Her konuda söz söyleme hakkının, o konunun uzmanında olduğunda şüphe yoktur. Evrensel bir ilmî kriter olan bu kural çerçevesinde meseleye baktığımız zaman, Kur’an’ın bir eşi ve benzerinin olmadığı ve olamayacağı tezinin ittifakla kabul gördüğünü öğreniyoruz. Örneğin, Belagat ve Edebiyatın en büyük otoritelerinden kabul edilen Abdulkahir Cürcanî, Sekkakî, Zemahşerî gibi binlerce dâhi ilim adamları, dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma' ve ittifakla karar vermişler ki: "Kur'anın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez."(bk. Asay-ı Musa, s. 128).
Bediüzzaman hazretlerinin o ulvi ifadesiyle;
“Kalbi sekamsiz, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kur'anın beyanında güzel bir selaset, rânâ bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür”(Sözler/25. söz/ 2. şule) Yani, kalbi sağlam, aklı düzgün, vicdanı sağlıklı, edebî zevki olan her insan Kur’an’ın ifade tarzında güzel bir akışkanlığı, parlak bir uyumu, hoş bir ahengi, eşsiz bir fesahati olduğunda tereddüt etmez.
“Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın heyet-i mecmuasında raik bir selaset, faik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teavün; ve âyetler ve maksadları mabeyninde ulvî bir tecavüb olduğunu İlm-i Beyan ve Fenn-i Maânî ve Beyanî'nin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sabittir”(bk. Sözler/25. söz/ 8. Şule)
Yani; Kur’an’ın tamamı dikkate alındığında, onun her tarafında, bütün ifadelerinde çok harika bir akışkanlık, üstün bir mükemmellik; kullanılan kelime, cümle ve ifadeleri arasında, sağlam bir dayanışma, muhkem bir münasebet/bir uyum, kuvvetli bir yardımlaşma; ayetler ve maksatları arasında, pek yükse bir diyalog, bir anlaşma olduğu, Belagat ilminin birer edebiyat-ilim dalı olan Beyan ve Maânînin ilimlerinde birer tartışmaz otorite olan Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerce dâhî imamların şehadetiyle sabittir.
Bu konuda, Arapça edebiyatının “A”sını bilmeyenlerin böyle fantastik iddialarda bulunmaları sadece dinsizlikten kaynaklanan antika bir hezeyandan öteye geçemez.
Kur’an’ın indiği dönemde edebiyatın zirvesinde olan binlerce Arabın ve şairlerinin Kur’an’ın edebiyatı karşısında hayranlıklarını ifade etmeleri, o buz gibi katı enaniyetlerini terk ederek Kur’an’a teslim olmaları tartışılmaz bir tarihî gerçektir.
Kur’an, on beş asırdan beri, edebiyatın her türünü, ilmin her çeşidini malzeme olarak kullanan insanları ve cinleri, Kur’an’ın bir benzerini, hatta en küçük bir suresinin bir benzerini yapmaya davet ediyor ve bu davetinin kıyamete kadar geçerli olduğunu ilan ediyor. Ancak bu çağrıyı duyan ve Kur’an’a karşı düşmanlıkları bu cahillerin düşmanlığından çok daha fazla olduğu halde, şimdiye kadar onlardan hiç kimse bu çağrıya cevap verememiştir.
Bilindiği üzere, Kur’an’ın indiği devirde genel olarak var olan bilgilerin düzeyleri düşük seviyedeydi.
Ancak, Arap yarımadasında en ziyade revaçta olan dört şey vardır:
Birincisi: Belâgat ve fesahat.
İkincisi: Şiir ve hitabet.
Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaipten haber vermek.
Dördüncüsü: Geçmiş zamana ait olaylar ve varlıkla ilgili ontolojik bilgiler.
İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerini karşısında buldu ve bunlara karşı meydan okudu.
Başta, ehl-i belâgata birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler.
Sonra, şiir ve hitabet erbabına, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü.
Sonra, gaipten haber veren kâhinleri ve sihirbazları susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe son verdirdi.
Ayrıca, geçmiş milletlerin kıssalarını ve ontolojik hadiselerin durumuna vakıf olanları hurafelerden ve yalandan kurtarıp, onlara gerçekleri ders verdi.
İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit bir tek sûreyle bile muarazaya kalkışamadı.
Eğer böyle bir muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar..; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka bir şey yoktur. Oysa Kur'ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen inkârcıların damarlarına dokunduracak ve inatlarını tahrik edecek bir tarzda meydan okudu(bk. Mektubat/19. Mektup/18.İşaret).
Ve yaklaşık bin beş yüz yıldır bu manevî meydan okuma devam etmekte ve Kur’an-ı Hakim galibiyetini devam ettirmektedir. Ve bu hâkimiyet kıyamete kadar da devam edecektir.