek mümkün değil. Eğer zekât hayata geçirilse, beşeriyet fakirlikten kurtulacaktır.”
İkinci kelime olan “Sen çalış, ben yiyeyim”i ise faizi haram etmekle yok eder.
Evet, Kur’an, âlemin kapısında durup: “İnsan için ancak çalıştığı vardır” ve “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” gibi ayetlerle “Faize ‘yasaktır’” der. “Kavga kapısını kapatmak için, faiz kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder ve talebelerine “girmeyiniz” diye emreder.
Şimdi Kur’an’ın diğer emir ve yasaklarındaki hikmeti ve menfaati, zekâtın farziyyeti ve faizin haramlığı hükmündeki hikmetlere kıyas edelim.
Ve bununla zaman ihtiyarladıkça Kur’an’ın nasıl gençleştiğini ve tazeliğini nasıl koruduğunu bir derece anlayalım.
Elbette on dört asır yaşamasına rağmen, tazeliğini ve gençliğini bu derece muhafaza eden, emir ve yasakları her asırda geçerli olan bir kitap, asla bir beşerin sözü ve fikrinin ürünü olamaz.
Olsa olsa ancak, Allah’ın kelamı olabilir.
Kur’an Ayetlerinin Sonlarındaki Neticeler İspat Eder ki, Kur’an Allah’ın Kelamıdır.
Kur’an-ı Kerim’in, ayetlerinin sonlarında gösterdiği neticeler ve Allah’ın güzel isimleri cihetindeki eşsiz üslubu, beşerin taklitten aciz kaldığı bir meziyettir.
Kur’an-ı Kerim, ayetlerin sonlarında ekseriyetle bazı neticeler zikir eder ki, o neticeler, ya Allah’ın isimlerini ya da manalarını ifade ediyor veyahut aklı tefekküre sevk etmek için, akla havale ediyor.
Bazen de genel bir kaideyi içine alıyor ki, ayetin manasını kuvvetlendirmek için netice yapılmış.
Şimdi Kur’an’ın bu taklit edilemez meziyetinin çok nevilerinden yalnız on tanesini öz olarak beyan edeceğiz. Hem her nevin pek çok misallerinden, sadece birkaç misale işaret edeceğiz.
Kur’an Ayetlerinin Sonunda, Allah’ın İsimlerinin Zikri Emsalsizdir.
Kur’an-ı Kerim, hayret verici ve kendine âşık edici üslubuyla, Allah’ın fiillerinden ve eserlerinden bahseder. Kâinatı evirir, çevirir, içindeki fiil ve eserleri göze gösterir. Ve sonra, o fiil ve eserlerden ilâhi isimleri çıkartır. Kur’an, yüzlerce ayeti ile bu bahse delildir. Biz sadece enbiya suresinden bir sayfa ile yetinelim:
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölenleri, hiç şüphesiz ki Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Muhakkak ki Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları memnun kalacakları bir yere girdirecektir. Muhakkak ki Allah âlimdir ve halimdir.
İşte böyle, kim kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Muhakkak ki Allah afuvdur (affedicidir) ve gafurdur. (mağfiret edicidir).
Böylece Allah haksızlığa uğrayana yardım edecektir ve buna kadirdir. Çünkü Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Şüphesiz Allah işitendir ve görendir.
Böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir. Onun dışında taptıkları ise batıldan başka bir şey değildir. Gerçek şu ki, Allah âlidir (uludur) ve kebirdir (büyüktür).
Görmedin mi, Allah gökten yağmur indirir de bu sayede yeryüzünü yeşertir. Gerçekten Allah latiftir (lütufkârdır), habirdir. (her şeyden haberdardır).
Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hakikaten yalnız O ganidir (zengindir) ve hamidir. (övülmeye layıktır)
Görmedin mi, Allah, yerdeki eşyayı ve emri uyarınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. Göğü de, kendi izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur. Çünkü Allah insanlara karşı rauftur (çok şefkatlidir), ve rahimdir (çok merhametlidir). (Hac: 59-65)
İşte Kur’an’dan sadece bir sayfayı dinledik. Bu sayfada zikir edilen Allah’ın isimleri bazen delil ve bazen de netice olmuş.
Mesela, Allah hicret edip sonra ölen ve öldürülenleri güzel bir şekilde rızıklandıracağını ve onlara memnun kalacakları bir yeri ikram deceğini haber vermiş.
Buna delil olarak ta “hayru-r râzıkîn” yani rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu bildirmiş. Âlim ve halim olduğundan bahsetmiş. Yani madem rızık verenlerin en hayırlısıdır, elbette kendi yolundan hicret ederek, ölen veya öldürülenlerin amellerini zayi etmez, onları da rızıklandırır, hem âlimdir, her şeyi ve onları nasıl rızıklandıracağını en iyi bilir.
Hem de halimdir, onlara eziyet vererek hicrete mecbur bırakanlardan intikamlarını sonra alır.
Hem Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. O halde işiten ve gören olmalıdır. İşitmeyen ve göremeyen bu azametli fiile fail olamaz. Zira bu icraatlar dünyayı güneş etrafında bir nizam ile çevirmekle mümkündür ki, bu da görmeyi ve işitmeyi gerektirir.
Hem Allah yağmuru indirir ve onunla yeryüzünü yeşertir. O halde Elbette bunu yapan latiftir (lütufkârdır), habirdir (her şeyden haberdardır).
Şimdi diğer ayetlerin sonlarında zikir edilen isimleri bunlara kıyas edelim.
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın fiillerinden ve eserlerinden nasıl bahsettiğini, kâinatı evirip, çevirip, içindeki fiil ve eserleri nasıl göze gösterdiğini ve sonra, o fiil ve eserlerden ilâhi isimleri nasıl çıkardığına şahit olalım.
