Kur'ân'da mu'cize ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in mu'cizeleri 2

Bir önceki yazımızda mu'cize kavramını tahlil etmiş, Efendimiz (sav)'in Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen mu’cizelerine bir giriş olarak Kur'ân’ın mu'cizevî yönüne dikkat çekmiş, Efendimiz'in Kur'ân’ın değer vererek naklettiği yüce ahlâkını nazara vermiş, ardından da İsra Mu’cizesinin Kur'ân’da yer alan kısmını anlatmış, son olarak da tebliğini ve Bedir'de müthiş günleri Kur'ân eksenli değerlendirmiştik. Yazının devamını bu sayımızda sunuyoruz.

6. Hz. RESUL ve GAYB

Mekkî olan Kamer sûresinde, henüz üç beş Müslüman varken ve akıbetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle harp olacağını, üstelik şirk ordusunun hezimete uğrayacağını haber vermiş ve bu ilkin Bedir'de gerçekleşmiştir, "O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaça­caklardır" (Kamer, 54: 45). Hz. Ömer (ra)'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olunca, "bozguna uğrayacak topluluk kimdir?' diye söyle­meye başladım. Bedir gününde Kureyş bozuldu, kaçmaya başladı. Hz. Peygam­ber (sav)'e baktım, arkalarından kılıcı çekmiş Kamer sûresinin 'seyuhzemu'l-cem'u ve yüvellûne'd-dübür..' âyetini okuyordu". O zaman bu âyette kastedilenlerin kimler olduğunu anladım"36. Şim­di düşünelim bakalım, bir insan nihaî ba­şarısını önceden haber verebilir mi?

Bunlar, Allahu Teâlâ'nın bir va'di ve yeryüzüne müdahaleleri kabilindendir. "Allah'a ve Resulü'ne düşman olanlar, onlar en alçaklar arasındadır. Allah: 'El­bette, Ben ve resullerim galip geleceğiz' diye yazmıştır" (Mücadele, 58: 20-21).

 

 

Kur'ân, metninin eksiksiz muhafaza ve intikal edeceğini (Hicr, 15: 9), İslâm'ın muzaffer olup (Nûr, 24:55), Mekke'yi fethe­deceğini (Fetih, 48:27) de bildirmiştir. Ayrı­ca, Hz. Peygamber, Kur'ân'da, istikbale dair daha başka gaybî haberlere de muttali kılınmıştır. "(Ey Resul) bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç korunanlarındır." (Hûd, 11: 49). "Gizli bilgisi­ni ancak razı olduğu Resule gösterir" (Cin, 72: 26-27). Hz. Peygamber'e Dırâr Mescidini yapanların gerçek niyetlerinin bildirilmesi (Tevbe, 9: 108-9). Ezvâc-ı Tahirât arasında geçen konuşmalara muttali kılınması (Tahrîm, 66: 3) da gaybî haberler­dendir. Hz. Yûsuf (as) da geleceğe muttali kılınmıştır. Ona tuzak kuran kardeş­lerinin akıbeti haber verilmek suretiyle bir nevi teselli edilmiştir. "Kasem olsun, 'sen onların bu işlerini, hiç farkında olmaya­cakları bir sırada kendilerine haber vere­ceksin' diye variyettik" (Yûsuf, 1:15).

 

 

7. TASDİK EDİLEN RÜYA

 

Hudeybiye musalahasının yapıldığı sene Müslümanların Mekke'ye girmeleri engellenmişti. Kureyşliler, şayet ertesi yıl hac için gelirlerse, ancak -kınında olan kılıç dışında- hiçbir silah taşımamak şartıyla girebileceklerine dair madde koydurtmuşlardı. Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına ve onların Allahu Teâlâ'nın nazarındaki her türlü mukaddesleri çiğnediklerine şahit olmuş Müslümanlar, müşriklerin bu ahde sadık kalacaklarına güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hac için gelmişken, onların yerine varmasını, bu ibadeti engelleyen onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kim bilir neler yaparlardı? Diyelim ki, Müslümanların Mekke'ye girmesine imkân vererek sözlerini tuttular, peki silahsız ve kuvvetsiz olarak onların memleketlerine giren mü'minler, onların yanında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu onları, tuzağa yavaş yavaş çekme plânı olmaz mıydı? Nitekim, kındaki kılıç dışında hiçbir silah taşımamayı şart koşmaları da bunun delili sayılmaz mıydı? Kılıç ise sadece elleri ve mızraklarıyla savaşmaya karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi, mesela ok yağmuruna tutulmaları halinde ne yapabilirlerdi ki? İşte böyle müthiş bir vaziyette iken. Mekke'ye girmeyi, güvenliği ve hac ibâdetini ifâ etmeyi teminat altına alan kat'î vaad geldi37:

 

 

 

 

 

"Elbette Allah, Resulü'nün rüyası­nın33 gerçek olduğunu tasdik eder. Ey nü'minler, siz inşaallah güven içinde, kiminiz başlarını tıraş etmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmaksızın Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilme­diğinizi bilir. Size bundan başka bir zafer verecektir" (Fetih: 48: 27)

 

 

 

 

 

Bilindiği gibi, ertesi sene Müslümanlar, kaza umresini güvenlik içinde yaptılar.

