Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye minye/münye ve ümniyye denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/39) Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir. Temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir.
Türkçe'de temenniyi genellikle keşke sözüyle ifade ederiz. Keşke, İslâm nazarında, çok defa kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plân ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa'ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef'âl-i İlâhiyeye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde "Eğer başına bir iş gelirse, 'Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.' deme. 'Allah'ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.' de. Zira, 'Keşke şöyle yapsaydım' sözü, şeytanın vesvesesine yol açar." buyurmaktadır. (Müslim, "Kader," 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah'ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli "keşke" vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür. Bundan başka insanlar, Âhiret'te de "keşke!" diyeceklerdir. İşte, daha önce (, sayı: 62) Rahmanî temenni, şeytanî temenni, iffet ü ismete kilitli temenni başlıkları altında ele aldığımız temenni çeşitlerine, müsbet ve menfî olanlarıyla devam edeceğiz:
Gayret u Himmet Televvünlü Temenni
Cenab-ı Hak, "Allah'ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma!" (Kasas, 28/77) buyurmaktadır. Allah Teâlâ, "âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster" derken "talebe" fiili gibi istek ve talep bildiren bir başka kelimeyi değil de "ibteğa"yı seçmiştir ki, bu fiil, talepte bir mübalağayı, çılgınca istemeyi, arzuda taşkınlığı iş'ar etmektedir. Dünyadaki nasip söz konusu olunca da "nesiye - unutmak" fiili kullanılmıştır. Oysa, dünyalık nasip de bir önceki fiile, yani "ibteğa"ya atfedilebilir ya da yine aynı fiille "vebteği nasibeke mineddünya"şeklinde bir ifade kullanılabilirdi. Fakat, öyle denmeyip "nesiye" kelimesi ihtiyar edilerek sadece "unutma" denmiş ve böylece bir mesaj verilmiştir. Evet, mü'min için mühim olan âhirettir; dünya nimetleri fânidir ve dünya, sadece esma-yı ilâhiyeye ve sıfât-ı sübhaniyeye âyine olması ve âhirete mezraalık yapması yönüyle kıymetlidir.
İşte mü'minler, bu emr-i sübhanîye ittiba eder, âyetteki nükteyi hakkıyla anlar, rıza-yı ilâhîyi kazanma adına durmak nedir bilmeden, Azrail (a.s.) ile karşılaşacakları ana kadar hayır yollarında koştururlar. Ellerindeki her şeyi bu yolda değerlendirirler. Cennet ve Cemâlüllah şerefini yakalayabilmek için mal ve canlarını Rabb-i Rahim'e feda ederler. Böyle bir alış-veriş koridorunda bulunurken de sürekli aksiyon sergilerler. Yaptıklarını az görür, sadece rıza-yı ilâhiyi tahsile vesile olacak mevzulardaki eksik ve kusurlarına hayıflanır ve "keşke" derler. Onların bu pişmanlık ve esefleri kat'iyen dünya yörüngeli değildir; nedametleri âlîhimmet ve civanmert olmalarının neticesidir. Onların "keşke" ile örgüledikleri cümleler: "Keşke Hazret-i Muhammed aleyhisselâm'ın namını cihanın her yanında duyurabilseydik; her yerde O'nun sancağı dalgalansaydı!" "Keşke senelerimi daha verimli değerlendirseydim, kendimi daha iyi yetiştirseydim, daha güzel bir kul olabilseydim!" "Keşke salih bir insan olup ihsan sırrına erebilseydim!" şeklinde ötelerle irtibatlıdır.
Sahabe efendilerimizden Enes b. Nadr, Bedir'e katılamamıştı. Bundan dolayı kendini asla affetmiyor ve çok hayıflanıyordu. Bazen ellerini dizlerine vuruyor; "Yazık bana, bu ilk muharebede Allah Resûlü'yle beraber bulunamadım. Keşke O'nunla omuz omuza cihadın hakkını verseydim." diye sızlanıyordu. Böyle bir "keşke" ızdırabıyla kıvrım kıvrımken kendi kendine, "Allah bizi bir daha o kefereyle karşılaştırırsa onların benden çekeceği var..." diyordu.