Acaba hiç mümkün müdür ki, bu sözler bir beşerin sözü olsun? Hayır, asla olamaz. Çünkü bir beşer kendi aklıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını bu derece keşfedip, kâinattaki fiil ve eserlerde bu isim ve sıfatları bu derece göremez ve gösteremez.
Hele bu zat ümmî ise, okuma yazma bilmiyorsa, yaşadığı asır; küfrün karanlıkları içinde boğulmuş ve elleriyle yaptıkları putlara tapacak kadar akıldan ve insanlıktan uzaklaşmış ise, bu daha da imkânsızdır.
Evet, insan bir peygamberi işitmese de Allah’ı bulabilir hatta bulmalıdır ve onu tanımalıdır. Ancak Allah’ın isim ve sıfatlarını tamamıyla keşfedemez. Hatta bırakın tamamını, çok azına bile ulaşamaz.
Madem Kur’an bu isim ve sıfatları bize haber vermiş, O halde Kur’an’ı bize tebliğ eden zat Allah’ın peygamberidir, Kur’an da Allah’ın sözüdür.
Ve ayetlerinin sonundaki Esma-ül Hüsna’nın latif zikrinin şehadetiyle bu Kur’an Allah’ın kelamıdır.
Kur’an Ayetlerinin, Kâinattaki Fiil Ve Eserleri,İman Hakikatlerine Delil Yapması Harikadır.
Kur’an ayetleri, kâinattan ve içindeki fiil ve eserlerden bahseder ve bu bahisleri bazen Allah’ın birliği, öldükten sonra dirilme, meleklerin varlığı gibi Kur’an’ın temel maksatlarına delil yapar.
Mesela, Rum suresi 50. ayette şöyle buyrulmuş:
“Allah’ın rahmet eserlerine bak. Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye gücü yetendir.”
İşte bu ayetle, ilk önce yeryüzünde, bilhassa bahar mevsiminde yaratılan canlılara dikkat çekiliyor. Tohumlardan, çekirdeklerden, yumurta ve su damlacıklarından, ne kadar çok canlının, noksansız, hatasız, birbirine karıştırılmadan, mükemmel bir şekilde icat edildiği göze gösteriliyor.
Ve daha sonra, bu fiil ve eserler, öldükten sonra dirilmeye delil yapılıyor. Yani deniliyor ki:
“Yeryüzünü böyle ihya edip, kışın ölen mahlûkları, yazın aynen iade eden Allah’a, sizin öldükten sonra diriltilmeniz mi zor gelecek? Hayır, asla zor gelmez. Çünkü O, her şeye gücü yetendir.”
Ve yine Nâziat suresinde şöyle buyrulmuş:
“Yaratma bakımından acaba sizce, yeniden sizi diriltmek mi daha zor, yoksa uçsuz bucaksız gökyüzünü yaratmak mı daha zor?
Hâlbuki Allah gökyüzünü bina etti. Onu direksiz yükseltti ve onu kusursuz işleyen bir sisteme bağladı. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra yerküreyi deve yumurtası şeklinde icat etti.
Hayvanlarınız ve kendiniz için bir faydalanma ve beslenmek üzere yerden sular çıkardı, orada otlaklar yarattı ve dağları sağlam bir şekilde çaktı.” (Naziat: 27-33)
İşte Allah, bu ayette de, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için, ilk önce semanın ve yeryüzünün ve içindekilerinin icadından bahsetti.
Dünyadaki eserlerini ve fiillerini, adeta gözümüze soktu. Bu eser ve fiillerle nihayetsiz kudretini ve sonsuz kuvvetini ispat etti. Ve daha sonra “böyle kuvvetli bir zata ne ağır gelebilir” diyerek öldükten sonra dirilmeye geniş bir kapı açtı.
Şimdi, Kur’an’ın, Allah’ın eserlerinden ve fiillerinden bahseden ve bu bahsi, iman hakikatlerine delil yapan diğer ayetlerini, bu iki misale kıyas edelim!
Acaba hiç mümkün müdür ki, bu ifadeler ümmî olan, hayatında bir harf bile yazmamış, bir kelime bile okumamış bir beşere ait olsun. Hayır asla!
Bu üslup Allah’tan başka kimseye ait olamaz ve Allah’tan başka kimse bu kelama sahip çıkamaz.
Kur’an’ın İlahi Sanattan Bahseden Ayetlerinin Hatimesi Harikadır.
Kur’an, beşerin nazarına, ilahi sanatın dokumalarını açar, gösterir. Sonra ayetin hatimesinde ve sonunda, o sanat eserlerini, ilahi isimlerin içine sarar ya da akla havale eder.
Mesela: Yunus suresi 31. ve 32. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“De ki, gökten ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?
Ya da o kulak ve gözlerin sahibi kimdir?
Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkartıyor?
Her türlü işi idare eden kim?
Onlar “Allah” diyecekler.
De ki: o halde, hala korkup sakınmayacak mısınız? İşte sizin gerçek Rabbiniz olan Allah O’dur.”
İşte Kur’an bu ayet ile başta der: Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayıp, oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür ona münhasırdır.
İkinci fıkrada der ki: “Sizin azalarınız içinde en kıymettar olan göz ve kulaklarınızın maliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif, kıymettar göz ve kulağı verecek, ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip, terbiye eden de Odur ki, bunları vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab O’dur. Mabud da O olabilir.”
Üçüncü fıkrada der ki: “Ölmüş yeri ihya edip, yüz binler ölmüş taifelere hayat veren kimdir? Haktan başka ve bütün kâinatın yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O hayat verir. Madem Allah Hak’tır. Öyleyse kimsenin hukukunu zayi etmeyecektir. Sizi büyük bir mahkemeye gönderecektir. Yeryüzünü dirilttiği gibi, sizi de diriltecektir”
Dördüncü fıkrada der: “Bu büyük kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Koca kâinatı, bütün yıldızlarıyla gayet kolay idare eden kudret, o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir ortak ve yardıma ihtiyacı olmaz. Ve bu koca kâinatı idare eden zat, küçük mahlûkları başkasına bırakmaz. Demek; ister istemez “Allah” diyeceksiniz.”
