"Kur'ân, şu büyük kâinat kitabının özel bir tercümesi..
ve tekvînî âyetleri okuyan çeşitli dillerin edebî tercümanı..
ve şu gâyb âlemi ve şehâdet kitabının müfessiri..
ve yerde ve gökte gizli ilâhî isimlerin manevî hazînelerinin keşşafı..
ve hâdiselerin satırlarının altında gizli hakîkatların anahtarı ve şehâdet âleminde gayb âleminin dili..
ve Zât ve Sıfatlar ve isimler ve İlâhî şuûnatın açık tefsiri, kesin delili ve tercümanı.. ve şu insaniyet âleminin terbiyecisi..
ve insanlara hem bir Şeriat kitabı, hem bir duâ kitabı, hem bir hikmet kitabı.. hem bir kulluk kitabı, hem bir emir ve davet kitabı, hem bir zikir kitabı, hem bir fikir kitabı, hem insanın bütün hacetlerine mercî olacak çok kitapları havî tek ve camî mukaddes bir kitab..."
olması hasebiyle, yaş ve kuru, olmuş ve olacak, öncekilerin tarihi, sonrakilerin haberi, insanların arasındaki meselelerin hükmü kendinde bulunan Kitâb-ı semavîdir. Dini zihnî plânda bir felsefe ve inanç sistemi değil, ruhî ve fizîkî bütün varlığımızı, Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı istikametinde bütünleştirme yolu ve Kur'ân da bu yolun ilâhî kitabı olduğundan, makro-âlem kâinatla normo-âlem insan ve mikro-âlem atomlar arasındaki muhteşem nasib ve tıpatıplığı yansıtır. Dolayısıyla, makro-âlemde olup bitenlerle, normo ve mikro âlemlerde olup bitenler, kendi dillerindeki farklı gibi görünen ifâde şekilleri içinde aynıdır ve biri diğerine gayet rahatlıkla tatbik edilebilir. Bu sebepten, Kur'ân'da âyetlerin dizilişi tasrifidir; yani, sureler ve âyetler, hiç bir zaman zahirî bakışların görebileceği bir sıra ve bütünlük taşımıyor gibidir.
Bakarsınız, art arda inen birkaç âyet Kur'ân'da artarda yerini almıştır ama, bunların hemen ardından gelen âyetler, bir başka zaman inmiş olup manâ itibariyle de öncekilerle bağlantısızmış gibi görünür. Hatta Kur'ân'da okuyucuya mütenakız gibi görünen âyetler bulmak mümkündür; halbuki kâinatla bütünleşemeyen, kendisiyle bütünleşemeyen, mekanik tasavvur ve kabuller içinde boğulan ve dolayısıyla Kur'ân'la bütünleşemeyen insandadır tenakuz ve bağlantısızlık.
Kur'ân'ı anlamak, onun dış yapısını, teşkil eden dilini anladıktan sonra onu yaşamayı ve hayata hayat yapmayı gerektirir. Her türlü 'doğru' bilgiyi çekirdek halinde ihtiva eden Kur'ân'ın asıl varlığını teşkil eden manasına, insanın da asıl varlığını teşkil eden ruhun bir bakıma merkezi mevkiindeki 'kalb'le varılabilir.
Bu da, onun âyetleriyle temizlenmiş olmayı gerektirirken, temizlenmek de onu yaşamakla mümkün olur. Sonra, Kur'ân, hiç bir zaman tekdüze bir manâ seviyesinde değildir; her zamana, her şarta, her hâle, her seviyeye hitab eder o; ve Kur'ân'ın, her bir kelâmı, şu üç kaziyeye sahiptir:
1. Bu, Allah'ın kelâmıdır.
2. Allah'ça murâd olunan manâ haktır.
3. Ma'nâ-yı murad budur.
Kelâm başka bir ma'nâya ihtimali bulunmayan muhkemâttan olur veya Kur'ân'ın başka bir yerinde beyân edilmiş bulunursa, birinci ve ikinci kaziyelerin aynen kabulü gerekir. Kelâm, başka bir ma'nâya ihtimali olan cinsten ise, üçüncü kaziyede, muhkemâta ters düşmemek ve Arapça'nın gramer kaideleriyle, belagatin kaidelerine uygun olmak şartıyla, her devirde her müfessirin kavline doğrudur denebilir.
