İcaz-ı Kur'ân disiplini, Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelamı olup, benzeri bir söz söylemenin beşer takati haricinde olduğunu ispatlamaya çalışır. Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit âyetler, Kur'ân'ın Allah'ın vahyi ve Hz. Muhammed (sav)'in O'nun resulü olduğundan şüphe eden edipleri Kur'ân'a benzer bir söz söylemeye çağırır. Bu meydan okuma (tehaddi) gerek Asr-ı Saadette, gerek o asırdan beri günümüze kadar devam eden zaman boyunca cevapsız kaldığından Kur'ân'ın i'cazı ortaya çıkmıştır. İ'caz ile meşgul olan âlimlerimiz onun mucizevî özelliğini, esas itibariyle belagatinde aramışlardır. Belagat, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek demek olup, güdülen maksada, en etkili bir ifade ile ulaşmayı hedefler.
Beliğ kelamın özelliklerini ortaya koymak için 'Beyan', 'Bedî', 'Meânî' ilimleri geliştirilmiş, kelamlar bu ilimlerdeki kıstaslara göre değerlendirilmişlerdir. Fakat belagatin geçerli sübjektif kıstasının, zevkedilip anlatılması zor olan bir özellik olduğunu unutmamak gerekir.
İyi bir dil ve belagat öğrenimi görüp, büyük bir tecrübe birikimine sahip olanlar bile böyle derse, Arap Edebiyatına vakıf insanların hayli azaldığı bir ortamda Kur'ân belagatini kimlerin anlayıp zevkedeceği sorusu kaçınılmaz olacaktır.
Daha önceki dönemde, Kur'ân'ın belagatini anlama işinde Arap olmayanlar Araplara istinad ediyorlardı. Yani diyorlardı ki: Her ne kadar biz Arap Edebiyatına vakıf değilsek de Kur'ân'ın Arapça kelamlar içinde eşsiz olduğu ve onun ifade tarzına, üslubuna ulaşan bir kelam bulunmadığı Araplarca bilinmekte ve anlaşılmaktadır.
Fakat şimdi Araplar da edebî zevkten, Arap dili ve belagatının imkânlarından, Arap ifade üslûplarından uzaklaşınca Kur'ân belagatini takdir etmekten aciz olduklarını söylemektedirler. Hatta bu sebepten ötürü, Kur'ân'ın i'cazını anlamanın başlıca yolunun, ondaki gaybî haberleri, fennî keşiflere yapılan işaretleri de göz önünde bulundurarak zamanın bütün kitapları aşındırmasına rağmen Kur'ân'ı eskitemediğini görerek, bu harikulade vasfın, ancak Allah'ın vahyedilen kelamı olmasıyla izah edilebileceğini göstermek olduğunu söyleyen birçok Arap görmüşümdür. Bu fikre büyük ölçüde benim de katıldığımı ifade etmek isterim. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî de i'cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında, bilhassa câmiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üzerinde de durmuştur.
Fakat biz bu yazıda onun, i'cazı anlatırken kullandığı kendisine mahsus bir üsluba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem.. bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur'ân'a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i'cazı bir tarafa, Allah katından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta mü'minler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır.
Kur'ân'daki mevzuların beşerî eserlerdeki konulara benzemesi, ondaki ifade tarzlarının beşerin ifadeleri gibi olması, objektif ve önyargısız bakılması halinde bunun böyle anlaşılacağı, hatta anlatımda zaman zaman insicamın kaybolduğu, konudan konuya geçildiği, netice itibariyle insanlardan nice akıl, fikir ve ilim sahiplerinin de Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu kabul etmedikleri, hatta çok Müslümanların da İslâm'ın istediği tarzda Kur'ân'ın ulviyetini anlamayıp şüpheler içinde yuvarlandıklarını ileri sürmektedirler.
Bu sualler şeytanın, 20. asırda yaşayan Müslümanların, genel olarak tüm insanlığın önüne koyduğu tuzaklar olup gerçekten birçok kimse, bu suallerin ağırlığı altında ezilmişlerdir. Fakat Üstad Bedîüzzaman, bu sualleri öylesine tahlil edip ele almıştır ki onların tutarsız olan taraflarını ortaya koymuş; gerçek sual olmayan, tuzak sualleri tersine çevirerek, şeytanın kemendini kendi başına dolamıştır. Neticede şeytanın, i'cazı reddettirmek için vasıta yapmak istediği o soruları, Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu ispata götüren yollar haline getirmiştir. Ayrıca bunlar dil ile ilgili konular olmadığından, Arapça bilmeyi gerektirmediğinden, konuları kavramayı her dilden insana mümkün kılmıştır.