Hazret-i Enes'in bu yakınışı tam bir sene devam etmişti. Nihayet Allah ona Uhud'da destan yazma fırsatını vermişti. Harbin iyiden iyiye kızıştığı bir anda Efendimizin vefat ettiği şayiası duyulmuştu. Bu şayia, Halid b. Velid liderliğindeki Mekke süvari birliğinin Müslümanların saflarına dalmasıyla aynı zamana denk gelince büyük bir panik başlamıştı. Herkes geri hamle yaparken ve saflardan çekilmeye niyetlenirken bir adam vardı ki o, geriye tek bir adım dahi atmamıştı. Hâlâ düşmanın üzerine yürüyor ve bir taraftan da "Onun öldüğü yerde siz niçin yaşıyorsunuz?" diye bağırıyordu. Bu adam Enes b. Nadr'dı. Temennisi ötelere kilitli olan Enes b. Nadr.. şehadet şerbeti içmeyi düşününce "keşke" diyen Enes b. Nadr.. Ve nihayet bir ara ellerini açmış ve:
"Allahım, şunların yaptıklarından sana sığınırım" demişti. İşaret ettiği kimseler, Allah'ı, Peygamberi tanımayan karanlığın çocuklarıydı. Enes b. Nadr onların yapıp ettiklerinden kendisinin beri ve uzak olduğunu ilan ediyordu.
Ve diğer taraftan da panik içindeki Müslümanlara bakıyordu. Mü'min saflardaki hal ona çok ağır gelmiş; gözleri yaşarmıştı. Düşman ona bir şey yapamamıştı; ama İslâm saflarında gördüğü çatlaklık zağlı bir ok, bir hançer gibi sinesine saplanmıştı.
Sözlerine şöyle devam etti:
"Allahım, şunların yaptıkları adına da senden özür diliyorum." (İbn Esir, Üsdü'l-Gâbe, 1/131-132)
Savaşın sonunda Allah Resûlü, şehitleri tesbit ettirmişti; Uhud'da Müslümanlar yetmişe yakın şehid vermişlerdi. Şehitler arasında Enes b. Nadr da vardı. Fakat, onun cesedini bir türlü bulamamışlardı. Bir aralık birini ona benzetmişler; ama kesin karar verememişlerdi. Zira, yerde yatanın vücudu paramparça olmuştu. Kızkardeşi çağrılıp cesede bakınca, "Ya Resûlallah, bu parmak Enes'in parmağı, bu Enes'tir." diyebilmişti. (Müslim, "İmare," 148)
Evet, pek çok insanın dünyalıklar ardında koşması ve fani işlerin peşinden "keşke" nakaratlı ağıtlar yakmasına mukabil Enes b. Nadr, âhiretin yamaçlarını temaşa ederek yaşamış ve sadece Allah yolunda geri kalışına esefler ederek, telafi temennilerinde bulunmuştu. Bundan dolayı da, -Enes b. Malik hazretlerinin ifadesiyle- Kur'ân'ı Kerim onu ve onun gibi şehid olanlarla, aynı ahd ü peyman içinde bulunup, şehidliği bekleyenleri şöyle destanlaştırmıştı: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlarını ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler." (Ahzab, 33/23)
Şehadet ve Âhiret Temennisi
Uhud şehidlerinden Abdullah ibn Amr'ın (r.a.) oğlu Câbir ibn Abdullah (r.a.) anlatır: "Uhud günü, bir aralık Resûlullah'a (aleyhisselâm) rastladım; 'Ey Cabir, seni niye böyle kalben kırık (ve üzüntülü) görüyorum?' dediler. 'Ey Allah'ın Resûlü, babam şehit oldu, geride çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' deyince; 'Allah Teâlâ babanı ne şekilde kabul buyurduğunu müjde vereyim mi?' diye sordular. 