Bir mecmua yazısı çerçevesinde bir kaç âyetin ışığında Kur'ân'ın manâ derinliğini ve makro-normo-mikro âlemlerle, Şeriat-ı Fıtriye ve insanın ferdî-ictimâî hayatı arasındaki tıpatıplığı daha çok bir nakilci sıfatıyla kapasitemiz ölçüsünde izaha çalışacak, ehlinin ifadesiyle,"Kur'ân güneşinin bir şuaına çuvaldız deliğinden bakabilmeğe" gayret edeceğiz:
"Hiç şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır; Zâtında, sıfatında ve ef'âlinde hiç bir şeriki olmayarak, gökleri ve yeri ibda ve ihtira eden, yani yoktan ve eşsiz olarak meydana getiren, sonra inşâ ve tesviye edip, bast, medd, tasvir.. işlemlerinden geçiren O'dur. Bütün mevcudatı ilmî vücudlarından kaderle çıkarıp, kudretiyle giydiren ve sonra da her varlığı kâb-ı kavseyn'i, yani nihâî kemâl noktası istikâmetinde rubûbiyetiyle terbiye eden O'dur." (A'râf:54)
Rabbimiz Allah, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır; bir günde, hatta "kün feyekûn" veya 'kelemhil basari ev huve akrab' 'göz açıp kapayıncaya, hatta daha da azı bir an' içinde de yaratabilirdi ve yaratır da; fakat, hikmetinin, izzet ve azametinin gereği olarak altı günde, yani belli devirlerden, belli merhalelerden geçirerek yaratmayı irâde buyurmuş,
başlangıçta ihtimal "kün" emriyle kudretini perdesiz tecellî ettirmişken, kâinatın teşekkülü ve varlıklar için yaşanır hale gelmesi safhasında, yaratılışı, keyfiyetini tam bilemediğimiz altı merhaleden geçirmiştir veya geçirmektedir. O'nun rubûbiyet tecellîsinde, yani varlıkları yaratılış hedeflerine ulaştırma yönündeki terbiyesinde, perdelerden akseden bir tedricilik söz konusudur. Meselâ, insanın üzerinden insan olarak anılmadığı çok uzun bir zaman geçmiş, yeryüzünün bağrında toprak, tın tın eden kuru çamur, çamurdan bir öz, kuru balçık ve kara balçık gibi tavırdan tavıra aktarılmış, evrilip çevrilmiş, merhaleden merhaleye atlatılmış ve nihayet, kendisine ruh üflenmesiyle bambaşka bir yaratık olarak kâinatta arz-ı endam etmiştir. İlk insan için böyle olduğu gibi, bütün insanlar için de böyledir bu...
Yine yeryüzünün bağrında, anâsır ve mâdenlerin bileşimindeki her bir insan, babanın sulbünden, annenin terâibinden, yahut her ikisinin sulb ve terâibinden atılan hakîr bir su haline getirilmekte, bilâhare bir nutfe, bir sperme halinde annenin rahmindeki aşılama işlemi neticesinde rahim cidarına asılıp kalan bir madde olma keyfiyetini kazanmaktadır. Daha sonra, yeniden tavırdan tavıra geçirilen, tabakadan tabakaya bindirilen insan, hilkati yarı belirli yarı belirsiz bir çiğnemlik parça halini almakta, bu parçaya kemik giydirilip, kemiğe et sarılmakta ve bilâhare kendisine ruh üflenmesiyle bambaşka bir yaratık, yani insan olmakta; anne karnından yeryüzüne hiç bir şey bilmez halde çıkarılmasından sonra da, insan oluşun kâb-ı kavseyni istikâmetinde bir başka terbiyeye tâbi tutulmaktadır.