 

 

 

 

 

Mekke'de üç gün kalarak bütün menâsiki ile ziyaretlerini ifâ ettiler.39

 

 

8. AYIN YARILMASI

 

Hz. Muhammed (sav)'in mu'cizelerinin vukûları kat'îdir. Kur'ân-ı Kerîmin birçok yerinde en muannid kâfirlerden naklettiği Efendimiz (sav)'e sihir isnad etmeleri, o muannid kâfirlerin dahi mu'cizelerin vukûlarını inkâr edemediklerini gösteriyor, yalnız kendilerini aldatmak ve tâbilerini kandırmak için haşa 'sihir' demişler.

 

 

 

 

 

'O saat yaklaştı, ay yarıldı. Bir mu'cize görecek olsalar yüz çevirirler ve (bu) 'süregelen bir büyüdür' derler. Yalanladılar, nefislerinin heveslerine uydular. Halbuki her iş, yerine ulaşacaktır. Kasem olsun onlara, batılda kalmalarını önleyecek ibret verici olayları anlatan haberler geldi. Bunlar üstün hikmettir! Ama uyarılar fayda vermiyor" (Kamer 54: 1-5).

 

 

 

 

 

Takip eden âyetler, bu hadisenin vuku bulduğunu gösteriyor. Zira, muarızlar, buna 'sihir’ demektedir. Gerçekleşmemiş bir hâdise için sihir demeleri makul değildir. Demek ki, ayın yarıldığını görmüşler ama gözlerine inanamamışlar.

 

 

 

 

 

Bu hâdisenin, kıyamette vuku bulacağı iddiasının, istinad noktası görülmemektedir. Zira, henüz olmamış, kıyamette vuku bulacak bir hâdise için hiç kimse sihirdir, büyülendik diyemez. Buna kimsenin fırsatı olmayacak. Kaldı ki, kıyamette ay yarılmakla kalmaz, Tekvir sûresinin başında haber verildiği gibi güneş, yıldızlar ve öteki nesneler gibi darmadağın olacak.

 

 

 

 

 

Âlimlerimiz, inşikak-ı kamerin, Hz. Peygamber (sav) döneminde vukû bulduğu hususunda ittifak halindedirler.40 Bu hususta birçok tarikle varid olan hadîsler, ümmet nazarında kesinlik ifade etmektedir." Ayın, Hz. Peygamber (sav) döneminde yarıldığı hakkındaki hadîsin birçok tarikle varid olmasından, muhakkik hadîs âlimleri, bunun tevatür derecesini geçtiği neticesini çıkartmışlardır.42 Nitekim, bu hadîsin Enes b. Mâlik, Cübeyr b. Mut'im, Huzeyfe b. el-Yemân. Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Mesûd gibi en güzide âlim sahabîler tarafından rivayet olunması, ayın o zaman varıldığını gösteren bir başka kuvvetli delildir.

 

 

 

 

 

Bu, Kur'ân'ın, vukuu anında müşriklere yönelttiği bir hâdisedir, onların bunu herhangi bir surette tekzip etmeleri de varid olmamıştır. Halbuki, inkarcılar, âyetlerle ilgili her türlü şüphelerini açığa vururlardı, eğer bu konuda bir menfez bulabilselerdi; yaparlardı. Onlardan nakledilen tek şey, 'büyülendik' demeleridir. Fakat bizzat kendileri meseleyi araştırdılar. Yolda olan kervanlar da aynı haberi teyit ettiler. Hz. Peygamber, -haşa- onları büyülediyse bile, o sırada Mekke'nin dışında bulunan ve bu hâdiseyi gören yolcuları da büyülediği düşünülemez.43

 

 

 

 

 

Bu hâdisenin vuku bulduğunu teyit eden bir delil de şudur: "Hindistan'ı ziyaret eden birçok kimse, orada, üzerinde 'Ayın yarıldığı gecede yapılmıştır' ibaresi yazılı olan bir heykel gördüklerini anlatmışlardır"44. Diğer tarafta, "Hz. Peygamberin sağlığında Chakravati Fermas, Hindistan'da Malabar hükümdarı idi. Bir gece ayın çatlayıp, bölündüğünü görerek hayrete düşmüştü. O, bu işi araştırmaya koyulmuş ve neticede dedelerinin kendisine bıraktığı vasiyetnamede bunun, son peygamberin bir mu'cizesi olacağına dair bir kayıt bulmuştu. Bunun üzerine Mekke'ye gelip Müslüman olmustu. Hz. Peygamber ona, ülkesine donup orada İslam’ı yaymasını tavsiye etti. Giderken yolda hastalandı ve Yemen'de vefat etti."45