'Buyur, ya Resûlallah!' dedim. Dediler ki; 'Allah, her kimle konuştu ise mutlaka hicab gerisinden konuştuğu hâlde babanla vicâhen konuştu ve: 'Ey kulum! Benden ne dilersen dile, dilediğini sana vereyim!' dedi. O, 'Ey Rabbim! Beni bir kere daha ihya et, Senin yolunda ikinci kere öleyim!' dedi. Rab Teâla Hazretleri de: 'Benden daha önce şu hüküm sâdır oldu: Ölenler artık dünyaya bir daha dönmeyecekler' buyurdular. Baban: 'Ey Rabbim, öyleyse (benim durumumu) arkamda kalanlara ulaştır!' dedi. Bu talep üzerine şu âyet nazil oldu: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabbilerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah'ın lutf u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehid dindaşlarına da, kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair müjde vermek isterler." (Âl-i İmran, 3/169-170)
İşte bu ve benzeri hadis ve âyetlerden anlıyoruz ki, şehitlerin de kendilerine has temennileri vardır; Allah yolunda yürürken şehadet şerbetini içmenin büyük bir nimet ve lütuf koridoru olduğunu haleflerinin bilmesini isterler. Mü'minlerin bu tür hadîs ve âyetleri bilmeleri, ölüm ve ötesine kat'i imanları onlarda âhiret özlemi hasıl etmiştir. Onlar ölümü bir şehirden bir başka şehre gitmek, sevgililer diyarına yolculuk etmek gibi görürler. Ölüm, ehl-i dalâlet için bütün sevdiklerinden ayrılmak, yalancı dünya cennetinden çıkıp yalnızlık ve vahşet içinde mezar zindanına girmek mânâsına gelse ve bir firak-ı ebedi olsa da; ehl-i iman için o, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplara kavuşma vesilesidir.. dünya hapishanesinden Cennet'e götüren bir vasıtadır.. hayat vazifesinden bir terhis, ubudiyet ve imtihanlardan bir paydos ve yapılan hizmete mukabil ücret almaya bir yoldur. Bundan dolayı mü'minler, âhirete müteveccihtirler; dünyayı Cennet'in bekleme salonu hükmünde görürler ve ecel tamamsa ölümü gülerek karşılarlar. Ölüm koridoruna girerken de şehadeti, Allah yolunda teslim-i ruh etmeyi arzu ederler.
Bu kabilden olarak, şu ibretâmiz ve pek meşhur hâdiseyi hatırlatmanın faydalı olacağını zannediyoruz: Abdullah b. Cahş ile Sa'd b. Ebî Vakkas, Uhud Harbi'nin alabildiğine kızıştığı bir sırada karşı karşıya gelir. Hazreti Abdullah, arkadaşının elinden tutar ve hızla bir yere doğru sürükler. Büyükçe bir taşın altına giderler. Hazreti Sa'd'a, "Sen duat et, ben âmin diyeyim; ben dua edeyim, sen âmin de." der. Önce Hz. Sa'd dua eder: "Allah'ım, benim karşıma güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra onu mağlûp edip sevabını alayım ve Resûlüllah'ın karşısına gazilik şerefiyle çıkayım.." Abdullah b. Cahş, onun bu duasına "Âmin" derken bakışları, daha başka bir buuda kaymıştır. Gözleri âdeta etrafında olup bitenleri görmüyordur. O, şöyle dua eder: "Allah'ım, benim karşıma da güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım ve önce gazilik unvanını alayım. Ardından, o beni şehid etsin. Ağzımı, burnumu, gözümü, kulağımı kessin ve Senin huzuruna öyle geleyim. Sen bana sor: 'Abdullah, ağzını, burnunu, gözünü, kulağını ne yaptın?' Ben de Sana cevap vereyim: 'Allah'ım, ben onlarla dünyada iken çok günah işledim. Onların şükrünü eda edemedim. Huzuruna öyle günahkâr âzâlarla gelmek de istemedim ve onları Senin uğruna döküp öyle geldim.' Sa'd b. Ebî Vakkas: 'Ben de' der, 'beynimi donduran bu duaya âmin dedim.' Sonra her ikimiz de düşman saflarına daldık. Allah'a kasem ederim, ben ne için dua etmişsem, onu aynen gördüm. Savaş bitince de Abdullah ibn Cahş'ı aradım. Baktım o da duasında istediklerini aynen elde etmiş; ne dudağı kalmış ne de burnu. Karnında mızraklar dönüp durmuş ve bağırsakları da deşilmiş." (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/186)