İşte, gökleri ve yeri merhaleden merhaleye geçirerek altı günde yaratan Rabbimiz Allah, yarattıktan sonra onları hiç bir zaman kendi haline bırakmamış, yaratıp çekilmemiş, bilakis Arş'a istiva ile, yani bir bakıma, zerrelerden kürrelere kadar yarattığı her varlığın zimâmını yed-i tasarrufuna almakla, emri tedbire koyulmuştur. Ve her şeyin mülkü ve melekûtu O'nun elindedir. O'nun ilim, meşîet ve kudreti haricinde hiç bir şey yoktur ve hiçbir şey meydana gelmez; tek bir yaprak bile kıpırdamaz; hiç bir elektron yörüngesinde dönemez; hiç bir hücre faaliyette bulunamaz.
Kâinatın zimâmını partiküllerden galaksilere yed-i tasarrufunda bulunduran Allah, varlıkların terbiyesinde, yani rubûbiyetinin tecellîsinde de her varlığı tabakadan tabakaya bindirmektedir. Bu manâda, meselâ insanın ferdî hayâtında başarılar başarısızlıkları, hastalıklar sıhhat ve sağlık dönemlerini, üzüntüler sevinci, bast halleri kabz hallerini..
takip ettiği gibi; toplum hayatında da gerçek mü'minler ortaya çıksın, Allah mü'minlerden şâhidler edinsin, mü'minleri temizleyip, kâfirleri (murdar ölümle) helak etsin, mü'minleri münafıklardan ayırsın, yaşayan delil üzere yaşayıp, helak olan delil üzere helak olsun, insanlar ellerine geçene sevinip fahre girmesin, ellerinden gidene de üzülüp, âh-vâh etmesin..
diye günleri, galibiyet ve mağlûbiyetleri, iniş ve çıkışları, yükseliş ve düşüşleri de insanlar arasında döndürüp durmaktadır. İnsanın ve insan cemaatlerinin hayatında böyle olduğu gibi, kâinatın hayatında da böyledir bu: Her gün, devr-i dâim halinde geceyi gündüze sarar; hep bir çökme, sarma, kuşatma vardır gecelerde; zulmetler de bir kâbus gibi, karanlık bir gece gibi çöker milletlerin başına. Geceler gündüzleri hırsla kovalar; karanlık ışığa hep düşman olagelmiştir...
Gecelerin gündüzleri, zulmetlerin aydınlığı, felâketlerin toplumları sardığı gibi, madde ma'nâyı yokluk varlığı, nefs ruhu aynı şekilde sarar ve kuşatır. Buna karşılık, gündüzlerin özelliği tecellî etmektir; güneşin doğmasıyla birlikte, ışığın birden her yeri aydınlatması, bütün parlaklık ve iç okşayıcılığıyla ufuklardan görünüvermesidir..
İnişlerden sonra çıkışlar, hastalıktan sonra sıhhat, kâbuslardan sonra şafak, nefsin üzerinde ruh, kabz hallerinden sonra bast halleri, zulmetin ardından aydınlık.. hep böyle birden tecellî ediverir.. Ay da güneş de, nefs, akıl ve ruh da, madde de manâ da, inişler de çıkışlar da ve yıldızlar da hep O'nun emri altındadır; mümkün değildir ki, O'nun ilim, meşîet ve kudreti dışında kendi başlarına hareket edebilsinler..
İnsan da O'nun emrindedir; milletler de O'nun emrindedir; tarihe de O'nun hükmü geçer..
Yaratmak da O'na aittir, öldürmek de O'na aittir. Mülkün Sahibi O'dur; dolayısıyla, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de sıyırıp alır; dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Hayr da O'nun elindedir ve O, her şeye kadîrdir. Gündüze geceyi katıp kâinatın başına geceyi doladığı gibi, geceye de gündüzü katarak, aydınlığı getirir. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkarır; kâfirden mü'min, mü'minden kâfir yapar..
Ve, dilediğine de hesapsız rızk verir.