İşte, birinci ve dördüncü fıkra “Allah” der.
İkinci fıkra “Rab” der.
Üçüncü fıkra ise “el-Hak” der.
Ve ayetin sonu فَذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ diyerek biter.
Bu ifade ne kadar mucizene düşmüştür, biraz aklı olan anlar. Ve bu ifadenin Allahtan başka sahibi olamayacağına iman eder.
Kur’an’ın, Allah’ın Fiillerini İzah İle Kanaat Verip Sonra Öz Bir Cümle İle Hıfzettirmesi Harikadır.
Kur’an, Cenab-ı Hak’kın fiillerini ayrıntılı bir şekilde izah eder. Sonra bir netice ile o uzun bahsi toparlar, özet yapar. Geniş izahıyla kanaat verir, özetiyle hıfzettirir. Bu bahsin de çok misalleri var. Biz, bir tanesiyle yetineceğiz;
Mesela: Al-i İmran suresi 26. ve 27. ayette şöyle buyrulmuş:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğini verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir.
Muhakkak ki sen, gücü her şeye yetensin. Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye katarsın, ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartırsın. Ve dilediğine hesapsız rızık verirsin”
İşte bu ayetin her bir cümlesi, ayetin sonu olan “dilediğine hesapsız rızık verirsin” ifadesini ispat edecek şekildedir. Ve ayetin tamamı bu cümlede hülasa edilmiş ve özetlenmiştir.
Şöyle ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğini verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir.” ayetiyle; Cenab-ı Hakk’ın, insanın toplum hayatındaki tasarrufu gösterilmiş.
Ve denilmiş ki; “İzzet ve zillet, fakirlik ve zenginlik doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın dilemesine ve iradesine bağlıdır. Aziz yapan da O’dur, zelil yapan da. Mülkü veren de O’dur, mülkü alan da. Demek bütün tabakaların en dağınık işlerine kadar her şey Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir, tesadüf karışamaz.”
Ve şu hükmü, zikir edilen ayetle verdikten sonra, insanın hayatında en mühim iş onun rızkıdır. Bu sebepten devamındaki ayet olan “Muhakkak ki sen, gücü her şeye yetensin. Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye katarsın, ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartırsın” ifadeleriyle insanın rızkının, doğrudan doğruya, Allah’ın rahmet hazinesinden çıktığını ve rızkın bu hazineden gönderildiğini bir iki giriş ile ispat eder.
Der ki: “Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi de, bahara bakar. Bahar ise güneş ile ayı emrine itaat ettiren, gece ve gündüzü çeviren zatın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakiki rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran zatın işi olabilir.”
Ve bundan sonra ayet şöyle biter: “Ve dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” İşte bu ayet ile önceki fiilleri özet yapar ve ispat eder. Yani “Hesapsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar” der.
Görüldüğü gibi ayetlerde uzunca izah edilen Allah’ın fiilleri, nasıl bir cümlede ispat ve hülasa ediliyor. Adeta o cümle, kendinden önceki bütün ayetlerin manasını kendinde saklayan ve onların manalarını ispat eden bir çekirdek oluyor.
Böyle noksansız ve güzel sözler, Allah’tan başka kimin sözü olabilir? Ve nasıl bu kelama hâşâ “bir beşer sözü” denilebilir.
Kur’an, kâh olur Allah’ın yarattıklarını bir tertip ile zikreder, sonra o mahlûklar içinde bir nizam, bir denge olduğunu ve o tertibin meyveleri ve neticeleri olduğunu göstermekle, o fiillerde cilvesi bulunan ilahi isimleri gösterir. Sanki o mahlûklar, bir kelimedir. İlahi isimler onun manalarıdır.
Mesela, Müminun suresinde şöyle buyrulmuş:
“Andolsun ki, biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu bir nutfe, bir damla su olarak sağlam bir yere, ana rahmine yerleştirdik.
Sonra nutfeyi yapışkan bir kan pıhtısı olarak yarattık.
O kan pıhtısından da bir çiğnem et yarattık.
O bir çiğnem etten de kemik yaptık.
Sonra kemiklere et giydirdik.
Sonra onu başka bir yaratılış ile inşa ettik.
Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir.” (Müminun: 12-13-14)
İşte, Kur’an, insanın yaratılışının o acayip, garip, harika, muntazam ve dengeli tavırlarını öyle güzel bir tarzda zikir edip, tertip ediyor ki, “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir” ifadesi kendi kendine içinde görünüyor.
Hatta vahyin bir kâtibi şu ayeti yazarken, daha şu cümle gelmeden evvel, şu ifadeyi kendisi söylemiş ve “acaba bana da mı vahiy gelmiş” zannında bulunmuştur. Hâlbuki ayetin evveli o kadar tertiplidir ve birbiriyle uyumludur ki, o kelam gelmeden kendini göstermiştir.
Hem mesela Araf suresi 54. ayette şöyle buyrulmuş:
“Hiç şüphe yok ki, sizin Rabbiniz; gökleri ve yerleri altı günde yaratan sonra da arş üzerine istiva eden Allah’tır.
O gündüzü, peşi sıra ile kovalayan gece ile bürüyüp örter. Güneş, ay ve yıldızlar emri ile ona itaatkâr kılınmışlardır.