 

 

 

 

 

"Peygamber'in mu'cizesi, gelecek zamana ve cağımıza dönük olarak ay üzerinde göründü. O mu'cizenin devamı olarak, on dört asırlık bu tarihi, hilal doldurdu. Bugün de, ilim dünyası bütün dikkatini tabiattaki ay üzerinde toplamıştır. Hz. Peygamber (sav)'in kutlu parmağı şakkul-kamer mu'cizesiyle işaret etmişti. O işaretten Hint Okyanusu'ndan Atlas Okyanusu'na kadar bayraklara geçmiş olan hilal doğdu"46.

 

 

 

 

 

Esasen, mu'cize, Allah'ın kudretiyle alakalı bir husustur. Ayın yarılmasının, yaratılmasından daha büyük bir hadise olmadığı aşikârdır. Binaenaleyh, mu'cizeler, Allah'ın kudreti ile birlikte tasavvur olunmazsa, akıl onları kavramada güçlük çeker. Bir başka ifadeyle, mu'cizeler, tabiat kanunları çerçevesinde ele alınırsa anlaşılmaz. Allahu Alem.

 

 

9. HIRİSTİYANLARLA MUBAHALE

 

 

Kur'an-ı Kerim, muarızlarını mubahale'ye çağırmıştır. Lugatlerdeki tarifiyle mubahale, "haksızın lanete uğraması için, hararetle ve içtenlikle Allah'a yalvarıp yakarmak, haksıza bedduada bulunmaktır." Kur'an, Necranlı Hiristiyanları mubahaleye çağırdı, onlar ise bu çağrıya uymaktan korkup kaçarak bundan vazgeçtiler. Oysa, kendilerinden, hem onların ve hem de Hz. Peygamber (sav)'in aile efradını getirdikten sonra, bir yerde toplanarak samimi ve kuvvetli bir şekilde Allah'a yalvarıp, her iki gruptan yalancı olanın Allah'ın lanetine ve gazabına uğramasını dilemekten başka bir şey istenmiyordu.47 Bu konuya işaret eden Alu İmran suresindeki ayet şöyledir: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa (ey Resulüm), de ki: 'Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine atalım." (3: 61).

 

 

 

 

 

Bu ayete istinaden Hz. Peygamber (sav), Necran'dan gelen Hıristiyanları mubahaleye çağırınca, düşünmek için mühlet istediler. İçlerinden, görüşüne değer verdikleri Akib isminde biri şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar, Hz. Muhammed (sav)'in, Allah tarafından gönderilmiş bir resul olduğunu biliyorsunuz. Bir peygamber ile mubahaleye giren toplumun küçük büyük hiçbir ferdi iflah olmaz. Eğer böyle birşeye kalkışırsanız mahvolursunuz. Eğer dininiz üzere kalmak istiyorsanız, Resulullah ile musalahaya varıp, memleketinize donun." Bunun üzerine onlar da mubaheleden vazgeçip, bir muahede ile İslam'ın zimmetini kabul edip, gittiler46.

 

 

 

 

 

Hz. Peygamber (sav)'in duasının kabul olduğunu göstermesi bakımından şu hadiseyi de kaydedelim: Kureyş'in eziyetleri dayanılmaz bir hal alınca, onlara, Hz. Yusuf'un kıtlık yılları gibi kıtlığa uğramaları için beddua etti. Bunun üzerine kuraklık başladı, ekinleri kurudu, hayvanları telef oldu, kıtlık onları istila etti. Derken, Hz. Peygamber'e yağmur duası etmesi için şefaat dilenmeye geldiler. Resulullah dua etti, bunun üzerine yağmur yağdı; öyle ki boğulmaktan korktular. Bu kez yağmurun dinmesi için dua etmesini dilediler. Hz. Peygamber'in duası üzerine bu durumdan kurtuldular.49 Mubahaleden kaçınan Necran heyetinin Medine'ye gelmeden önce araştırma yapmış olmaları, bu hadiseden haberdar olmaları imkan dahilindedir. Resulullah (sav)'in duasının kabul olunduğunu bildiren rivayetlerin mecmuu tevatur derecesine varmaktadır.50

 

 

 

 

 

10. ÖNCEKİ KİTAPLARIN MÜJDESİ

 

 

 

 

 

Kur'an-ı Kerim, Nübüvvet'in birliğine sıklıkla dikkat çeker. "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakûb'a, Yakûb'un nesline, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a Zebur'u vermiştik" (Nisa, 4:163). "Bu (Kur'ân veya Peygamber) de ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır" (Necm, 53:56).