Abdullah ibn Cahş'ın temennisi, Allah yolunda uzuvlarını dökerek onların günahlarla öteye gitmesine mani olmaktı. O da "keşke" demişti; ama, onun bu esefine Allah'ın nimetlerine tam şükredememe kaygısı ve şehadet arzusu hakimdi. Hazreti Abdullah'ın "keşke"si, Allah'tan başka hiçbir şeyle zatî alâkasının kalmaması, dünyevî dâvâ ve iddialardan kaçınarak Hak mehafetiyle oturup kalkması ve akıbeti hakkında da dolu dolu endişeler duymasının terennümünden ibaretti. Onun şehit olmayı istemesi, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni etmek şeklinde de değildi. Zira o da Peygamber Efendimizin "Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir musibet sebebiyle ölümü temenni etmesin. Mutlaka bunu yapmak mecburiyetini hissederse, bari şöyle söylesin: 'Rabbim, hakkımda hayat hayırlı ise beni yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!'" (Buharî, "Merdâ" 19, "Da'avat" 30; Müslim, "Zikr" 10, (2680)) sözünü ve mücerret ölüm istememesi lazım geldiğini biliyordu. Onun temenni ve sözlerindeki asıl maksat, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek ve Allah katında va'd edilmiş olan gerçek hayata ermekti ki, bunda ölümü isteme bir vesile olması bakımından zımnî (örtülü) idi.
Hasılı, ölmek için yaşamakla, âhirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek büyük bir fark vardır. Hayata mazhariyet bize ait olmadığı gibi, ölümü arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Bir mü'min, Cenab-ı Hakk'a kavuşma mülâhazasını ruhunda hep canlı tutar, Yaratan çağırınca da severek O'na koşar; "biraz daha kal" dediğinde ise, vuslata karşı sabır mülâhazasıyla dişini sıkar ve O "artık gelebilirsin" diyene kadar dünyanın sıkıntılarına katlanır.
Ölüm Korkusu ve Uzun Ömür Arzusu
Müminler, ölümü bir terhis tezkeresi ve Sevgili'ye vuslat davetiyesi gibi görürken; iman mahrumları ona, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve katiyen onunla yüz yüze gelmeyi arzu etmezler. Onlara göre, insan ölünce her şey biter; her şey ve her yer yokluğun karanlığına gömülür. Bundan dolayı da, onlar ölümü asla istemez ve ondan köşe bucak kaçarlar.
Cenab-ı Hak, Yahudi ve Hıristiyanlardan bazılarının "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Mâide, 5/18) demesi üzerine Peygamber Efendimiz'e şöyle hitap etmiştir: "De ki: "Ey kendilerine Yahudi diyenler! İnsanlar arasında yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunu iddia ettiğinize göre, bu iddianızda tutarlı iseniz, haydi hemen ölmeyi temenni edin de bir an önce O'na kavuşun." (Cuma, 62/6) Allah Teâlâ, iddialarının ne kadar asılsız ve geçersiz olduğunu göstermek için onlara böyle çağrıda bulunmuş; "Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?" itabıyla onların dünyaya ve hayata ne kadar düşkün olduklarını ve suiistimallerinden dolayı ölümü kat'iyen istemediklerini ifade buyurmuştur: "Ama onlar bizzat yaptıkları zulümler sebebiyle asla ölümü temenni etmezler. Allah o zalimleri pek iyi bilir." (Cuma, 62/7)