Bu sual ve cevaplar onun başından geçen bir hayalî vakada cereyan ettiğinden, yaşanmış bir tecrübe kuvvetini ve heyecanını da dile getirdiğinden, oldukça etkileyicidir. Camide huşu içinde Kur'ân dinlerken şeytan bu şüpheleri, suret-i haktan görünerek ufaktan ufağa ilka etmiş, cevaplarını aldıkça sepetindeki bütün pamukları dökmüş, sonunda süklüm püklüm uzaklaşmıştır. Şeytanın vesvesesini reddetmesinden hemen sonra, yapılan tartışmayı mücmel olarak Lemeat'da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki istifade edenin daha yaygın olması için bu sefer biraz daha tafsilatlı olarak, on yıl sonra, yazdıklarını genişleterek istifadeye sundu.
Bunları müellif, soru cevap tarzında şeytanla ciddi bir tartışma suretinde yazmıştır ki bunun, ilgi çeken, şevk veren bir üslup olduğu malumdur. Şimdi bunu bir değerlendirme şekline dönüştürüp monoton bir tarzda benim endirekt bir üslupla anlatmam sıkıcı olacaktır. Bilindiği üzere okuyucuların ilgisini çekmek için monoton bir fikir serdi, zaman zaman yazarlar ve hatipler tarafından sual-cevap haline getirilir. Bu konu ise, zaten aslında sual-cevap tarzında te'lif edilmiştir. Onun için ben endirekt üslup yerine, direkt üslubu kullanacağım. Sadece özetlemekle yetineceğim. Ta ki tartışma heyecanını değerli muhataplarım seyretme imkânı bulabilsinler.*
Şeytan şöyle dedi:
-Sen Kur'ân'ı pek üstün, çok parlak görüyorsun. Tarafsız düşün, yani bir de beşer kelamı olduğunu farzet. Acaba o meziyetleri görecek misin?
Gerçekten ben de ona aldanıp beşer kelamı farzettim. Gördüm ki: Nasıl meselâ Bayazıt'ın elektrik akımı kesilince ortalık karanlığa düşer. Aynen onun gibi böyle bir bakış ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan medet istedim. Birden kalbime bir nur geldi, güçlü bir müdafaa kuvveti verdi. Şeytana dedim ki:
-Ey şeytan! Tarafsız muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insanlardan olan maiyyetinin uyguladığınız tarafsızlık, aykırı tarafı tutmaktır. Muvakkat bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a beşer kelamı diye bakmak, aykırı tarafı esas tutmaktır. Bâtılı benimsemedir.
Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına şeytana aldanabilir. Oysa hakla bâtıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ kainat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcı'sı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında ustanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha harika olan kainat nizamını incelerken, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcı'nın varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu halde, bütün tecrübe ve gözlemimiz Yaratıcısının varlığı yönünde olduğundan, bu yönde delil varsa, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil olursa, ancak o durumda o delil üzerinde düşünmelidir.
Keza Kur'ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısı'na layık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Zira ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfiliktir, münkirliktir. Faraza ona layık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye katılmalıdır. İşte bir kere de böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lazımdır ki onu semaya yerleştirebilsin. Bu da âdetâ imkânsız bir şeydir.
Şeytan:
-Öyle ise beşer kelâmı farzetmekten vazgeçelim, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşerinki deme. Ortada farzet!
Ben dedim:
-O da olamaz. Zira bir malda iki kişi hak iddia ettiğinde bakılır: İki davacı birbirine yakın ise, o vakit o mal ya bir başkasının elinde kalır veya ikisinden başka birinin elinde veya her ikisinin elleri yetişecek tarzda bir yere bırakılır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir. İşte Kur'ân pek kıymetli bir maldır Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf öylesine uzaktır. İşte seradan Süreyya'ya kadar, birbirinden uzak o iki taraf arasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Zira varlık ve yokluk gibi iki zıttır. Öyle ise Kur'ân için el sahibi (zilyed) Allah'ın tarafıdır. Öyle ise O'nun elinde bırakılıp öylece isbat delillerine bakılır. Eğer öteki taraf onun kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütürse ancak o zaman elini ona uzatabilir! Yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binlerce kat'i burhanların mıhlarıyla Arş-ı Azama çakılan bu pırlantayı, bütün münkirler bir araya gelse bile ellerini uzatıp oradan ayıramazlar.
İşte ey şeytan! Sana rağmen, insaflı kişiler bu suretle olan, gerçekçi muhakeme ile durumu değerlendirirler. Küçük küçük delillerle devamlı surette imanlarındaki yakin fazlalaşır.