 

 

 

 

 

Resuller birbirlerini tasdik ettikleri gibi, Son Resul'ü de müjdelemişlerdir51. Onun için, bütün nebilerin nübüvvetlerinin delilleri, Hz. Muhammed (sav)'in sıdkına delildir ve onların bütün mu'cizeleri, Hz. Muhammed'in manevî bir mu'cizesidir".

 

 

 

 

 

Hz. Muhammed'in risâletinin en büyük burhanı olan Kur'ân-ı Kerîm, kendisinden önce nazil olan kitapları tasdik ettiği gibi (Bakara, 2:97, 285 ; Âlu İmrân 3: 3 ; Mâide 5: 48 ; En'âm 6: 92), Önceki kitaplar da Hz. Muhammed (sav)'in geleceğini müjdelemişlerdir. "Kendilerine kitâb verdiklerimiz, O'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, gerçeği gizlerler" (Bakara, 2: 146). Hz. Muhammed (sav)'in önceki kitaplarda müjdelenmesi, O'nun bir mu'cizesidir.

 

 

 

 

 

11. ZAMANIN ŞEHADETİ

 

 

 

 

 

Gerçeğin, gizlilik perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti vardır. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın; kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nail olduğu veya güvendiği biriyle baş başa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, birtakım davranışlarla esas fıtratını ortaya koyar. Bir huy insanda bulundu mu, başkaları tarafından bilinmiyor zannedilse de bilinir. Gerçek durum, bir müddet sonra ortaya çıkacaktır. Bunu hemen herkes günlük tecrübelerinde müşahede etmektedir.

 

 

 

 

 

"Yoksa onlar senin hakkında: 'O bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz' mu diyorlar? De ki: 'Gözetleyin ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim.' Acaba onlar hayal mi görüyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?" (Tûr, 52: 30-32). 15 asırlık bir zamanın, Hz. Muhammed'in lehine şahitlik etmesi büyük bir mu'cizedir.

 

 

 

 

 

B. "Mu'cize" mefhûmu hakkında tehlikeli yönelişlere dair birkaç söz

 

 

 

 

 

Bu asrın başlarında, İslâm dünyasında bazı araştırmacılar, özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'ın mu'cizelerini araştırmak ve Müslümanların mu'cizeler karşısında almaları gereken tutum hakkında yeni bir yönelişe meylettiler.

 

 

 

 

 

Özetle, bu yöneliş, Hz. Peygamber (sav)'ın Kur'ân'dan başka mu'cizesinin olmadığı esasına dayanıyor. Buna göre, Allah'ın O'na ikram ettiği yegâne mu'cize, kendisine nazil olan Kur'ân'dır. Hz. Muhammed (sav), geçmiş peygamberlerin elinde ortaya çıkan aklın kavramadığı harikulade hâdiselere aldırmamış ve bunları isteyenlere de iltifat etmemiştir. Bu yöneliş sahipleri, mu'cizeler ve harikulade şeylerin kendi işi olmadığını ve bunları şu veya bu şekilde yapmasının mümkün olmadığını daima vurgulamışlardır. Gerekçe olarak da çoğunlukla şu âyet-i kerîmeyi delil getiriyorlar: "Eğer kendilerine bir mu'cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına, olanca güçleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mu'cizeler ancak Allah'ın yanındadır.' Hem o (mu'cize) gelmiş olsa da onlar inanmazlar, bilir misiniz?" (En'am, 6: 109). Bu görüşü ileri sürenler, bunun, Hz. Peygamber (sav)'in en yüce hususiyetlerinden olduğunu, O'nun insanlara anlaşılmayacak şekilde hitap etmediğini, beşere, sadece idrâk ettikleriyle muamele ettiğini iddia ederler53. Günümüzde yazılan birçok kitapta da bu ve benzeri sözlere rastlanır.

 

 

 

 

 

Bu yönelişin İslâm âleminde doğuşunun temel sebeplerinin başında, oryantalizm gelmektedir. Zira, Ehl-i Kitap kıskançlığı54 İslâm'ın ortaya çıkışım ve Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya ve Anadolu gibi önceden Hıristiyanlığın yaygın olduğu yerleri fethetmesini asla hazmedemedi. Buna karşı Haçlı Seferlerini düzenledi. Bu tecrübeden, Müslümanları kuvvet kullanarak yenemeyeceğini anlayınca, İslâm'ın karşısına misyonerlikle çıkmaya başladı.55

 

 

 

 

 