Günün ömründe sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı; insanın ömründe, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve ölüm; milletlerin ömründe kuruluş, yükseliş, duraklama, inkıraz ve tarihten silinme hep aynı tecellînin in'ikaslarıdır. Bu devr-i dâim içinde yaratan O olduğu gibi, hükmeden ve emri elinde bulunduran da O'dur...
Bu şekilde âlemleri terbiyesinde tutan ve her varlığı nihâî kemâl derecesi istikametinde yuvarlayıp duran Allah, ne mübarektir, ne yücedir, her türlü noksanlıktan ne de münezzehtir ve her fiili ne de güzeldir...
O halde, şu dünya hayatında, ebedî ve gerçek hayat Ahiret'e açılan şu geçici dünyâ menzilinde insana düşen nedir? İnsan da diğer varlıklar gibi, Meşîet-i İlâhiye karşısında, rüzgârın önündeki kuru yaprak gibi midir yoksa? Öyle olmadığına ve öyle olmadığı için de belli tekliflerle mükellef bulunduğuna göre, nedir insanın yapması gereken? İşte cevabı: 'اُدْعُوكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً اِنَّهُ لَايُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ ' (Araf, 55).
İnsanın irâdesi, ancak talep etmeğe yeter; dolayısıyla, insana düşen yalvarıp yakarmaktır..
insan, âlemlerin Rabb'ini tanımada bir kıyâs-ı vahidî olsun diye kendisine verilen nefs, yani enesini,benliğini mutlaklaştırıp, Yaradan karşısında "Sen sensin, ben benim" diyerek tekebbür yerine, aczini, za'fını ve kusurunu derkedip, kulluk basamaklarını tırmanacak ve böylece kâb-ı kavseynine ulaşacaktır. Bunun yolu ise, sadece duadır.
Şeriat-ı Fıtriye'nin kanunları istikametinde yaşamak, yani zorluklar karşısında sabır ve metanet silahını kuşanmak, "insan için çalıştığından başkasının olmadığı" inanç ve şuuruyla sa'y ve gayreti elden bırakmamak, kâinatta geçerli ilâhî kanunları keşifle ilimler sahasında gerekeni yapmak, ferdî ve içtimaî hayatın icaplarını gereğince kavrayıp, ona göre davranmak..
duâ olduğu gibi, çiftçinin toprağı sürerek rahmet kapısını çalması, hastanın tedâvî için doktora başvurması, talebenin başarmak için çalışması da hep birer duadır. Duâ, kulluğun gereği ve dünyâ-Ahiret saadetinin yegane anahtarı olduğundan, içten, niyaz, tazarrû ve mahviyet içinde, kul oluşun şuur ve tevâzusu içinde yapılmalıdır.
Ne başarmak için çalışan talebe, ne toprağı sürerek rahmet kapısını çalan çiftçi, ne kâinattaki İlâhî kanunları keşifle ilmî icadlar yolunda çalışan ilim adamı, matlûb netice için her şeyin yapıldığı zannına kapılmamalı, yaptıklarının sadece Dergâh-ı İzzet ve Rahmete gönderilmiş birer dilekçe olduğunun şuuruyla, ayrıca el açıp yalvarmak ve netice alındığında da, bunu sadece Allah'a vermeli; mahsulü verenin de, şifâ ve başarıyı verenin de, sa'yi meşkûr kılanın da O olduğunu bir an için bile olsa hatırdan çıkarmamalıdır. Öyleyse, "deveyi kazığa iyice bağlamak", duâ olduğu gibi, daha sonra el açıp, devenin kaçmaması için yalvarmak ve tevekkül etmek de duadır. O halde, insanın vazifesi, her an, haliyle, hayatıyla, davranışları, sözleri ve hissiyatıyla hep tevâzû, mahviyet, acz ve za'fın idraki içinde ihlâs ve kulluk şuuruyla Alemlerin Rabbi'ne yalvarmak, yani duâ etmektir.