İyi bilin ki, yaratma ve emir de onundur. Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir”
İşte Kur’an bu ayette, Allah’ın kudretinin azametini ve İlahi saltanatın haşmetini öyle bir tarzda gösteriyor ki; Gökleri ve yerleri altı günde yaratmış. Güneş, ay, yıldızlar itaatkâr askerler gibi emirlerine hazır. Geceyi ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürerek, Âlemlerin rabbi olduğunu kâinat sayfalarında yazan ve rubûbiyet arşında duran, celal sahibi bir kadiri gösterdiğinden, her ruh işitse “bârekallah,” (Allah ne mübarek kılmış), “mâşaallah” (dilemiş de güzel yapmış), fetebârakellâhü rabbü-l âlemîn” (Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir) demeyi arzular.
Demek “Tebârakellâhü Rabbül âlemîn” (Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir) cümlesi, önceki beyanın özeti, çekirdeği ve meyvesi hükmüne geçer.
Kur’an bazen, değişikliğe maruz olan ve muhtelif tavırlara giren maddî eşyadan bahseder ve onları sabit hakikatler suretine çevirmek için bir isim ile bağlar, özet yapar.
Bazen de tefekküre ve ibrete teşvik etmek için bir netice ile son verir. Kur’an’ın bu meziyeti de beşerin taklitten aciz kaldığı bir özelliğidir.
Mesela: Bakara suresi 30, 31 ve 32. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“Bir vakit Rabbin meleklere; “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi.
Onlar; “bizler, hamdin ile seni tesbih ve takdis ederken, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun” dediler.
Allah da onlara; “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Ve Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.
Sonra onları meleklere göstererek; “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin” dedi.
Melekler; “Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen âlimsin ve hâkimsin” dediler.”
İşte şu ayet, evvela; Hazreti Âdem’in yeryüzüne halife olmasından, meleklere olan üstünlüğünden ve bu üstünlüğün sebebinin “ilim” olmasından bahisle, cüz’i bir meseleyi zikreder.
Sonra, o hadisede meleklerin Hz. Âdem’e karşı ilim noktasında mağlup olma hadisesini beyan eder.
Ve sonra da bu iki hadiseyi iki isim ile özetler. Yani melekler, ayetin sonunda Allah’a hitaben; “Ente-l Alîmu-l Hâkim” “Sen Âlimsin ve Hâkimsin” der.
Evet, “Âlimsin, her şeyi bildiğinden, Hz. Âdem’e eşyaların ismini öğrettin de bize galip oldu.
Ve Hâkimsin, bize kabiliyetimize göre veriyorsun, bizi melek yapıyorsun, ona kabiliyetine göre veriyorsun, yeryüzüne halife yapıyorsun.”
İşte ayetin sonu, evvelinde zikir edilen hadiseyi özetleyecek şekilde iki isim ile ne de güzel tamamlanmış. Elbette bu nükteler, ancak Allah’ın kelamına has nüktelerdir. Ve beşerin sözünde böyle ince nükteler bulunmaz.
Kur’an bazen de, değişikliğe maruz olan ve muhtelif tavırlara giren maddî eşyadan bahseder ve sonra tefekküre ve ibrete teşvik etmek için akla havale eder.
Mesela, Nahl suresi 66 ve 67. ayette şöyle buyrulmuş:
“Muhakkak ki sizin için hayvanlarda bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki, kan ve fışkı arasından gelen, içenlerin boğazından kolayca geçen bir süt içiriyoruz.
Hurma üzüm gibi meyvelerden hem içecek hem de güzel gıdalar edinirsiniz.
İşte bunlar da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.
Ve rabbin bal arısına; ‘dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin, kovanlar yap. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git’ diye vahyetti.
Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet bal çıkar. Onda insanlar için bir şifa vardır.
Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.”
İşte şu ayetler, Cenab-ı Hakk’ın koyun, keçi, inek, deve gibi mahlûklarını insanlara, halis, safi, leziz bir süt çeşmesi, üzüm ve hurma gibi yiyecekleri insanlara latif, leziz nimet kazanları ve arı gibi küçücük kudret mucizelerini de şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, başka şeyleri de bunlara kıyas etmeğe teşvik için “Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır” der, ayete son verir.
Bu öyle harika bir hatimedir ki, beşerin en dâhi söz ustaları taklidini getirmekten aciz kalmışlardır.
Nerede kaldı ki, okuma yazma bilmeyen bir beşerden sudur etsin. Elbette böyle bir kelam ancak Allah’ın kelamı olabilir.
Kur’an ayetleri kâh olur, Allah’ın Rab isminin kâinattaki hükümlerini serer, onlardan bahseder, sonra onları bir birlik bağı ile birleştirir ya da genel bir kaide içinde yerleştirir.
Mesela: İbrahim suresi 32, 33 ve 34. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı ve gökten su indirdi. Böylece onunla sizlere rızık olarak çeşitli meyveler çıkardı.
Emriyle denizlerde seyretsinler diye gemileri emrinize verdi. Ve nehirleri de emrinize verdi.
Güneşi ve ayı emrinize sürekli amade kıldı. Geceyi ve gündüzü de emrinize verdi.
Ve istediğiniz her şeyi size verdi.
Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz”
İşte şu ayetler, evvela Cenab-ı Hakk’ın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde yaratıp, semadan zemine ab-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semayı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin diğer taraflarında bulunan her bir nevi meyvelerden, her bir kişiye istifade imkânı vermek, hem insanlara, her çeşit geçim vesilelerini temin etmek için gemiyi insana itaatkâr kılmıştır.
Yani denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi olur. İnsanlar gemi vasıtasıyla bütün zeminle alaka kurmakla beraber, ırmakları, büyük nehirleri, insanın nakil vasıtaları hükmünde emrine vermiştir.
Hem güneş ile ayı gezdirip, mevsimleri ve mevsimlerden Allah’ın renk renk değişen nimetlerini insana takdim etmek için iki itaatkâr hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde yaratmış.
