Emanetin lügat manası: eminlik, birisine koruması için bırakılan şey. Eminliğin zıddı, hıyanet... Yani, emaneti korumamak, onu emanet edenin değil de, kendi nefsinin arzu ettiği gibi harcamak...
Istılahta, emanet için birçok manalar verilmiş. Bunlar içerisinde en meşhur olanları şunlar:
'Dini tekliflerin tamamı', 'farzlar', 'İslam'ın emirleri', 'insana ihsan edilen her nimet', 'akıl', 'yer yüzüne halife olma kabiliyeti.'
Kur'an güneşinden bir nur:
'Allah hiçbir nefse vüs'atini aşan (güç yetiremeyeceği) bir vazifeyi teklif etmez.' (Bakara Sûresi, 286) |
Bu nefislerden birisi göz; ona işitme vazifesi yüklenmemiş. Bir başkası kulak; ona da anlama teklif edilmemiş. Koyun ruhu tefekkür etmekle, dağlar ve taşlar da ışık vermekle vazifeli değiller... Her varlık kendisine verilen kabiliyete göre bir vazifeye koşulmuş. İnsan ruhunun diğer varlıklardan önemli farklılığı var. Ona cüz'i irade takılmış. Kendisine verilen vazifeyi yapıp yapmamada serbest bırakılmış. Zalim ve cahil oluşunun kaynağı da bu cüz'i iradeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...
Emanet, irade sahibine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, 'Paramı kasaya emanet ettim.' demezsiniz. Demek ki, cansız eşya emanete muhatap olamıyor... Melekler de onlardan pek farklı değil... Onların vazifelendirilmeleri teklif ile değil, emir iledir.
Emanetle ilgili ayet-i kerimede emanetin göklere, yere ve dağlara 'teklif' değil, 'arz' edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülemezdi. Arz etmekte bir başka mana vardır. Hani, bir padişah, huzuruna çağırdığı bir askerine bir vazife arz eder. Mesela, ona 'Sen katiplik yapabilir misin?' diyebilir. O nefer, padişahından özür dileyerek, 'Maalesef benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi yerine getirirdim.' der. Bu teklif , 'Bana bir su getir.' demeye benzemez. Suyu her nefer getirir, ama katipliği herkes yapamaz.
Emanetle ilgili ayette de Cenab-ı Hak, göklerden, yerden ve dağlardan bir vazife istemiştir. Onlara bir emanet arz etmiştir. Bu arz edişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu vazifeden içtinap etmelerini de bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara teklif edilen vazife, onların kabiliyetleriyle, sermayeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın yaratılış keyfiyeti, ona takılan cihazlar, verilen kabiliyetler, bu vazifeyi yapmasına müsaittir. Nitekim, göklerin çekindiği bu emaneti o yüklenmiştir.
Nedir bu vazife? Bediüzzaman Hazretleri Haşir Risalesinin on birinci hakikatinde bu emanetin 'insanın istidadı' olduğuna işaret eder ve bu istidada yüklenen görevi, 'Küçücük cüz'i ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Halikını (yaratanını), muhit (her tarafı kuşatan) sıfatlarını, külli şuunatını (işlerini), nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilmek.' olarak açıklar.
Kendi misaliyle açıklayalım: 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun sahibiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kainat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hakeza..'
İşte bu ve benzeri nice mukayeseleri yaparak Allah'ın sonsuz sıfatlarını, şuunatını bilme vazifesini gökler, yer ve dağlar yüklenememişlerdir; kendilerinde bunu yapabilecek istidat bulunmadığı için...
Bu âyet-i kerime ile insanın semalardan yüksek olan ehemmiyeti ve kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî vazifesi beyan edilerek, insanoğluna küçük şeylerin peşinde koşmaması tavsiye edilmekte. Aksi halde, kendisine verilen kabiliyetleri yerinde kullanmayarak onlara mânen zulmedeceği ve cenneti bırakıp cehennemi satın alacağı için de câhil olacağı ders verilmekte, ihtar edilmekte.