İslâm dünyasında oryantalizmin tesirleri büyük olmuştur ve bu tesir bugün de bütün dehşetiyle sürmektedir. 1800'den 1950'ye kadar batılı oryantalistler tarafından Müslümanlarla ilgili olarak altmış bin kitap yazılmıştır.56 Bugün bu sayı, yetmiş bini bulmuştur. Napolyon 1793'te Mısır'ı işgal ettiğinde beraberinde bir oryantalist ekibi bulundurmuş ve bu ekip, üç yıllık işgal döneminde çeşitli yönleriyle Mısır'ı anlatan La D'escription de L'Egypte adında 40 cilde yaklaşan bilimsel bir eser hazırlamıştır. İslâmî alanda yayınlanan araştırma ve bilimsel makale isimlerini toplayan lndex Islamicus, 20. asrın başından beri yapılmış çalışmaları kapsamakta, her beş yılda bir cilt yayınlanmaktadır. Oryantalistlerin yüzyıllarca şark hakkında topladığı bilgilerle misyonerler yetiştirildi. Bunların temel görevi, Müslümanları temel inanç esaslarından şüpheye düşürmek ve aralarına nifak sokmaktır. Bu akımın İslâm âleminde doğuşunun daha husûsî bir sebebi de, İngilizlerin Mısır'ı işgal etmelerine dayanır. İngiltere, Mısır'ı işgal edince, sadece askerî kuvvete dayanmasının istikrarı temin etmeyeceğini ve özellikle İslâm dünyasının hilâfeti yitirmesinin henüz yeni olduğu bir dönemde, işgal ettiği beldede ayağını yere sağlam basamayacağını biliyordu.

 

 

 

 

 

Bunun üzerine, her zaman yaptığı gibi, Müslümanların, dinlerine sıkı sıkıya bağlı olup, uğrunda her türlü fedakârlığı göze alacak şekildeki tavırlarını kökten değiştirecek ve mümkün olduğu ölçüde günlük hayatta onları Avrupa fikri ile kaynaştıracak bir fikrî metoddan faydalanmanın kaçınılmaz olduğu görüşüne vardı.

 

 

 

 

 

İngiltere, bu sebeple, ismini "içtimaî ve dînî ıslâh" koyduğu plânını uygulamaya koydu. Bu "ıslâh/reform"un uygulamaya geçtiği ilk yer de Ezher Üniversitesi oldu. Zira, o zaman Mısır idarî mekanizmasının tamamı Ezher'in elindeydi. Onun ışığı, öteki birçok İslâm beldesine ulaşıyordu. Ezher, her türlü milli, dini ve içtimai meseleyi düzenliyor, bu hususta düşünce üretiyor ve adeta toplumda motor görevi görüyordu. Onun için İngiltere’ye göre, her hangi bir dinî "reform”un başarıya ulaşması için Ezher'den başlamak gerekiyordu57. Bu reform, İslam dünyasının, Avrupa'daki ilmî kalkınma ve keşifler karşısında hissettiği zaafa dayanıyordu.

 

 

 

 

 

Bu reform planı uygulanınca, Arap ve İslam fikir öncülerini, İslam dünyasında da Avrupa'dakine benzer bir ilmî kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için; din v.e İslam inancını tamamlayan usulü, makbul ilmi fikirle uyuşan bir şekilde geliştirmeye dayandığına inandırmak gerekiyordu. Bu, dinî düşünceyi, anlaşılmayan veya modern ilmin kalıplarına girmeyen her türlü gaybî gerçekten kurtarmak demektir.

 

 

 

 

 

Bu çağrı henüz kalblerinde iman kökleşmemiş, hakikatları akıllarına yerleşmemiş ve modern Avrupa'nın ilmî kalkınmışlığına meftun olanlar tarafından kabul görmesi zaman almadı. Bunlar, bu yeni beğeni ve önceki iman zaafı sebebiyle, Avrupa'nın kalkınmışlığına benzer bir kalkınmanın yegane vesilesi, inanç ile birçok dinî prensipten kurtulmak olduğuna iyice inanmaya başladılar.

 

 

 

 

 

Geriye, bu planın işlemesi için, artık bu şekilde düşünenleri idareye yaklaştırmak ve iş başına getirmek kalıyordu. Bu işin anahtarları, bu tip düşünürlere verildi ve bunlar Camiu'l-Ezher'in ve Ezher mecmuasının başına getirildi.

 

 

 

 

 

Bu zevat, yeni merkezleri teslim alınca, yeni metodla İslamî akideyi sunma faaliyetlerine başladılar. Bu metod, pozitif ilmin sınırları dahiline girmeyen -ki bunların başında da mu'cizeler gelmektedir- gaybî meseleleri görmezden gelmeyi hedefliyordu.