Hem gece ve gündüzü, geçimlerine ticaret yeri hükmünde emirlerine vermiş. İşte bu ilahi nimetleri saydıktan sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz nimetler olduğunu şu “Ve istediğiniz her şeyi size verdi.Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz” özetiyle gösterir.
Yani kabiliyet ve ihtiyaç lisanıyla insan ne istemişse, bütün onlar verilmiş. Allah’ın insana olan ihsanları, nimetleri saymakla bitmez.
Evet, insanın bir nimet sofrası gökyüzü ve yeryüzü ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı güneş, ay, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesaba gelmez.
Kur’an’ın, Eşyanın İcadında, Zahiri Sebeplerin Etkisi Olmadığını Gösteren İfadeleri Harikadır.
Bazen Kur’an ayetleri, görünen sebebin icada kabiliyeti olmadığını ispat etmek için, neticenin gayelerini, meyvelerini ve faydalarını gösterir. Ta anlaşılsın ki, sebep yalnız, zahiri bir perdedir. Çünkü hikmetle gayeleri irade etmek, gayet âlim, hâkim birinin işi olabilir. Sebepler ise, şuursuz, cansız şeylerdir.
Sebepten neticenin icat edilmesinde o kadar uzaklık vardır ki, en büyük sebebin eli, en küçük bir neticenin icadına yetişmez. Güneş o büyüklüğü ile birlikte, bir sineğe kanat takamaz.
Mesela: Abese suresi 24 ve 32. ayetler arasında Allah şöyle buyurmuş: “İnsan, yiyeceğine bir baksın.
Biz suyu akıttıkça akıttık.
Sonra toprağı yardıkça yardık.
Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye ondan, taneler; üzümler ve yoncalar; zeytinler ve hurmalar; bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlar bitirdik.”
İşte şu ayet, Allah’ın kudret mucizelerini, hikmetli bir tertip ile zikrederek, sebepleri, neticelere bağlar. Ve en sonunda, “size ve hayvanlarınıza bir rızık olsun diye” cümlesiyle tamamlanarak bir gayeyi gösterir ki, o gaye, o sebep ve neticelerin içinde, o gayeyi gören ve takip eden gizli bir idarecinin bulunduğunu ve sebepler; sadece onun perdesi olduğunu ispat eder.
Ve manen der ki: “Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için su semadan geliyor. Hâlbuki o suda, size ve hayvanlarınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti yoktur. Demek, su gelmiyor, gönderiliyor.
Hem toprak, bitkileriyle açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyeti olmadığından toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor.
Hem otlar, ağaçlar, sizin rızkınızı düşünüp, merhâmet edip, size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, ayet gösteriyor ki; Onlar, Hakîm bir Rabbin, perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, hayat sahiplerine uzatıyor.
İşte Kur’an’ın, zahiri sebeplerin icada kabiliyetleri olmadığını ispat etmek için, gayeleri neticeleri ve meyveleri ayetin sonunda göstermesi böyle harikadır.
Şimdi Kur’an’ın, eşyanın icadında, sebeplerin etkisi olmadığını gösteren diğer ayetlerini bu ayete kıyas edelim. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu ifadeler Allah’tan başkasına ait olsun? Ve Allah’tan başkası o silsileler içinde, gayeleri ve neticeleri göstererek sebepleri faillikten azledebilsin?”
Hayır olamaz. Bu ifadeler, sebepleri ve neticeleri birlikte yaratan Allah’tan başkasına ait olamaz.
Kur’an ayetleri, Cenab-ı Hakk’ın ahiretteki, harika fiillerini kabul ettirmek için, hazırlık mahiyetinde ve zihni tasdike hazırlamak için bir giriş hükmünde, dünyadaki fiilleri zikreder. Veyahut istikbali ve ahiret hadiselerini öyle bir surette zikreder ki, gözümüzle gördüğümüz hadiseler, o haberlerin doğruluğuna kanaat verir.
Mesela: Yasin suresi 77 ve 83. ayetler arasında şöyle buyrulur:
“İnsan görmüyor mu ki, biz onu nutfeden; bir damla sudan yarattık.
Bir de bakıyorsun ki, o apaçık bir düşman olmuş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal vermeye kalkışıyor ve ‘şu çürümüş, un olmuş kemikleri kim diriltecek’ diyor.
De ki: “Onları ilk defa kim yaratmış ise o diriltecek’ Çünkü o her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.
Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran odur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.
Semavat ve arzı yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?
Evet! Onların benzerlerini yaratmaya her zaman hakkıyla kadirdir. O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.
O, bir şeyi yaratmak istediğinde, sadece “ol” der. O şey derhal oluverir.
Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah Subhandır. Siz elbette ona gönderileceksiniz.”
İşte şu ayetlerde, öldükten sonra dirilme, yedi sekiz değişik tarz ve surette ispat ediliyor. Evvela, ilk yaratılışı akla gösterir ki, ‘bir damla sudan, kan pıhtısına, kan pıhtısından, bir çiğnem ete, bir çiğnem etten, insanın icadına kadar olan yaratılışınızı görüyorsunuz. Nasıl olur da, öldükten sonra ki yaratılışı inkâr ediyorsunuz?’ der.
Hem, Cenab-ı Hakk’ın insana karşı yaptığı büyük ihsanlara, “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran odur.” ayetiyle işaret edip, şöyle der: “Size böyle nimet veren zat, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”
Hem gizli bir işaret ile der ki: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip, öldükten sonraki dirilmeyi akıldan uzak mı görüyorsunuz?”
Hem, “Semavat ve arzı yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kâdir değil midir? Evet! Onların benzerlerini yaratmaya her zaman hakkıyla kâdirdir.” ayetiyle der ki:
“Semavat ve yeryüzünü yaratan, Semavat ve yeryüzünün meyvesi olan insanın hayat ve ölümünden aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün parçaları hikmetle yoğrulmuş yaratılış ağacını abes ve beyhude yapar mı zannediyorsun?”
