Furkan Suresi, Ayet 20— "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de şüphesiz ki yemek yerler, çarşı-pazarlarda gezip dolaşırlardı. Bir kısmınızı bir kısmınıza deneme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz? Rabbin ise yeterince bilip görendir."
İlgili Hadisler:
Yüce Allah buyuruyor: «Ey ademoğlu, şüphesiz ki seni (birçok olaylarla) denemekteyim ve seninle (diğer insanları da) denemekteyim.» (Müslim/Iyaz b. Hammad'dan)
«Eğer ben isteseydim Cenâb-ı Hak benimle beraber altından ve gümüşten dağlar yürütürdü.»(Müsned-i Ahmed)
«Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz hükümdar bir peygamber ile resul bir kul olma arasında (tercih yapmak için) serbest bırakılmış; o, resul bir kul olmayı tercih etmiştir.» (İbn Kesir: 3/313- sahîh rivayetle)
Ayetin Açıklaması:
Resûlullah (A.S.) Efendimiz kavim ve milletlerin din ve dünya işlerini düzene sokan bir peygamberdir. Ancak hiçbir zaman hükümdarlığa heveslenmemiş, onlar gibi yaşamamıştır. Çünkü O, insanları kul ve köle gibi kullanan bir kral değil, fakiriyle zenginiyle, alimiyle cahiliyle oturup kalkan, onlara kardeşçe davranan ve her şeyini onların kurtuluşu ve mutluluğu uğruna harcayan müstesna bir önderdir. Dünya tarihinde O'nun bir eşine rastlamak elbette ki mümkün değildir.
«Sizden biriniz malca, fiziksel yapıca daha üstün kılınan birine bakmak istediği zaman, (ona değil, kendinden belirtilen hususta) aşağı olana baksın.» (Sahîh-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den)
İlâhlaştırılan İnsanlar
«Onları ve Allah'ı bırakıp taptıkları şeyleri kaldırıp (hesap alanında) toplayacağı gün..»
Âyetin açık anlatımından, Allah'ı bırakıp da ilâhlaştırdıkları şeylerin putlar olabileceği gibi, bazı önemli kişiler de olabileceği anlaşılıyor. Şöyle ki: İlâhlaştırılan putlar hiçbir zaman insanları saptırmazlar, yani böyle bir irâde ve yetenekleri söz konusu değildir. O bakımdan âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın taştan, ağaçtan yontulmuş putlara; «Siz mi bu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?» diye sorunca, onlar şu cevabı verecekler: «Seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz..»
Putların bu haklı cevabı şu inceliği yansıtmaktadır: Her şey hilkat kanununa ve yükletilen programa göre Hakk'ın emrine boyun eğmekte ve O'nu tesbîh ve tenzih etmektedir. Cansız dediğimiz eşya kendi kendini hiçbir zaman ilâhlaştırma duygu ve düşüncesine sahip değildir. Onlar mutlak itaat üzere, yaratıldıkları amaca yönelik olarak hizmetlerini sürdürmekteler. Onları ilâhlaştıran kalbi kör, vicdanı silik, kulağı sağır olan kâfirlerdir.
İlâhlaştırılan kişilere gelince, bunları iki grupta toplamamız mümkündür. Bir grup ilâhlaşmak sevdasında olmadığı, hattâ bundan nefret ettiği halde aşırı hayranları ve ölçüsüz dalkavukları onları ilâhlaştırırlar. Bu kötü sonuçtan haberleri olduğu halde engel olmaz da müfritleri kendi hallerine bırakılırsa, dolaylı şekilde ilâhlaştırılmayı kabul etmiş veya benimsemiş sayılırlar. O takdirde âhiret gününde ilâhî soruya karşı cansız putların verdiği tenzîhî mahiyetteki cevabı veremezler.
İkinci grup hem ilâhlaştırmadan hoşlananlar, hem de o havaya giren maceracılardır. Tarihin birçok dönemlerinde bu tiplere rastlamak mümkün. Onlardan biri de Fir'avn'dır. Yakın tarihimizde ise, bunlardan sivrilip dikkatleri üzerlerine çekenler vardır.
O halde ilâhlaştırılan kişileri diğer bir yorumla şu üç kısımda toplamak mümkündür:
1— Kesinlikle istemedikleri ve bu tarz düşünenlerden haberleri olunca bütün güçleriyle engel olmaya çalıştıkları halde aşırı hayranlarının onları vefatlarından sonra ilâhlaştırdıklarını görüyoruz. Meselâ: Yahudilerden bir kısmının Üzeyir (A.S.)ı Allah'ın oğlu; Hıristiyanların da İsa Peygamberi Allah'ın biricik oğlu diye tanımaları ve tanıtmaya çalışmaları bu cümledendir.
2— Büyük kahramanları ilâhlaştıranlar. Kahramanların böyle bir iddia ve arzuları olmadığı halde aşırı hayranlarının onları insan üstü görmeleri ve tanıtmaları ve o kahramanların da bir süre sonra kendilerine verilen o manevî payeden hoşlanmaları bu cümledendir.