 

 

 

 

 

Böylece, bu yönelişle; nübüvvet, vahiy, risalet gibi kavramlarla izah edilen Son Nebi'nin hayat ve misyonunun yerini; dahi, büyük, lider gibi vasıflarla anlatan yeni bir fikir ekolu ortaya çıktı. Bu reform ekolu, sahiplerinin beklentilerinin aksine, Avrupa'daki gibi, hiçbir ilmî kalkınma kazandırmadı. Bunların bir tek dayanağı vardı: ilim kelimesini yanlış anlamak ve onun muhtevasını daraltmak.58

 

 

 

 

 

Haddizatında, İslam inancının, mu'cize fikrinden tecrid edilmesi, topluca İslam inancı fikrini inkar neticesini doğurur. Zira, bu akide. heyet-i mecmuasında en büyük mu'cize olan vahiy mucizesi esasına dayanıyor. Binaenaleyh, aklî harikaları uzaklaştırmaya başlayan ve onları inkar veya te'vil cihetine giden, şüphe yok ki, vahiy gerçeğini de öyle yapar; çünkü o, bütün mu'cizelerin zirvesindedir.

 

 

 

 

 

Diğer tarafta, Kur'an dışında Hz. Peygamberin mu'cizesinin olmadığını ileri sürmek, Buhari, Muslim ve Ahmed b. Hanbel gibi güvenilir hadisçilerin rivayetlerine güvenilemeyeceği sonucunu doğurur ki, bunu kabul etmek mümkün değildir. Kaldı ki, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerin hissî mu'cizeler gösterdiğini bizzat Kur'an ayetleri bildirmektedir. Önceki peygamberlere hissî mu'cizelerin verildiğini kabul edip, Hz. Muhammed (sav)'e verilmediğini iddia etmek, insanı Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden şüpheye düşmeye götürür ki, bu da müsteşriklerin hedefidir.

 

 

 

 

 

C. İlmin Terazisinde Mu'cize

 

 

 

 

 

Mu'cize ve onun imkanı hakkında ilmin hükmünü sorunca, önce onun muhtelif tabiî ilimlerle iştigal edenlerin kullandıkları gibi ilmin mutlak olarak kullanılışını kastediyoruz. Sonra, ilmin umumi kullanılışını kastediyoruz ki, o, bir şeyi, bir delile dayanarak olduğu hal üzere bilmektir.

 

 

 

 

 

Mu'cize ve onun imkanı oranı hakkında, ilk manası ile ilmin hükmü nedir?

 

 

 

 

 

İlk manası ile ilim, pratik yönden harikulade işlerle ilgilenmez. Bu hususî manası ile ilim, ilk merhalesinde akıl veya düşünceden uzak, haricî tecrübelerden ibaret, muayyen maddî mevzularla alakalıdır. Bu nevi ilmin mu'cize hakkındaki görüşü sorulacak olursa ilim, lisan-ı hal ile der ki: Mucize, benim araştırma konularım arasında yer almaz, ben onun hakkında hüküm veremem.

 

 

 

 

 

Bu durumda, mu'cize hakkındaki görüşü ve bu husustaki hükmüne dair bu ikinci manası ile ilmin cevabi şöyle olur: Benden, harika bir iş olan mu'cizenin imkanını soruyorsun. Bundan önce Allah'ın varlığını sormuştun. Ben de sana, Vacibu'l-Vücud'un varlığı hakkında hiçbir şek ve şüphe yoktur, dedim ve Allah'ın varlığını, kesin delillerle açıkladım; O'nun, eşyanın sebeplerinin ve düzenin yaratıcısı olduğunu beyan ettim. Şimdi, kendimle çelişkiye düşüp, nasıl harikulade bir hadiseden başka bir şey olmayan mu'cize için, vukuu mümkün olmayan muhal bir kısımdır, diyebilirim?! İlimden kendisini nakzetmesini nasıl beklersin; önce Allah'ın, sebeplerin yaratıcısı ve bunları birbirine rabteden olduğunu ispatlasın, sonra bunu inkâr etsin ve desin ki: Sebeplerin nizamı vaciptir, bozulması imkânsızdır. İlimden; sana, kâinatın düzeni mümkün kabilindendir dedikten sonra, dönüp, hayır vacip kabilindendir, demesini nasıl beklersin?!

 

 

 

 

 

İlmin bu cevabını, samimî olan her akıllı işitip kavrayabilir. "Biz, hâdiselerin birbirini takip ettiğini görüyoruz, lâkin onun iki tarafını birbirine bağlayan rabıtayı göremiyoruz. Bu rabıta bize niçin gizli kalır? Bu, ilâhî bir şey olup, benzeri mahlûklar arasında bulunmadığı içindir." Evet, "Âlemi yaratan kudret, ondan bir şey eksiltmekten veya ona ilave etmekten aciz olmaz. Kolaylıkla şöyle denilebilir: O, aklen tasavvur olunamaz. Lâkin, 'aklen tasavvur olunamaz' denen âlemin yaratılması derecesinde tasavvur harici' değildir."