Evet, Allah o zalimleri pek iyi bilir ve onların karakterlerini, gönüllerinden geçenleri bizlere de bildirmektedir. Yahudi ve Hıristiyanlardan bazılarının "Âhiret yurdu (Cennet) ancak bizimdir" demelerine rağmen, o yurdun koridoru olan ölümden korkup kaçtıklarını, ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı olmadığını; bu düşüncede olanların bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, dünyadan ayrılmayı asla istemediklerini ve hattâ hayata en fazla onların düşkün olduğunu beyan buyurmaktadır. "İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar olduğunu görürsün. Hatta bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler. Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister. Fakat uzun ömür onu cezadan uzaklaştıracak değildir. Allah, onların bütün yaptıklarını görür." (Bakara, 2/96)
Kur'ân-ı Kerim, Âd kavmini anlatırken de ehl-i küfrün uzun ömür arzusunu nazara vermekte; Hz. Hûd'un onlara şöyle dediğini hikaye etmektedir: "Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alâmet yapıp saçma sapan şeylerle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?" (Şuara, 26/128-130)
İşte, mü'minlerin âhiret özlemine mukabil, iman mahrumlarında da pek şedit bir yaşama arzusu ve uzun ömür temennisi vardır. Onlar dünyada bir müddet daha kalabilmek için sürekli "keşke keşke" der durur; ölümü hatırlamak bile istemez ve ondan hep kaçarlar.. kaçarlar ama; katiyen kurtulamayacakları bir acı son onları beklemektedir: "Nerede bulunursanız bulunun: Sağlam, yüksek kulelerde, hatta eflâke ser çeken gökteki yıldız burçlarında bile olsanız, ölüm mutlaka size yetişir." (Nisa, 4/78)
Dünya Yörüngeli Temenni
Verdiğimiz misallerde de açıkça görüleceği üzere, mü'minlerin temennisi tevbe, azim ve kasıt televvünlüdür. İmandan mahrumların temennilerine gelince onlar, dünya adına bir nedametin ve iç acısının tezahürleridir, boş ve varidatsızdır. Meselâ; Tebük Seferi'ne çıkıldığında Ka'b ibn Malik (r.a.) -kendi ifadesiyle- bir ihmalkârlık sonucu geride kalmıştı. Artık yola çıksa da orduya yetişemeyeceğini anlayınca hüzünden iki büklüm olmuştu ve o derin üzüntünün ifadesi dudaklarından "Keşke Allah Resûlü'ne yetişebilse ve Onunla beraber olabilseydim!.." şeklinde dökülmüştü. "Keşke" sözü onda bir seyyienin pişmanlığı olarak, tevbesinin bir buudunu teşkil ediyordu; geri kalan kısmı ise, doğruluğunun ve sadakatinin arkasından gelen af fermanı tamamlıyordu." (Buhari, "Megazi", 79; Müslim, "Tevbe", 9/53) Ka'b ibn Malik'in temennisine mukabil Bedir'e çıkıp yarı yolda nifaklarını kusarak geri dönen münafıklara bakılırsa onların temennisinin ne kadar boş bir kuruntudan ibaret olduğu görülecektir. Onlar, savaş sonrasında Medine'ye gelen ganimeti gördüklerinde "keşke" diye inlemiş; "Ah! n'olurdu, ben de onlarla beraber olaydım da büyük ganimete konaydım!" demişlerdi. (Nisa, 4/73) Ne tevbe, ne cihad şevki, ne âhiret için azık edinme gayreti ve ne de Peygamber'le beraber olma arzusuydu onların içini yakan. Kaçırdıkları bol ganimetti ciğerlerine pişmanlık ateşi salan.