Duada olmadık isteklerle haddi aşmamak gerektiği gibi. Allah'ı gerektiği ölçüde takdir etmeden bağırıp çağırmak, çaresi olan işlerde acze düşüp oturmak, çaresi olmayan işlerde de âh-vâh etmek ve bütün bunların daha ötesinde. Şeriat-ı Fıtriye'nin ve ayrıca Allah'ın emir ve yasaklarının dışına çıkıp, sonra da salâh ve felah beklemek, yine kulluk sınırını aşıp, cebrî tavırlarla insanı yaptıklarından mes'ul tutmayıp, günahları bile -hâşâ- Allâh'a yüklemek ve bunun tersi ucunda, neticelerin alınmasını da insana verip, "ben yaptım!" şeklinde tavırlar takınmakla da haddi aşmamak gerekir. Unutulmamalıdır ki "bulanlar, sadece arayanlarsa da bulmak için sadece aramak yeterli değildir" وَلا تُفْسِدُوا فِي الأرْضِ بَعْدَ إِصْلاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَةَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِنَ الْمُحْسِنِينَ (A'raf: 56).
İnsan, hayrı taleb edebildiği gibi, şerri de taleb edebilir...
Varlıklar içinde böyle bir hususiyete sahip olduğundan ve duâ ile Allah'a kullukta bulunup, yeryüzünün 'halifesi' olma fonksiyonuyla dünyaya gönderildiğinden, melekler onun hakkında endişeye kapılmış ve mayasındaki 'ifsad' kabiliyetini sezmişlerdi. Yeryüzü hayatında hayr ve şer arasındaki tercihi muvacehesinde bir imtihana tâbi tutulan insan, şerri tercihle büyük bir fesad şebekesi haline gelebilir. Talebin bu şekilde serden yana olması neticesinde, önce bizzat insanın kendindeki ruh-akıl-nefs-beden dengesi bozulur ve nefsin hâkimiyeti neticesinde insan, haram-helâl tanımadan yiyen-içen ve yalnızca menfaat ve şehvetini düşünen en zararlı bir yaratık haline gelir...
Ayrıca, Allah'ın mülk ve tedbirindeki bedeni buna isyan eder ve bu defa çok çeşitli hastalıklarla karşı karşıya kalır...
Sonra, içtimaî denge bozulur ve toplumlarda zulüm ve haksızlık baş gösterir. Daha sonra, insanın elinin uzandığı yerlerde tabiî denge de bozulur. İnsanın mayasındaki güzelliklerin örtülmesi ve insanın adetâ canavarlaşmasıyla, yeryüzü yaşanmaz hale gelir...
Bu şekilde, tercihlerini hep şer yönünde kullanan insanlar, neticede yaptıklarını 'doğru' ve 'gerçek' göstermek için kendi yanlarından kanunlar ortaya korlar...
Allah hakkında olmadık zanlara kapılır ve şirk ve küfre saparak, bütün kâinatı tahkire yönelirler. Neticede, eğer tevbe ve inâbe ile kulluk kapısını çalmazlarsa, yer ve gök, bütün hışmıyla bu insanların üzerine gelir ve böyle insanların hâkim olduğu bir toplum için yıkım kaçınılmaz olur. Dolayısıyla, dünya ve ahiret saadeti için, ferdî-ictimaî ve tabiî dengenin devamı için insana düşen, Allah'tan, O'nun azap ve ikabından korkmak, nefsin ve şeytanın hilelerinden çekinmek, 'hübût-düşme' endişesi taşımak, eliyle yaptıklarından dolayı başına gelebileceklerden titremek ve engin rahmeti, afv ve mağfireti noktasında Allah hakkında hep hüsn-ü zan beslemek ve semavî, ferdî ve içtimaî gök gürültüleriyle şimşeklerin ardı ardına çaktığı bulutlu havalarda bir yanda korkuyla Allah'a yönelirken, bir yandan da bütün kalbiyle İlâhî rahmeti beklemek ve hep bu korku-ümid gelgitleri arasında O'na duâ etmek, yani her halükârda üzerine düşeni yapmaktır.