 

 

 

 

 

İlim devam eder: Eğer düşünürse, alışılmış olsun veya olmasın, Hâlık-ı Azîm'i mülâhazadan gaflet etmezsen, kâinatta tezahür eden şeyler hakikatte mu'cizedir. Yıldız mu'cizedir, yörüngelerin hareketleri mu'cizedir, yerçekimi kanunu mu'cizedir, bitkiler mu'cizedir, beşer aklı mu'cizedir, insanın sinir sistemi mu'cizedir, ondaki kan dolaşımı mu'cizedir, bizzat insanın kendisi mu'cizedir. Ancak devamlı bakış ve uzun süreli ülfetten dolayı, bütün bunlardaki mu'cize yönü unutulur. Bilgisizlikten zannedilir ki, mu'cize, sadece alışılmış ve mutâd olana aykırı olarak sürpriz bir şekilde meydana gelen durumdur. Mutâd olanı, eşyaya inanma veya onu inkâr etmede ölçü kabul eden kimsenin aklının ne kıymeti var? Bu, medeniyet, kültür ve marifetle telakki ettiğini zannetse de insanın bir cehaletidir.

 

 

 

 

 

Meselâ, bu âlemden hiçbir şey mevcut olmasaydı ve mu'cizeleri ve harikalıkları inkâr eden ve onların varlıklarını tasavvur etmeyen birine, şu şekilde bir alem icâd olunacak, denseydi, o, hemen, böyle bir şey düşünülemez, derdi ve bunu, inkâr ettiği mu'cizeden daha şiddetle inkâr ederdi. Fakat mevcudiyetinden sonra, aklında herhangi bir garipseme ve dehşetle karşılama diye bir şey söz konusu olmazdı. Bu şeyin varlığı imkânsızdır, tasavvur olunamaz, demeden ona bakıp durur.

 

 

 

 

 

Ancak, Allah'ın varlığına inanmayan kimsenin mu'cizeyi inkâr etmeye ve bunların vukuunu imkân hârici tasavvur etmeye hakkı olabilir. Fakat, böyle birinin de ilimden bahsetmeye veya onun ismi ile konuşmaya yahut da ondan bir şey rivayet etmeye hakkı yoktur.

 

 

 

 

 

Kaldı ki, günlük hayatta birçok harikulade durum olmaktadır. Bu tür fevkalâde hâdiseleri gören insanlar sîk sık, "bu bir mu'cizedir" demekten kendilerini alamamaktadırlar. Bu tür hâdiselerle hemen her gün karşılaşıyoruz. Bu, bir kaza veya felâket esnasında cereyan eden bir hâdise olabileceği gibi, tabiattaki alışılmış kanunlara aykırı bir durum da olabilir.

 

 

 

 

 

SONUÇ

 

 

 

 

 

Nübüvvet, fevkalâde bir hâdisedir. Nebî, fevkalâde bir şahsiyettir. Binaenaleyh, Nebî'nin hayatında harikulade birçok durumun görülmesi tabiîdir. Zira, ona tevdi edilen vazife alelade bir şey değildir; dünyanın gidişatını, insanlığın geleceğini yönlendiren son derece azim bir iştir. Kur'ân'da, resullerin ve nebilerin birçok mu'cizesi haber verilmekte ve nübüvvetin bir bütün olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz. Muhammed (sav) bir resul-nebîdir. O'nun, başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere birçok mu'cizesi vardır. Bunlardan bir kısmı Kur'ân'da mevcuttur. Öbür kısmı ise en güvenilir belgeler olan hadîs mecmualarına titiz bir şekilde kaydedilip, bize kadar intikal etmiştir. Mu'cizelerin mecmuu tevatür derecesine ulaşmıştır. Resulün vazifesi ve davet ettiği hakikat ile mu'cizeler arasında gerçek bir ilgi yoktur. Risâletin maksadı beşeriyeti irşâd etmekle doğrudan ilgilidir. Lâkin, Kur'ân-ı Kerîm, mu'cizenin müsbet tesirlerini de haber vermektedir. Mu'cizeler sadece inanmayanlara yönelik değildir. Mu'cizenin görülmesinin bir maksadı da, Allahu Teâlâ'nın, nübüvvet iddiasında bulunan Zâtı, en olmaz sanılan, misli görülmemiş bir hâdise yaratmak suretiyle desteklediğini ve tasdik ettiğini göstermektir. Mu'cizeler, iman esaslarını ispata da hizmet eder. Hz. İsa'nın "Allah'ın izni ile ölüleri diriltmesi", "öldükten sonra dirilişi" ispat eder. Mu'cize aklen muhal değildir, sadece alışılmışa aykırıdır. Alışılmışa aykırı oluşu onu imkânsız ve akıl dışı kılmaz. Zira, gündelik hayatta bile, alışılmış durumlara aykırı olarak birçok hâdise cereyan etmekte ve bunlar, "mu'cize" olarak tavsif olunmaktadır. Bunlar, ilâhî tecelliler, Cenâb-i Hakk'ın insanlara gösterdiği âyetler, işaretler ve sembollerdir. Hülâsa, mu'cizeler, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini, beşerin ise aczini göstermektedir.

