Puta tapanlar, "Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık" diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara "Bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz" de. "Üstün delil Allah'ın delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de. (En'am 6/148- 149)
Yüce Allah, Hz. Peygamber'le tartışırken, her şeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğu gerçeğini, kendi bâtıl uygulamalarının haklılığına gerekçe olarak gösteren ve sanki "Böyle inanıp böyle yaşamamamız Allah'ın dilemesi olduğuna göre biz O'nun iradesine uyuyor, böylece günah işlemiş de olmuyoruz" diyerek söz konusu gerçeği hedefinden saptıran, istismara kalkışan müşriklerin kötü niyetlerini yüzlerine vurmakta, onların böyle bir gerekçeye dayanarak Hz. Peygamber'i ve onun tebliğlerini yalanlamaya haklan olmadığını bildirmekte; nitekim daha önce de aynı mantıkla yalanlamada bulunan milletlerin azaba mâruz kalmaktan kurtulamadıklarını hatırlatmaktadır. Elbette evrende bütün olup bitenler, Allah'ın hür ve mutlak iradesiyle koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde işlemektedir. İnsanın, kendi irade ve aklını kullanarak doğru ve yanlış olanı birbirinden ayırması, doğruyu seçme imkânına sahip olması da aynı kanunun bir parçasıdır. Bu sebeple inkarcıların kendi kötülüklerini Allah'ın irade ve meşîetine yüklemeye kalkışarak kendilerini mazur göstermeleri, O'nun azabını gerektirecek bir suçtur. Nitekim âyetin devamı da, müşriklerin bu istidlallerinin, ilmî bir değer taşımayıp sadece bir zan ve kuruntudan ibaret olduğunu göstermektedir.(Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, II/380-381)
Allah dileseydi insanları melekler gibi yaratır veya kötülük, inkâr ve şirke kaymalarına engel olurdu. 149. ayette buna işaret edilmiştir. Ama insan hakkında koymuş olduğu kanunun hikmeti bununla bağdaşamaz. Kuluna iradesiyle hak ile batılı seçme özgürlüğü vermiştir.
Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.
İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak Allah’tır. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk etmez.
Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiyeye iltica etmesi ve Ona yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.