Hem “O, bir şeyi yaratmak istediğinde, sadece ‘ol’ der. O şey derhal oluverir.” ayetiyle der ki: “Öldükten sonra sizi diriltecek Zat öyle bir zattır ki, bütün kâinat ona itaatkâr bir asker hükmündedir. O ‘Ol’ dediği zaman, her şey ona itaat eder.”
Bir baharı yaratmak, bir çiçek kadar ona kolay gelir. Bütün hayvanları icat etmek, bir sineği icat etmek kadar kudretine rahat gelir. Böyle bir zata karşı “kemikleri kim diriltecek” deyip, kudretine karşı, acizlik isnad ederek meydan okunmaz.
Ve “Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah Subhandır” tabiriyle; Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve ahireti iki oda gibi bunu kapar, onu açar bir Kadir-i Zülcelaldir.
Madem böyledir, bütün delillerin neticesi olarak وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani Kabirden sizi diriltip, haşre getirip, huzurunda hesabınızı görecektir.
İşte şu ayetler, öldükten sonra dirilmenin kabulüne zihni hazırladı. Kalbi ikna etti. Çünkü benzerini, dünyadaki fiiller ile gösterdi.
Elbette bu ifadeler, okuma yazma bilmeyen, ümmî bir zata ait olamaz. Ancak ve ancak Allah’ın sözü olabilir.
Kur’an-ı Kerim, kâh olur, cüz’i yani küçücük bazı maksatları zikreder. Sonra o küçücük maksatlar vasıtasıyla, kapsamlı makamlara zihni sevk etmek için, o cüz’i maksadı, kapsamlı bir kaide hükmündeki Esma-ül Hüsna içinde yerleştirerek ispat eder.
Mesela: Mücadele suresi 1. ayette şöyle buyrulmuş:
“Muhakkak ki Allah, kocası hakkında tartışan ve Allaha şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allah aranızda geçen konuşmalarınızı işitiyordu.
Hiç şüphesiz Allah, her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla görendir”
İşte bu ayetiyle Kur’an der: “Cenab-ı Hak, her şeyi işitir. Hatta en küçük bir macera olan ve eşinden şikâyet eden bir kadının sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem, rahmetin en latif cilvesine mahzar olan ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının, haklı olarak eşinden davasını ve Cenab-ı Hakk’a şikâyetini, büyük işler suretinde Rahim ismiyle ehemmiyetle işitir ve hak ismiyle ciddiyetle bakar.”
İşte Kur’an, kadının kocasından şikâyet etmesi gibi cüz’i bir hadiseyi, umumileştirmek için, ayetin sonunda der;
إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
“Muhakkak ki Allah, işiten ve görendir.”
Yani, bir kadının kocasından haklı şikâyeti gibi, mahlûkatın en küçük hadiselerini işiten, gören bir zat, elbette her şeyi işitir ve her şeyi görür olmak lazım gelir.
Ve kâinata Rab olanın, kâinat içindeki mazlum, küçük mahlûklarının dertlerini görmesi ve feryatlarını işitmesi gerekir. Dertlerini göremeyen, feryatlarını işitemeyen, Rab olamaz.
Kur’an ayetleri bazen, insanın isyankârane amellerini zikreder, sonra şiddetli bir tehdit ile o günahtan men eder. Ve sonra o şiddetli tehdit, kulu ümitsizliğe düşürmesin diye, Allah’ın rahmetine işaret eden bir ismi ile teselli verir.
Mesela Zümer suresi 47 -51.ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“Eğer yerde ne varsa hepsi zalimlerin olsaydı ve bununla birlikte bir dünya daha onların olsaydı, onlar bu iki dünyayı azaptan kurtulmak için fidye verirlerdi.
Hâlbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkarılmıştır. Onların dünyada işledikleri kötülükler o gün açığa çıkmış, alaya aldıkları şey, kendilerini kuşatmıştır.
Bunun için işledikleri kötülükler, onları musibete uğrattı. Bunlardan zulmedenler, işledikleri kötülüklerin karşılığı elbette görecektir. Bu hususta Allah’ı aciz bırakacak ta değildirler.”
İşte bu ayetlerde Allah, zalimlerin akıbetlerini bildirmekle, zulümden sakındırıyor ve kulları ümitsizliğe düşmesin diye bakın ayetleri nasıl tamamlıyor:
“De ki, ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümitlerinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Zümer: 53)
Bu bahse başka bir misal: Zümer suresi ayet 67, 68 ve 69: “Yine onlar ki, Allah ile beraber hiçbir ilaha ibadet etmezler. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahının cezasını görür.
Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır”
İşte bu ayetler ile Allah mezkûr günahları işleyenleri cehennem ile tehdit eder. Ve ümitler yok olmasın diye ayeti şöyle tamamlar:
“Ancak tövbe ve iman edip, salih amel işleyenler müstesna: Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır. Engin merhamet sahibidir.
Kim tövbe edip, salih amel işlerse, O, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”
İşte Kur’an’ın, insanın isyankârane amellerini zikredip, şiddetli bir tehdit ile sakındırması ve daha sonra ümitsizliğe düşmemeleri için rahmet ifade eden bir isim ile ayeti tamamlaması harikadır. Bu sayede kul, ümit ile korku arasında bir makamda durur. Korkusu onu günah işlemekten korur. Ümidi ise Allaha yaklaştırır. Allah hakkında hüsn-ü zan besletir.
Elbette bu ifadeler, ancak Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmasıyla izah edilebilir. Bir beşerin hele okuma yazma bilmeyen ümmî bir zatın, kaleminden ve dilinden bu ifadeler dökülemez.