 

DİPNOTLAR

35. Taberî, Câmiul-Beyân, Hd. No: 32823, XI, s. 567; İbn Kesîr, Tefsir, IV, s. 240.

 

 

36  İbn Kesîr, a.yer

 

 

37  Drâz, en-Nebeu'l-A'zim, s. 48-49.

 

 

38  Hz. Peygamber (sav), bu sırada rüyasında ashabıyla beraber Mekke'ye girdiklerini, Kabe'yi tavaf ederek bazılarının saçlarını tıraş edip, bazılarının da kısalttıklarını görmüştü. Bunu ashabına söylemiş, onlar da buna sevinmişlerdi. Âyetin sonunda müyesser olacağı tebşir buyrulan yakın fetih ise Hayber'in fethi olarak gerçekleşecektir. M. Hamdi Yazır, Hak Dini, VI, s. 4437-4438.

 

 

39  Buhârî, Meğâzî, 35 ve 43; Ebû Dâvûd, Menâsik 79; Tirmizî, Hacc, 92.

 

 

40  İbn Kesir, Mûcizâtu'n-Nebî, s. 31.

 

 

41 Buhârî, Menâkıb, 37, Menâkıbu'l-Ensâr, 36, Tefsîru Sûretil-Kamer 1; Müslim, Munâfikîn 43,47,48; Ahmed b. Hanbel, 1,377,423, 447, III, 275,278, IV, 82.

 

 

42 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 220; krş. Seyyid Kutub, Fi Zilâl, Kamer sûresi 1-5 âyetler tefsirinde, (VI, s. 3425-3426).

 

 

43  Seyyid Kutub, a. yerde

 

 

44 İbn Kesir, Mûcizâtu'n-Nebî, s. 34.

 

 

45  Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberinin Hayatında Bazı Ayırt Edici Özellikler, Ebedi Risâlet, I, İzmir, 1993, s. 98,99.

 

 

46  Sezai Karakoç, Günlük Yazılar (Sütun) II, s. 17. 47 Muhammed 'Abdul'azîm ez-Zerkânî, Menâhilul-irfân fi Ulûmi'l-Kur'ân, el-Kâhire, el-Halebî, 1336/1918, II, s. 400.

 

 

48  İbn Hişâm, Sîre, II, s. 169-170.

 

 

49  Buhârî, Ezan 128, İstiskâ 2, Cihâd 98, Edeb 110; Müslim, Mesâcid 294; Ebu Davud, Salât 216; Nesâî, Tatbik 28; İbn Mâce. İkâme 145; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, s. 239, 255.

 

 

50  Meselâ bkz. Buhârî, İstiskâ 7, Salât 68, Cumuâ 35; Nesâî, İstiskâ, 10, Mesâcid 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, s. 147; Râzî, Erbaîn, II, s. 92 vd.

 

 

51  Tevrat, İncil; Yahudi hahamları, Hıristiyan papazları ile Arap kâhinlerinin, Hz. Peygamber (sav)'in bi'setinden önce ondan bahsettikleri hakkında, meselâ, bkz. İbn Hişâm, Sîre, I, s. 166, 171, 187; Beyhakî, i'tikâd, s. 207; Râzî, Erbaîn, I, s. 93; İbn Kayyim, K. Hidayetü'l-Hayâra, s. 80-137; Tefsiru'l-Menâr, I, s. 295; Abdulahad Davûd, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed, İzmir-1992.

 

 

52  B. Said Nursî, Muhâkemât, s. 134.

 

 

53  Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 222.

 

 

54 Krş. "Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara verdiği vahiyler yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Oysa Biz İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık" (Nisa: 4:54).

 

 

55 Krş. Edward Said, Oryantalizm (Sömürgeciliğin Keşif Kolu), Türkçeye Çev. Selahaddin Ayaz, 3. baskı, İstanbul, 1991, s. 140-141.

 

 

56  Edward Said, Oryantalizm, s. 325.

 

 

57 Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 223. Öteki batılı sömürgeciler de aynı taktiği uygulamıştır. Napolyon, ordusunun Mısır halkını ezecek güçte olmadığını anladığı zaman, ulemanın Kur'ân'ı sömürge ordusu lehinde yorumlamalarını temine çalıştı. Bunun için Ezher'den 60 bilgini ordugâha çağırıp, onlara askerî payeler verdi. Bu oyun semeresini verdi; bir müddet sonra Kahire halkının işgalcilere duyduğu güvensizlikten eser kalmadı. Edward Said, Oryantalizm, s. 140-141.

 

 

58  Bûtî, Kubra'l-Yakîniyyât, s. 233

Yazar:

Kategorisi:
Makaleler & Yazılar
Gönderi tarihi: 23-04-2010
3,842 kez okundu
Block title
Block content