3— Önce mürşit olarak sahneye çıkıp hayranları artınca mehdiliğe heveslenen; daha da hayranları çoğalınca peygamberlik iddiasıyla ölçüsünü aşan ve sonra da bununla da yetinmeyip Allah'ın kendilerine hülûl ettiğini söyleyerek kendilerini ilâhlaştıranlar bu cümledendir. Yakın tarihimizde İslâm âleminde ve birçok ülkelerde yankı uyandıran Ahmed Kadiyâni'yi ve Şirazlı Mirza Ali Muhammed'i gösterebiliriz.
Birinci maddede açıklananlar, âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın zikredilen sorusuna 18. âyette belirtilen sözle cevap vereceklerdir. İkinci ve üçüncü maddede açıklananlar ise, cevap veremiyecekler, hilâf-i hakikat bir söz söylemek isteseler bile kendilerine o imkân verilmeyecektir.
Refah Seviyesinin Yüksek Olmasının Tesirleri
«Onlar (tapılan şeyler), «seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz; ne var ki, sen onları ve babalarını nimetlerle zevke daldırdın, o kadar ki seni anmayı unuttular ve yok olmaya uğratılan bir millet oldular» derler..»
İsra Sûresi 16. âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, kavim ve milletleri, aile ve toplumları din, ahlâk ve fazilet çizgisinden saptıran birçok sebepler vardır; ama ölçüsüz, külfetsiz, alın tersiz ve el emeksiz aşırı gelir ve onun tabii neticesi refah seviyesinin yükselmesi başta gelen sebeplerden biridir.
O bakımdan Kur'ân'ı Kerîmde, servet sayılı zengin ellerde birikmesin, gelir dağılımında adaletsizlik meydana gelmesin diye vergi, zekât, keffaret, adak, faizsiz ödünç ve sadaka adı altında birtakım yükümlülükler getirilmiştir.
Elliye yakın yerde erkek ve kadınlara hitapla mevcut mallarından zekât vermeleri emredilmektedir. Aynı zamanda borçlu sıkıntıda olursa ona mühlet verilmesi birkaç yerde tavsiye edilmekte ve zekâtın kimlere verilebileceği açıklanmaktadır.
Bu, hem müslümanların çalışıp zengin olmalarını, hem de kişinin yalnız kendisi için çalışmadığını ilham etmekte ve sosyal adaletin lüzumuna parmak basılmasını öğütlemektedir.
Nitekim Haşr Sûresi 7. âyetle Cenâb-ı Hak servetin sayılı ellerde birikmesinin doğru olmayacağını beyanla şöyle buyurmaktadır: «Allah'ın o (fethedilen) kasabalar halkından peygamberine ayırdığı ganimet, Peygambere, O'nun (fakir) hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır. Tâ ki bu mal içinizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir servet haline gelmesin.»
Anlaşıldığı üzere İslâm gelir dağılımı konusunda kalıcı hükümler koymuş ve tezelden emek karşılığı olmaksızın servet biriktirmeyi takbih etmiştir. Şöyle ki:
1— Nimet külfetle orantılıdır. El emeği, alın teri esastır.
2— Fahiş fiatla mal satmak, müşteriyi aldatmak, faiz alıp vermek haramdır.
3— Zekât farzdır ve mutlaka muhtaçlara dağıtılması gereklidir.
4— Keffaret, adak, fitre, fidye, sadaka ve faizsiz ödünç toplumun sosyal adalet çatısının direğini oluşturur.
5— İsraf kesinlikle haramdır.
6— Müslüman cemaatten yana hizmette bulunmak, onlarla dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak vaciptir.
İşte kalıcı, yönlendirici, adaleti sağlayıcı bu emir ve kurallardan habersiz bir millet veya kavim, ya da toplum mal buldukça azıp sapıtır. Maddeyi tek amaç seçip önlerine koydukları için, ona ulaşmada her şeyi çiğnemeyi mubah sayarlar ve bunun neticesi olarak birbirini sömüren, birbirine acımayan, her kaptığını kâr bilen bir toplum veya millet meydana gelir. Nisa Sûresi 16. âyette ülkelerin yıkılıp yok olmasının başlıca sebeplerinden biri, bu düzensizlik ve adaletsizlik gösteriliyor.
Nisa Sûresi 5. âyette ise elde edilen serveti beyinsiz müsriflere teslim etmemiz yasaklanıyor ve Allah'ın bizlere verdiği nîmeti O'nun plân ve programına göre değerlendirmemiz emrediliyor.
Birbirimize Sınav Vesilesiyiz
«Bir kısmınızı bir kısmınıza deneme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz?.»