İşte Kur’an’ın mucize oluşuna dair beyan ettiğimiz şu 10 işaret ile anladık ki, ayetlerin sonundaki ifadelerde çok mucizelik parıltıları vardır.
Belagatın ve edebiyatın en büyük dâhileri, şu üslup karşısında hayretle secde etmişler ve bu kelamın güzelliğinden dolayı parmaklarını ısırmışlar, dudaklarını dişlemişler ve “Bu beşer kelamı değildir” diyerek, onun vahiy olduğuna iman etmişler.
Kur’an Başka Kelamlarla Kıyas Edilemez.
Kur’an-ı Kerim, başka sözlerle kıyas edilemez. Çünkü kelamın tabakaları, yüksekliği, kuvveti ve güzelliği dört kaynaktan gelir:
Biri mütekellim; yani sözün sahibi.
Biri muhatap; sözün söylendiği kişi.
Biri maksat; söz niçin söylenmiş.
Biri de makamdır; hangi makamda söylenmiş?
Öyle ise söze; “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ve hangi makamda söylemiş? Diyerek bakmak gerekir.
Yoksa yalnız söze bakmak hatadır. Madem kelam kuvvetini bu dört kaynaktan alır, o halde Kur’an’ın derecesine hiçbir söz yetişemez.
Zira Kur’an; bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın hitabı ve konuşmasıdır.
Muhatabı ise bütün insanların hatta bütün mahlûkatın namına Hz. Muhammed (S.a.v.)’dir. Bu kitabın içi halis hidayettir. Dünya ve ahiret saadetinin düsturlarını, kâinatın yaratılış sebeplerini, ondaki rabbanî maksatları ve daha birçok sırrı izah etmiştir. Elbette böyle bir kitabın mislini getirmek mümkün değildir.
Hem madem kelam, kuvvetini, sahibinden alıyor. Bir de o kelam eğer bir emir veya yasak ise, sahibinin derecesine göre irade ve kuvveti de içine alıyor. O vakit söz, muhatabın dayanma gücünü kıran bir söz oluyor, elektrik gibi tesir ediyor. Sözün kuvveti o nispette artıyor.
Mesela, Nuh tufanının sonunu anlatan Hud suresi 44. ayette şöyle buyrulmuş:
“Ey yeryüzü vazifen bitti, suyunu yut! Ey sema, ihtiyaç kalmadı, yağmuru kes.”
Ya da Fussilet suresi 11. ayet:
“Ve Allah dedi; Ey arz, ey sema! İster istemez geliniz. Hikmet ve kudretime boyun eğiniz. Yokluktan çıkıp, varlıkta sanat eserlerimin sergilendiği yere geliniz.”
İşte kuvvet ve iradeyi içine alan şu emirlerin kuvvet ve yüksekliğine bakalım, sonra da insanların, bu ve benzeri emirleri yere ve göğe vermesini düşünelim. Nerede bir mikroba mağlup olan insanın fuzuli emirleri, nerede her şey emrine itaatkâr olan Allah’ın emirleri…
Evet, emri etkili büyük bir amirin iş başında, kendisine itaat eden büyük ordusuna “Arş” emri ile o kocaman ordu harekete geçer. Acaba şöyle bir emir, adi bir askerden işitilse, iki emir surette bir iken, manen, bir askerle, bir ordu kumandanı arasındaki fark kadar fark olmaz mı?
Mesela: Yasin suresi 82. ayette:
“O Allah bir şeyin olmasını dilediği vakit ona “ol” der. O da hemen oluverir.”
Ve Bakara suresi 34.ayette
“Bir vakit biz meleklere secde edin dedik. Melekler hemen secde ettiler.”
İşte şu iki ayetteki emrin kuvvetine ve ulviyetine bakalım. Sonra beşerin emirler nevindeki kelamını düşünelim. Acaba yıldız böceğinin, güneşe nisbeti gibi kalmıyor mu?
Evet, hakiki bir malikin iş başındaki tasviri, hakiki bir sanatkârın iş başında sanatına dair verdiği beyanlar ve hakiki nimet verenin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanlar, yani sözü ile fiilini birleştirmek, kendi fiilini hem göze hem de kulağa tasvir etmek için şöyle dese:
“Bakınız, işte bunu yaptım, böyle yapıyorum, işte bunu bunun için yaptım, bu böyle olacak…” hiç onun sözü ile o sıfat ve sanatları taşıyamayanın benzer sözü bir olur mu?
Taklit suretindeki çiçek resimleri, hakiki ve hayatlı çiçeklerle kıyas edilebilir mi?
Mesela Kaf suresi 6 ve 11. ayetler arasına bakalım,
“Acaba üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz onu ne keyfiyette, ne kadar muntazam ve muhteşem bir surette yaratmışız.
Hem görmüyor musunuz ki, o semayı nasıl yıldızlarla, ay ve güneş ile süslemişiz. Hiçbir kusur ve noksan bırakmamışız.
Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle döşemişiz. O yerde dağları sabitleştirmiş, sizleri denizin istilasından muhafaza etmişiz.
Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk, her bir cinsten çift çift sebzeleri, yeşillikleri yaratmışız. Yerin her tarafını o güzeller ile güzelleştirmişiz.
Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semadan bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, bitkileri, yüksek ve lezzetli hurma gibi meyveli ağaçları yaratıp, kullarıma rızık olarak gönderiyorum, yetiştiriyorum.
Hem görmüyor musunuz ki, o su ile ölmüş memleketi diriltiyorum, binler dünyevi haşirleri icat ediyorum. Nasıl bu bitkileri kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum, sizin öldükten sonra dirilmeniz de böyledir.
Kıyamette yeryüzü ölü, siz sağ olarak çıkacaksınız.”
İşte Allah şu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için bir kısım icraatlarından bahsetmiş. Ve onları delil getirerek “sizi de topraktan böyle çıkartacağım” demiş.