Diğer taraftan, Allah Teâlâ, bir mü'minin diğer bir insanın malına, makamına, kabiliyet ve meziyetlerine göz dikmesini yasaklamıştır. Bir mü'min, başkalarına bahşedilen ama kendisine verilmeyen lütuflara göz dikerek yakınmalarla kendini mahvedeceğine, içini kemiren kin, kıskançlık, çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına, aşağılık komplekslerine gireceğine ve bunların neticesi olarak yüce Allah'ın adaletinden ve her şeyi kulları arasında isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına hâline kanaat etmeli ve şükür hisleriyle dolmalıdır. Çünkü, kanaatsizlik ve başkalarının elindekine göz dikme saikiyle dünyalık temennilerde bulunma hased, kin ve düşmanlık hasıl eder; Allah'ın takdir ve taksimine razı olmama manâsına gelir. Kendi hakkında takdir edilmeyen bir şeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmektir ve kısır bir ızdırap kaynağıdır. Başkasının çalışıp didinmesine bir mükâfat olarak takdir edileni, kuru kuru temenni etmek de bir münasebetsizlik, avarelik ve zamanı boşa harcamaktır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Bir de Allah'ın kiminize kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da siz daha hayırlı şeyleri Allah'ın fazlından isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nisa, 4/32)
Allah'ın verdiklerine kanaat etmeme ve daha fazla dünyalık talebinde bulunma bir küfür sıfatı ve âhirete inanmama hastalığının bir sonucudur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, bu konuda, Karun'un hazineleri karşısında insanların tavır ve davranışlarını iki gruba ayırır ve bir ibret tablosu olarak onların hâlini gözler önüne serer. Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktığında dünya hayatına çok düşkün olanlar: "Keşke bizim de Karun'unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok!" (Kasas, 28/79) demişlerdir. Onların bu temennilerine karşılık âhirete inananlar ise: "Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi? Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah'ın Cennet'te hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler nail olur." (Kasas, 28/80) sözleriyle mukabele etmişlerdir.
Mal, mülk ve dünyalık arzusuyla yanıp tutuşanlar, servet ü samanlarıyla kibirlenip gururlananlar, sırça saraylarında ebediyyen zevkten zevke yürüyüp duracaklarını zannedenler, bolluk ve refah hâlindeyken Rezzak-ı Hâkiki'yi hiç hatıra getirmeyenler, bu nankörlüklerinin tokadını yiyip azaba uğradıklarında pişman olacak ve "keşke"lerle inleyeceklerdir. Kur'ân, Kehf Sûresi'nde biri fakir ama mütevazı ve kanaatkâr, diğeri de zengin fakat oldukça kibirli ve tamahkâr iki arkadaşın misalini anlatır.. anlatır ve o güzelim bağının bozulup yok olabileceğine hiç ihtimal vermeyen, kıyametin kopacağına da inanmayan mütekebbirin esef ve hasretini, temenni ve hayretini bir ibret vesilesi olarak hatırlatır: "Çok geçmeden, bütün serveti kül oldu... bu hâli görünce, bağın çökmüş çardakları karşısında, yaptığı masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp avuçlarını oğuştura kaldı! 'Ah! n'olaydım, keşke Rabbime ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamış olaydım!' demeye durdu." (Kehf, 18/42)
Ötelerde Dehşet Yüklü Temenniler
Mü'minlerin her zaferinden sonra iç geçirip derin bir hasretle "Keşke vaktiyle Müslüman olmuş olsaydık!" (Hicr, 15/2) diyen inançsızlar, Azrail (aleyhisselâm) ile karşılaştıklarında bu sözü daha bir derin söyleyecek ve hele kıyamet gününde "keşke keşke" feryatlarıyla inleyeceklerdir. Evet, dünyalık "keşke"lerden çok daha iç yakıcı temenniler âhirette sadır olacaktır. Kur'ân-ı Kerim kâfir ve fâcirin kabir ve sonrasındaki nedamet ifadelerine ve temennilerine de dikkat çekmekte, bizleri, âhirette "keşke keşke" deyip sızlanmamak için burada dikkatli yaşamaya davet etmektedir.