[Çok kişi tarafından taşınan bir yükü, meselâ bir tabutu götürenler pek ağırlık hissetmezler. Her biri parmağının ucunu dokundurması ile tabut havada gider. Fakat tabut yere indikten sonra, güçlü de olsa bir kişinin kuvveti onu kaldırmaya yetmez.>
Kur'ân beşer kelamı farzedilse, yani Arşa bağlı o muazzam pırlanta yere atılsa, çok burhanların sağlamlığında bütün mıhların kuvvetinde bir tek bürhan lazım gelir ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Maneviye çıkarabilsin. Bunu başarmak ise pek zor olduğundan, bu zamanda çok kimse imanını kaybetmektedir.
Şeytan dönüp dedi:
-Kur'ân beşer kelamına benziyor, onların konuşmaları şeklindedir. Demek beşer kelamıdır.
Eğer Allah'ın kelamı olsa, O'na yakışmak, her yönden harikulade olmalı. Nasıl O'nun sanatı beşer sanatına benzemiyorsa kelamı da benzememeli?
Cevaben dedim:
-Nasıl Peygamberimiz (sav) mucizeleri ve hasâisi dışında aynen diğer insanların tabi olduğu şartlara tabi olurdu. Bunun hikmeti: Ümmetinden olan insanların maruz kalacağı herşeye maruz kalarak, bütün o durumlarda insanlara örnek tutumu göstermesidir. Yoksa örnek alınamazdı. İşte Kur'ân-ı Kerim de bütün insanlara ve cinlere rehberdir. Zira bütün âlem dersini ondan öğreniyor. Meselesini onun lisanıyla zikrediyor, âdab-ı muaşereti bile ondan öğreniyor.
Hz. Musa (as)'ın, Tur-i Sina'da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşeriyet onu dinlemeye tahammül edemezdi. Keza işlerinde, ihtilaflarında O'na başvuramazlardı.
[Nitekim, özellikle Arapça bilmeyen bizim gibi milletlerin çocukları, Kur'ân'ı, bir nağme, lahutî bir şey sanır. Şahsen ben ortaokul çağımda Kur'ân'ı hep böyle düşünmüşüm. Bir gün âyetin mealini işitip onun da bizim konuşmalarımızda olduğu gibi manasının olduğunu öğrenince hayli tuhaf olmuştum. Benzeri halet-i ruhiyeyi müteaddit şahıslardan işittim. Bu durum şunu gösteriyor: Çocukları küçük yaştan Kur'ân'ın manası ile tanıştırmalıyız.>
İşte şeytan bundan bir yol bulmaya çalışarak, Kur'ân tamamen farklı değil, insanların konuşmaları tarzında diye insanı şoke etmek istiyor.
Üstad Bedîüzzaman ise, şeytanın bu silahını onun aleyhine döndürüyor: "Bizim anladığımız, konuştuğumuz manada kelâm olmayacak ne demek? Elbette olacak! Ya ne zannediyorsun. Böyle olmazsa asıl o zaman eksiklik olurdu. Kur'ân sadece okunup dinlenen bir nağmeden ibaret değil, hakikatleri insanlara ders veren bir kelamdır, bir kitapdır" diye susturuyor.
[Fakat Kur'ân beşer kelimelerini istiare etse de, onun yeri hep müstesna kalır: Mensuplarının örnek alma, muarızlarının ona benzer söz söyleme gayretlerine rağmen 1400 seneden fazla zaman boyunca yazılmış Arapça kitaplardan hiçbiri Kur'ân'a benzemez. Demek ki Kur'ân beşer dilini kullanmasına rağmen beşer kelâmından farklıdır. Bu farklılığı sıradan bir insan bile ayırt edebilir.>
Şeytan yine dönüp dedi ki:
-Kur'ân'daki meselelerin benzerlerini bazı zatlar din namına söylüyorlar. İnsanları din yolu ile düzeltmek isteyen bir beşer böyle bir kitap hazırlamış olamaz mı?
Cevab: Evvela: Dindar bir insan, dine bağlılığı sebebiyle, hakikat budur der. Allah'ın emri böyledir der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine göre konuşturmaz. Kur'ân "Allah adına yalan uydurandan daha zalim kimse olamaz" derken dine inanan bir insan hiç bunu yapabilir mi?
Saniyen: Birbirine seviyesi yakın olanlar birbirlerini taklid edebilir, fakat bu da muvakkat olur. Zira dikkatli kimseler çok geçmeden işin farkına varırlar. Şayet sahtekârlık ederek bir kimse, seviyece uzağında olduğu birinin kılığına girecek olursa, meselâ bir çoban, kendisini İbn Sina diye kabul ettirmek istese, zaten hiç kimseyi kandıramaz, etrafa maskara olur. İşte Kur'ân-ı beşer kelâmı farzeden kimse, âdetâ bir ateş böceğinin rasadçılarca bin sene boyunca gerçek yıldız göründüğünü kabul etme durumuna düşer. Sahtekâr bir müstahdem, bir ömür boyu, profesör kürsüsünde ders verdiği halde hiç falso yapmasın, hep doğru bilgiler versin. Sorulan sorulara doyurucu cevaplar versin. Bu mümkün olan bir şey değildir.