Furkan suresi, yirminci âyetle peygamberlere caiz olon sıfatlardan bahsediliyor ve bu konuda idrakleri uyanık tutmak ve hafızadaki izi derinleştirmek için uslûb-i ilâhî gereği Furkan suresi, yedinci âyette müşriklerin Peygamber (A.S.) hakkında neler düşündükleri ve aleyhinde ne gibi ölçüsüzlüklerde bulundukları konu edilirken, burada onlara cevap veriliyor.
Arkasından insanların bir kısmının diğer bir kısmıyla devamlı sınavdan geçirildiği bildirilerek mü'minlerin küfrün ve lüksün şatafatı karşısında kendilerine hakim olmaları öğütleniyor. Şöyle ki:
Kur'ân-ı Kerîm'den nasibini almayan bazı soylu ve makam sahibi kişiler, kendilerini çok yükseklerde görerek fakirleri ve zayıfları küçümser, onların bulunduğu meclise katılmayı gururlarına yediremezlerdi. Özellikle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke ve Medine dönemlerinde bu gibi olaylarla karşılaştığı olurdu. İnsan unsuruna değer verip Allah yanında en şerefli ve itibarlının Allah'tan en çok korkup kötülüklerden sakınanlar olduğunu ilân eden İslâm Dini, câhiliye devrine ait bu gibi kötü âdetleri, sahte gururları temelinden yıkıp attı. Müslümanları birbirlerine kardeş yapmak suretiyle sınıf farkını kaldırdı.
Asr-ı Saadet'te Kureyş'in ileri gelenlerinden Âs b. Vâil, Ebû Cehl, Velîd b. Akabe ve benzeri soylular; Ebû Zer, Bilâl, Süheyl ve benzeri fakir ve kölelerin İslâm'a girdiğine bakınca bu dini kabul edip onlarla birlikte aynı mecliste oturmayı bir türlü gururlarına yediremediler ve «biz bu alçak rezillerle mi aynı mecliste oturacağız?!» diyerek büsbütün küfürlerini artırdılar.
Sözü edilen kişiler, sayısız nimetler içinde günlerini gün ederken, karnını doyuracak ekmek dahi bulamayan mü'minler Allah ve Peygamberini her şeyden üstün tutup dişlerini sıktılar ve midelerinin üzerine taş bağladılar ve böylece onlar sınavı kazanırken müşrikler kaybettiler. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4289-4293.)
...
Müfessirlerden bazıları bu ayetin kapsamını daha geniş tutarak, müminlerin bir biri arasında da imtihan vesilesi oldukları tespitinde bulunmuşlardır:
«Sizin bir kısmınızı diğer kısmınıza imtihan vesilesi (fitne) kıldık» sözü bütün insanlara genel bir hitaptır. Burada Hz. Peygamberin tesellisi bahis konusudur. Çünkü O, önderlerin önderidir. Cenab-ı Hak kullarının bir kısmını diğerleri için fitne kılmıştır. Sağlam bir insan hasta bir insan için, zengin de fakir için fitnedir.
Bazıları «Birinci kısımda ümmetlerin kâfirleri, ikinci kısımda da peygamberler kastedilmiştir» demişlerdir. Yani sizin kâfir ümmetlerinizi size fitne kılmışızdir. Fitnenin mânâsı iptilâ ve mihnet çekmek demektir. Fakat birinci yorum daha uygundur. Çünkü bazı insanlar bazısıyla zahmet çekmeye müptela olmuşlardır.
Meselâ «Niçin ben sağlam bir insan gibi değilim?» diyen hasta için sıhhat bir fitne olmuştur. Her afetin sahibi böyledir. Sıhhatli bir insan hastalıkla müptelâ olmuştur. Ondan sıkılmaz, onu tahkir etmez. Zengin bir insan fakirle müptela kılınmıştır, ona yardımlarda bulunur. Fakir de zenginle müptelâ kılınmıştır, ondan hased etmektedir.
«Sabrediyor musunuz?» cümlesi istifhamı takriridir Yani bu şiddetli halden ve bu tehlikeli denemeden, gördüklerinize karşı sabredecek misiniz ki size buna karşılık ecir verilsin? Yoksa sabretmeyecek misiniz ki üzüntünüz daha da artsın? Müfessirlerin çoğu ayete bu şekilde yorum getirmiştir. Bazıları da «Sabredecek misiniz?» ifadesinin mânâsının sabrediniz demek olduğunu söylemişlerdir.
Buhari, Ebu Hureyre'den şunları rivayet ediyor: «Allah Resûlü şöyle buyurdular: «Sizden olan en düşük kişiye bakın. Sizin üstünüzde olana bakmayın. Böyle yaparsanız Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini azımsamazsınız.»
«Rabbin her şeyi görendir» cümlesi sabredenlere yapılan vaadi ortaya koymaktadır. Yani sabredeni de, sabretmeyeni de Cenab-ı Hak görür ve ikisini de müstehak olduğuna kavuşturur. (bk. Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt:. 6, sh: 428 vd.; Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/242-243.)