Dünyanın sarsılıp parça parça döküldüğü, insanların mahşer meydanında çığlık çığlığa bir oraya bir buraya yürüdüğü, bir kurtuluş vesilesi bulmak için koşarken ter gölüne gömüldüğü ve Cehennem'in getirildiği gün.. işte o gün anlayacak asiler işin aslını.. anlayacak ve "Keşke sağlığımda bu hayatım için hazırlık yapsaydım" (Fecr, 89/24) diyeceklerdir. O müthiş gün gelip çatınca herkes kendi derdine düşecek, sırf kendini düşünecektir. Annelerin yavrularını dahi unutacağı o gün, dünyadayken aldanmış yığınların bağlandıkları bütün liderler, kendisine itaat edilen ve arkasından gidilen kimseler de bağlılarını korumak bir yana, kendilerini korumaktan bile aciz kalacaklardır. Liderler ile onların peşinden gidenler arasındaki bütün bağlar, ilişkiler ve ipler bir anda kopuverecek ve hiç olmazsa arkasından gidenlerin sorumluluğundan kurtulmak için metbular tâbîlerinden köşe bucak kaçacaklardır. İşte o zaman bir temenni çığlığı daha kopacaktır. "O tâbi olanlar şöyle derler: 'Ah ne olurdu, keşke, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi biz de onları bir reddetseydik!'" (Bakara, 2/167)
Liderlerinden yüz bulamayan zavallılar, eş ve dostlarından, yakın arkadaşlarından medet umacak, suçluluk ve çaresizlik içinde kendilerine uzanacak bir el arayacaklar; ama, arkadaşları tarafından da terk edildiklerini, hattâ o güne kadar dost görünen şeytanın bile onları yüzüstü bıraktığını görecekler.. görecekler de her biri kendisini Cehennem'e sürükleyen kötü arkadaşından şikâyet edecek; ona duyduğu nefretle "Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı! Meğer sen ne kötü arkadaşmışsın!" diyecek (Zuhruf, 43/38); fakat Cenab-ı Allah onlara, "Bu temenniniz bugün size hiçbir fayda vermez. Çünkü hayat boyunca birlikte zulmettiniz. Burada da azabı birlikte çekeceksiniz." buyuracaktır. (Zuhruf, 43/39)
Onlar yapayalnız, korku ve dehşet içinde, perişan bir vaziyette bulundukları o hengâmda bir aralık mü'minleri görecekler. İnananların kendi imamları arkasında saf saf dizildiklerini, Peygamberlerinin sancağı altında emniyete erdiklerini seyredince, Nebîlere karşı isyanlarını hatırlayacak, parmaklarını ısıracak "Eyvah!" diyecekler ve nedametlerini "Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur'ân'dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır." (Furkan, 25/27) şeklinde dile getireceklerdir. İhtimal, Ebu Cehillerin, Utbelerin, Şeybelerin ve her devrin peygamber düşmanlarının acı feryatları böyle olacaktır.
Herkesin hesap defteri kendi önüne konulduğunda, mücrimler defterdeki kayıtlardan korkacak, dehşete kapılacak ve "Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor? Ne küçük koymuş ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!" (Kehf, 18/49) diye yakınacaklardır. Hele bir de hesap defterlerini sol taraflarından alınca artık tarifi imkânsız bir hicran, hasret, nedamet, inilti ve feryad u figan kopuverecektir yüreklerinden. Mücrimlerin her biri: "Eyvah! Keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı bilmez olaydım! N'olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı! Servetim, malım bana fayda etmedi! Bütün gücüm, iktidarım yok oldu gitti!" (Hâkka, 69/25-29) sözleriyle ağıtlar yakacaktır.
Dalâlet bataklığında rotasını şaşırmış Cehennem yolunun yolcuları, âhiretin her durağında ayrı bir nedametle kıvranacaklar; Rabbilerinin huzurunda başlarını öne eğecek ve utanç içinde "Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir daha gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!" (Secde, 32/12) diye yalvaracaklar; ateşin karşısında durdurulunca, "Ah n'olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü'minlerden olsak!" (En'am, 6/27) diyecek, kendilerine yeni bir fırsat verilmesini temenni edeceklerdir. Ne var ki, onların içlerini en iyi bilen Allah Teâlâ, haklarında şu hükmü verecektir: "Hayır! Öteden beri gizledikleri utandırıcı çirkin halleri, münafıklıkları yüzlerine vuruldu da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya dönecek ve diyeceklerdi ki: 'Hayat, sırf dünya hayatımızdan ibaret, biz bir daha diriltilecek de değiliz!' Onlar, hiç şüphesiz yalancıdırlar." (En'am, 6/28-29)
Evet, herkesin tepeden tırnağa hayatının hesabını vereceği o gün mutlaka gelecek, her şahıs önünde, yalnız yapıp ettiklerini bulup onlara bakacak ve kurtuluş ümidini bütün bütün yitiren kâfir: "Ah ne olurdu, keşke toprak olaydım!" (Nebe, 78/40) diyecektir.