Salisen: Kur'ân'ın beşer kelamı olduğunu farzetmek, tesirleriyle insanlara hayat ve mutluluk veren bir eserin etrafını almış bulunan dikkatli, meraklı, üstün zekaların senelerce inceledikleri halde hiçbir yapmacık göremediklerini kabul manasına gelir ki mümkün değildir.
Rabian: Hayatı tam bir denge ve intizam içinde geçen, bedevileri medeni milletlere üstad eyleyen, prensipleri ile İslâm ordusunu iki cihanı fethedecek bir nizama kavuşturan, o muazzam ordunun bütün ferdlerinin akıllarını, kalplerini, ruhlarını terbiye edip geliştiren, ahlâkın en ileri derecesinde olan, yakından tanıyanlara uğrunda canlarını feda ettirecek derecede kendisini sevdiren, Muhammedü'l-Emin'i (sav), haşa, Allah'ı bilmez, Allah'tan korkmaz ve Allah adına yalanı, rahatlıkla uydurup söyler kabul etmek lazım gelir ki yüz derece imkânsızdır.
Çünkü bu meselenin ortası yoktur: Kur'ân ya Arştadır, yahut yerdedir. Arştan düşerse ortada kalmaz. Yerdeki en sahtekâr birinin en düzmece bir uydurması saymak gerekir. Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, bozulmamış hiçbir aklı kandırıp bu iftiraya inandıramazsın.
Şeytan:
-Nasıl kandıramam; işte insanların en zekilerinden bir çoğuna Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim.
Cevap:
a) Evvela: Çok uzaktan bakınca, en büyük şey, en küçük şey görünebilir. Dünyadan daha büyük bir yıldız, uzaktan bir mum kadardır denilebilir.
b) Sathî bir nazarla, muhal bir şey mümkün zannedilebilir.
c) Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir ilgisizlik, cahilce bir hükümsüz duruştur. Böyle olunca, nice muhaller gizli kalabilir. Ama inkâr eden kabul-i adem içindedir, aklı hareket etmeye mecburdur. Aklını kaybetmedikçe de bunu kabul edemez. Hem ey şeytan! Bâtılı hak, muhali mümkün gösteren gaflet, dalâlet, safsata, inad, mugalâta, mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, imkânsızlıklar ihtiva eden küfür ve inkârı, bedbaht insanlara yutturmuşsun.
d) Kur'ân'dan istifade eden onu en parlak rehber görerek, ilimde, irfanda, ahlâkta yükselen milyonlarca örnek insanı, bu vasıflarının zadları ile tavsif etmeyi gerektirir ki bunu aklı olan hiç kimse iddia edemez.
Elhasıl:
Sıradan kimse Arapça binlerce kitabı ve Kur'ân'ı okuyup dinledikten sonra: "Kur'ân hiçbirine benzemiyor, ya hepsinin dûnundadır veya fevkindedir. Altında olduğunu düşmanları bile iddia edemediğine göre, hepsinin üstündedir."
İşte ilm-i usul ve fenn-i mantıkça, sebr ve taksim denilen en kat'i hüccetle deriz ki: Kur'ân ya Rabbülalemin'e yakışan kelamdır, yahut ahlâksız, Allah'tan korkmaz, insanlardan utanmaz birinin düzmesidir. Geçen delillere karşı sen bunu diyemedin ve diyemezsin. Öyle ise Rabb'imizin kelamıdır. Çünkü bu işin ortası yoktur, ortası olması da imkânsızdır. Kur'ân ve Hz. Muhammed (sav) aleyhinde bu iddiayı ileri sürecek kimse çıkamaz. Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bile diyorlar ki: "Muhammed çok akıllı idi, güzel ahlâklı idi." Mademki bu mesele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık imkânsızdır, madem bu meselenin ortası yoktur. Öyleyse Kur'ân Kelâmullah, Muhammed (sav) Resulullahtır.
İşte ey şeytan! Şimdi başka bir sorun varsa söyle!
-Bunlara karşı gelemem. Fakat çok ahmaklar var ki beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok Firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar. Senin sözlerin gibi eserlerin yayılmasına sed çekerler. İşte bundan ötürü, sana teslim-i silah etmem!
*) Bkz. Mektubat, 26. Mektup, I. Mebhas