Öncelikle şunu ifade edelim: İslam dininin, Müslümanlarla anlaşma yapan hariçteki kâfirlere ve yine bir İslam ülkesinde yaşayıp cizyesini(vergisini) veren gayr-ı Müslimlere hayat hakkı tanıması gösteriyor ki, söz konusu ayet-i kerimeyi din hürriyetine bir engelmiş gibi yorumlamak gerçeğe ayıkırdır. İslâmda, sözünü ettiğimiz bu iki gurup gayr-i Müslim ile sulh içinde yaşamak esastır. Onlarla savaşılmaz, onların hakkı muhafaza alındadır.
Bu ayet-i kerime, müslümanlara iki büyük hedef göstermiştir:
1-Fitnenin (her türlü kaos ve kargaşanın) kökünü kazımak.
2-Allah'ın dinini hakim kılmak.
Bunlardan birincisi, evrensel bir barış demektir. Yani, bütün insanların huzur ve emniyet içinde yaşayabileceği bir vasat meydana getirilmelidir. Öyle ki, gayr-i müslim bir devlet, başkasına zulüm etse, bu fitneyi def için mazlum devlete yardım edilebilmelidir.
Şu ayet, bu manayı teyit eder:
'Size ne oluyor ki, ‘ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder' diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?'' (Nisa Sûresi,75) |
Tarihin hemen her devrinde, dünyanın değişik yerlerinde ayette tasvir edilen manzarayı görmek mümkündür. Bir takım erkekler, kadınlar ve çocuklar zulme uğratılmakta, mağdur edilmektedir. Hayatı işkenceye çevrilen bu insanlar 'Ey Rabbimiz, bizi bu zalimlerden kurtar!' diye yalvarmaktadır. İşte, bu insanların kurtarılması için mücadele verecek kimseler çok ulvi bir cihad yapmış olacaklardır.
Peygamber Efendimiz kıyamet gününün o dehşetinde, arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf insanı bildirirken en önce 'adil idarecileri'' sayar. Bir ülkede adaletin yerini zulüm alırsa, o ülkede fitne, kaos başlar. İşte, bu tür fitneleri sona erdirmek müslümanların en yüce hedeflerinden biri olarak ayette nazara verilmiştir.
Kehf Sûresinde kıssası anlatılan Zülkarneyn, bu mananın güzel bir örneğidir. Bir dünya fatihi olan bu zat, arzın doğusuna-batısına seferler düzenlemiş, mazlumları zalimlerin baskısından kurtarmıştır. Günümüzde de Zülkarneyn misal dünya cihangirlerine ihtiyaç vardır.
'Allah'ın dinini hakim kılmak.' hedefinin ise, soruda ifade edildiği şekilde anlaşılmaması gerekir. Zira, bir başka ayette açıkça 'Dinde zorlama yoktur.' denilmiştir. (Bakara Sûresi, 256) Dinde tebliğ vardır. Peygamberimiz hiç bir insanı zorla İslâma sokmamıştır. Zaten öyle bir şey insan tabiatına aykırıdır. Silah zoruyla din değiştiren birisi gerçekte asıl dinini devam ettirir. Hem peygamberimiz devrinde, hem de sonrasında müslümanlar diğer dinlerin mensuplarına tam bir din ve inanç hürriyeti tanımışlardır. Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul'da kilise ve havraların günümüze kadar gelmesi, Balkanlarda 400 yıl süren Osmanlı idaresi zamanında Hıristiyan halkın dinlerini rahatça yaşaması İslâmdaki din ve inanç hürriyetini açıkça ortaya koyarlar.
'Dinin bütünüyle Allah'ın olması', sadece Allah'a ibadet edilmesi manasını ifade eder. O halde, bütün insanların ancak Allah'a ibadet etmeleri bir müslümanın en büyük gayesi olmalıdır. Bu ayette, buna engel olan müşriklerle cihat etmek ve tevhit inancı önündeki bütün engelleri kaldırmak müslümana gaye olarak gösterilmiştir.
Tarih boyunca insanlar, kendi cinslerinden olan bazı insanlara veya bazı varlıklara kulluktan kurtulamamışlardır. Halbuki insan, Allah'tan başkasına ibadet edemez. Bununla ilgili olarak Hz. Peygamberin hayatından bir kaç tabloyu sunmak istiyoruz:
-Hz. Peygamberin yanına gelen bir elçi onun manevi azameti karşısında titremeye başlar. Hz. Peygamber şu sözleriyle elçiyi yatıştırır: "Sakin ol, ben kral değilim. Kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum."
-Hz. Peygamberin ashabından olan Muaz bin Cebel, Şam'dan döndüğünde Hz. Peygamberin önünde secdeye varır. Peygamber, 'Ey Muaz, bu ne demek?' diye sorar. Muaz, ‘'Şam'daki insanlar kendi reis ve ruhani liderlerine böyle yapıyorlar. Siz ise, onlardan daha büyüksünüz' der. Resulullah, Muaz'a bunun doğru olmadığını, secdenin sadece Allah'a yapılması gerektiğini anlatır.
-Adiy bin Hatem, hıristiyan iken İslama girer. Hz. Peygambere, Kur'andaki 'Onlar din bilginleri ve ruhbanlarını Allah'ın dışında Rabler edindiler' (Tevbe Sûresi, 31) ayetinden sorar, 'Biz onları Rabler edinmiyorduk. Bu ne demektir?' der. Resulullah şu cevabı verir: 'Onların helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul ediyor muydunuz?" Adi bin Hatem 'evet' deyince Resulullah, 'işte der, bu onları Rab edinmek demektir.'
Bu zaviyeden baktığımızda, ekser insanların Allah'tan başka şeyleri Rab yerine koymaktan kurtulamadıklarını söyleyebiliriz. İşte, soruya esas teşkil eden ayet, bu tür bir kulluktan insanlığı kurtarma gayesine yönelik yüce bir ideali ifade etmektedir.