Geceler çok karanlık, gökyüzü olabildiğince kara bulutlarla kaplı, şimşekler gözleri kapıverecek gibi hep ardarda çakıyor, gök tarrakalarla inliyor, rüzgârlar ters esiyor ve ortalık, toz-dumandan görünmüyor olabilir. Nasıl ıslahından sonra yeryüzünde fesad çıkarmamak gerekiyorsa, gecenin, karardığı bütün bu olumsuz gibi görünen şartlarda da gerçek insan, hep ıslah peşinde olmak, korku ve ümidi birleştirmek ve bu korku-ümid karışımı içinde Allah'a duâ etmek mevkiindedir. Öyle bir duâ, öyle bir münacaat ve Dergâh-ı Rahmet'e öyle bir münacaattır ki bu, keyfiyetini yine Kur'ân'da görüyoruz:
"Andolsun, sizi korku, açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi yollarla muhakkak deneriz; sabredenleri müjdele. Ki, onlara bir musibet eriştiği zaman, muhakkak biz, Allah içiniz, O'na âitiz, O'ndan gelmişiz ve yine muhakkak biz, O'na dönüş yolundayız' derler."
"Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar"; karardıkça kararan geceler, apaydınlık şafaklara gebedir...
Allah'ın rahmeti muhsinler için yakındır; mazlum müminler için, sabah hiç de uzak değildir. Evet, Allah'ın yardım ve rahmetini çeken ihsanın hususiyet ve derecesini de açıklayan, yine Kur'ân'ın kendisidir:
"Yoksa, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sanıyordunuz? Onlara öyle sıkıntılar, öyle zorluklar dokunmuş ve öylesine sarsılmışlardı ki, başlarındaki rasûl ve maıyyetinde iman etmiş olanlar, Allah'ın yardımı ne zaman?, demişlerdi. Dikkat et, Allah'ın yardımı, şüphesiz yakındır."
Mü'min, gecelerin kaynayan kazanında pişecek, sarsılacak; tevâzû ve mahviyet içinde korku ve ümid ile duâ edecek, "Allah'ın yardımı ne zaman?" diye soracak hâle gelecek, mutlaka geleceğine inandığı yardımı tam manâsıyla bekleme safhasına ulaşacak; imanını, kulluğunu ve yeryüzündeki varlığını ispatlayacak ve birden, azab inecek intibahı veren semâdan rahmet boşanacaktır. Çünkü "Allah'ın rahmeti, şüphesiz muhsinlere yakındır."
Nasıl olur bu:
"Allah, önce rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârlar gönderir. Tatlı tatlı esen ve insanı şefkatle okşayan meltemler gibidir bu rüzgârlar. Hiç bir zaman rîh-ı âsıf, yani azab yüklü değildirler. Sonra bu rüzgârlar, rahmet yüklü bulutları kolayca yüklenir ve Allah onları ölü beldeye doğru sürer. Ardından bulutlar boşanır ve Allah'ın indirdiği su ile, ölü belde dirilir." (A'raf Ayet, 57)
"Bir diğer yanda, toplum anarşi içindedir; fesad kol gezmektedir her yerde. Gözler görme, kulaklar işitme ve zihinler düşünme kabiliyetini kaybetmiştir. Allah korkusu ve merhamet kalblerden silinmiş, vicdanlar menfaatin emrine girmiş, cemâat cemâdât halini almış ve toprak, diken bitiren, göz-gönül okşayıcı hiç bir şey va'd etmeyen çorak mı çorak hâle gelmiştir. Sistem, sürekli bozguncu insan üretmektedir. Eğitim çarpık, içtimaî denge bozuk, zulüm zirvede, ahlâksızlık had safhadadır." Sel gibi insan kanı akmakta, "üç-beş şımarığın çılgınca macerasına bütün bir millet, hattâ insanlık kurban edilmekte ve doğranmaktadır. Cemiyette sefalet ve sefâhet kolkola, mukaddesler târ u mâr, yollar perişan ve sular, isli-paslı ve nahoş akmaktadır."