Netice
Hasılı; temenni, bir şeyi dilemek ve ummak mânâsına gelir. Temennîde, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin husulünün mümkün olması şart değildir; muhal şeyler de temennî edilir. Kur'ân, bir yandan iman mahrumlarının hem bu dünyada hem de âhirette pişmanlık, esef, korku ve dehşet dolu temennilerini nazara verirken, diğer taraftan da, mü'minlerin Allah'ı ve hak dini insanlara tanıtma ve bu sayede Rabb'in hoşnutluğunu kazanma gayesine matuf temennilerine de dikkat çeker; bu konuda misaller zikreder.. ve verdiği örneklerle şu imâda bulunur:
Eğer, âhirette "keşke" diyecek olanlar daha bu dünyada iken hayatlarının muhasebesini yapsa ve temennilerini âhiret azığı edinme adına azm u kaste bağlasalar belki kurtulabileceklerdir. Zira, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselâm), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) insan olmanın ağır sorumluluğunu her an omuzlarında hissetmiş ve mes'uliyet şuuruyla -her birine izafe edilen- şu sözü söylemişlerdir: "Keşke, insan olmaktansa, doğranıp budanan bir ağaç olsaydım." (Tirmizi, "Zühd", 9; İbn-i Mace, "Zühd", 19) Onlar ve onları rehber edinen mü'minler, sorumluluk duygusuyla dile getirilmiş bu sözün gölgesinden bir lahza ayrılmamış; sürekli muhasebe ve murakabe sütreleri altında yaşamış ve mezarla başlayan iç içe âlemlerde "keşke keşke" feryatlarından kurtulma vesileleri aramışlardır.
Öyleyse, iman mahrumlarının hesaplar görülürken "Keşke Allah'a iman etse, Peygamberin yolunu izleseydim; keşke kan akıtmasa, canlara kıymasaydım; ah ne olurdu İslâm'a dil uzatmasaydım, n'olaydı Kur'ân'a lâf atmasaydım..." diye diye inleyeceklerini yakin derecesinde bilen mü'minler, daha yaşıyorken ve fırsat varken mazide fevtettiklerine üzülmeli; "Keşke başkalarının kusurlarını görmese ve kendi hatalarımla meşgul olsaydım; keşke Rabbânî bir kul olabilse ve Rabbimle münasebetimi sıkı tutsaydım; ah ne olurdu, yanan neslin ateşini söndürmeye koşanlar arasında ben de bulunsaydım!" demeli.. demeli ve bu sözlerini sadece bir kuruntu ve boş ümniye şeklinde değil, aksine bir tevbe ve istikbal adına bir karar verme olarak söylemelidirler.
Genel Bibliyografya
- Adanavî, Abdunnâfi Efendi, En-Nef'u'l-Muavvel Terceme-i Telhis ve'l-Mutavvel, İstanbul.
- Ahmed Asım Efendi, Okyanusu'l-Basit fi Tercemeti'l-Kamusi'l-Muhit, 1-4, İstanbul 1305.
- Çelen, Mehmet, Arapça'da Edatlar, İstanbul 1991.
- İbn Esir, Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Abdulkerim, Üsdü'l-Gâbe fi Marifeti's-Sahabe, Mısır 1328.
- İbn Manzur, Ebu'l-Fazl b. Mükrim (v. 711/1311), Lisanü'l-Arab, 1-15, Beyrut 1374/1955.
- İbn Hacer, El-Askalânî, El-İsâbe fî Temyîzi's-Sahabe, Mısır 1978.
- Müslim b. Haccac (Ebû Hasan), Sahihu Müslim, İst. 1981.
- Tâhiru'l-Mevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973.