Şimdi nerede Kur’an’ın bu ifadelerindeki güzellik ve nerede insanların bir davayı ispat için söyledikleri kelimeler?
Evet, diğer kelamların, Kur’an ayetlerine olan nisbeti, şişelerde görünen yıldızların küçücük akisleriyle, yıldızların aynına nisbeti gibidir.
Kur’an, Ayetlerindeki Hikmet, Denge Ve Uyum Cihetiyle Emsalsizdir.
Kur’an-ı Kerim’in yüksekliğine en doğru bir delil ve hak kelam olduğuna en açık bir burhan ve mucize olduğuna en kuvvetli bir alamet şudur ki:
Kur’an, Allah’ın varlığına ve birliğine dair imanın bütün kısımlarını, bütün mertebelerini muhafaza ederek beyan etmiş ve bu beyanda dengeyi bozmamış, muhafaza etmiş.
Hem Kur’an, yüksek ilahi hakikatlerin tamamını beyan etmiş ve bunda da dengeyi muhafaza etmiş.
Hem Esma-ül Hüsna’nın gerektirdiği bütün hükümleri bir araya toplamış, o hükümlerin karşılıklı uyumunu muhafaza etmiş.
Hem Allah’ın rablığının ve uluhiyyetinin işlerini, tam bir denge ile bildirmiş ve beyan etmiştir.
İşte şu muhafaza ve denge öyle bir özelliktir ki, katiyen beşerin eserlerinde mevcut değildir. Hatta insanların en büyüklerinin bile fikirlerinde bulunmuyor. Ne manevî âlemlere geçen evliyanın eserlerinde, ne işlerin içine nüfuz eden filozofların kitaplarında, ne de gayb âlemlerine yükselen ruhanilerin eserlerinde hiç mi hiç bulunmuyor.
Güya iş bölümü hükmünde, onlar her bir kısım hakikatin bir iki dalına yapışıyor. Yalnız o dalın meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok yahut bakmıyor.
Zira böyle geniş hakikatler, kayıtlı gözler ile tamamen görülemez. Kur’an gibi, geniş bir görüş sahibi olmak gerekir ki, o ağacın tamamını ihata etsin, görebilsin. Diğerleri her ne kadar Kur’an’dan ders alsalar da, cüz’i zihinleriyle, o hakikatin yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapis olur. Ya ifrat veya tefrit ile hakikatlerin dengesini ihlal edip, tenasübünü izale eder. Şimdi bir temsil ile şu meseleyi anlamaya çalışalım:
Mesela, bir denizde hesapsız mücevherlerle dolu bir hazine olsun. Dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlıyorlar.
Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka bir mücevheri işittiğinde hayal eder ki, o mücevher, bulduğu elmasın taşları ve nakışlarıdır. Asıl olan kendi bulduğudur.
Bir kısım dalgıçların eline de yuvarlak bir yakut geçer. Başkası dörtgen bir mücevher bulur. Ve bunlar gibi, her biri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyüğü zan edip, arkadaşlarından işittiklerini ise o hazineni teferruatı ve nakışları zan eder.
O vakit hakikatin dengesi bozulur, uyumu da gider. Çok hakikatlerin rengi değişir. Sadece keşfiyatlarına güvenerek, bunları sünnet ve şeriat terazisiyle tartmayan bazı kitapları inceleyenler, bu hükmü gözleriyle görürler.
Demek onlar Kur’an’dan ders aldıkları halde kitapları böyle noksan kalıyor. Çünkü kitapları Kur’an değildir.
Hakikatlerin denizi olan Kur’an ayetleri de, o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin Kur’an’ın gözü açık, defineyi tamamen görür. Definede ne var, ne yok, hepsini bilir. O defineyi öyle intizamla, dengeyle, uyum ile vasfeder ki, üzerine beyan olamaz.
Mesela Zümer suresi 67:
“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle onun kabzasındadır. Göklerde onun kudret elinde toplanıp dürülmüştür.”
Enbiya suresi 104:
“O gün, gökyüzünü bir kitabın sayfalarını dürer gibi tomar yapar düreriz.” ayetleriyle rablığın azametini gördüğü gibi,
Ali İmran suresi 5-6:
“Hiç şüphe yok ki, ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allaha gizli kalmaz. Rahimlerde dilediği gibi size şekil veren odur.”
Hud suresi 56:
“Onun, alnından tutup kudretine boyun eğdirmediği hiçbir canlı yoktur.”
Ankebut suresi 60 :
“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır ki, sizin de, onlarında rızkını Allah verir” ayetleriyle Allah’ın her tarafı kuşatmış rahmetini görüyor.
Enam suresi 1:
“Gökleri ve yeri yarattı, karanlığı ve aydınlığı var etti.”
Nur suresi 45:
“Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir” ayetleriyle Allah’ın yaratıcılığının genişliğini görüp gösterdiği gibi, “sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” ayetiyle Allah’ın her tarafı kaplayan tasarrufunu görüp, gösterir.”
Rum suresi 60:
“O Allah yeryüzünü ölümünden sonra diriltir.”
Nahl suresi 68:
“Rabbin bal arısına vahyetti.” ayetleriyle ikram ve ihsanda bulunma hakikatini gösterdiği gibi,
Araf suresi 54:
“Güneşi ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren odur.” ayetiyle hikmetle emretme hakikatinin büyüklüğünü gösterir.
Mülk suresi 19:
“Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları havada tutan Rahmandan başkası değildir. Muhakkak ki O her şeyi görendir.” ayetiyle rahmetle idare etmek hakikatini ders verdiği gibi ,
Bakara suresi 255:
“Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek ona ağır gelmez.”
Hadid suresi 4:
“Nerede olursanız olun,O sizinle beraberdir.” ayetleriyle her şeyin gözeticisi olduğu hakikatini haber verir.