İşte, semânın azab yüklü görünen kara bulutlarla kaplandığı, gecenin karardıkça karardığı bu demde, derinden derine tatlı esintiler gelmeğe başlar. Evet, diriltici rûh taşıyan, hayat taşıyan bu riyâh, Allah'ın bu kutlu kullan, iman, ahlâk, tefekkür, düşünce, kulluk yüklü mesajlarını insanlara taşımaya koyulurlar. Bu mesaj, diriltici bir rahmet halinde verimli topraklara benzeyen yumuşak kalblere derhal girer; neticede gözlerin mahmurluğu gider, kulakların pası silinir ve ölü kalbler dirilir. Bu kalblerin sahipleri, mağaralarda gizli gizli Âlemlerin Rabbi'ne yakarışa geçerler; yukarıda izah etmeğe çalıştığımız şekilde duâ ederler.
Gece karanlık, kış da sert olmaya serttir ama, artık mart girmiş, buzlar erimeğe yüz tutmuştur. Yağan karlar ve zaman zaman şiddetini artıran kış, esasen toprağa düşen tohumlan bozulmak ve çürümekten koruma içindir. Dualar Dergâh-ı İzzet ve Rahmet'te kabul görür; dehrin hâdiselerinin kazanında kaynayan, dostun ve düşmanın saldırıları karşısında her türlü mikroba karşı koyabilecek bir muafiyet ve dayanıklılık derecesine ulaşmış kalbler, Alah'a olan îman ve güvenlerini ve yardımının mutlaka geleceğine olan itimadlarını hiç sarsmazlar...
Kış, son savletiyle üzerlerine gelir, fakat artık ölmekte olan insanın son iyiliğinden farksızdır bu.
Derken, rahmet birden boşanır, semâdan kara bulutlar silinir ve bahar güneşinin tulûuyla birlikte gündüz, bütün tatlılığıyla şark ufkunda tecellî ediverir.
Bu şekilde ölü kalbleri dirilten, kışın ölmüş tabiata baharda can veren, her gün gecenin ardında gündüzü getiren, insanları yoktan var edip, sonra yine yeryüzünden dünya hayatından alan Allah, elbette Kıyamet hadisesiyle dünyanın, hattâ kâinatın ölümünü ilân edecek, ardından mü'minler için hazânsız, kışsız bahar halinde, kâfirler içinse baharsız kış halinde yeni bir âlem kuracaktır...
Onu yapan, bunu da muhakkak yapacaktır...
Günün, baharın, insanın, toplumların kıyameti gerçek ve vakıa olduğu gibi, bu kâinatın, bu dünyanın kıyameti de vakıadır. Öyleyse insan, dünyada yaptığını Ahiret için yapma, Ahiretin Cennet'ine mukabil, dünyanın kışında cennetasâ cemiyetler meydana getirme, ruhunda cenneti yaşadığı gibi, cemiyet içinde de cennetimsi bir hayata ulaşma ve Cennet'i bir bakıma tüm insanlar için yeryüzüne taşıma mevkiindedir. Bunun da yolu, her haliyle duadan geçmektedir.
Âyetlerin ifhâm ettiği bir başka önemli manâ da, Allah'ın kullarına son derece merhametli olduğudur. Esasen, insana bütün nimetlerini peşin vermiştir. O; buna karşılık, insanın kulluğuyla ona dünyada, ruh ve cemiyet plânında cennet hayatı da yaşatabilir. Bozuk bir cemiyetten melekler cemiyetini, ölü kalblerden diri kalbleri çıkarması ve ölü toprakları diriltip, orada yemişini her mevsim veren ağaçlar bitirmesi aynı şekilde dirilttiği ölü kalblerde fazîlet meyveleri verdirmesi hep Allah'ın rahmetidir, fazlıdır; yoksa, hiç bir zaman insanın kendine mal edeceği hakkı ve yaptıklarının karşılığı değildir...
Bu noktada insanın yaptığı, sadece duadan, yani iradesini hayır yönünde kullanmaktan ibarettir ve bu da Allah'ın tevfikiyle olmaktadır. Öyleyse, gerçek insan, her haliyle Allah'a şükredebilen insandır.