Batı'nın Rönesans'tan sonra meydana getirdiği pozitivist-rasyonalist materyalist temellere dayalı 'bilim' anlayışı, bir zamanlar İslâm dünyasında da nerdeyse genel-geçer doğru ve hatta Kur'an'ı tefsirde dokunulmazlığı olan bir kriter hâlinde baş köşede yerini alırken, bugün artık yalnız İslâm dünyasında değil, Batı'da da 'bilimsellik' çok çeşitli cepheleriyle sorgulanmaktadır.
Bilimselliğin yanısıra sorgulanan 'teknik' ve modern bilimin meydana getirdiği dünya da, öyle eskisi gibi herkesi büyüleyememektedir artık. Beri yanda, bir takım müslümanlar, Kur'an'ı tefsirde bilime hâlâ doğruluğu tartışılmaz bir ölçü payesi vermeğe devam ederken, bunların karşısında tefrite kaçıp, çok fazla idealistçe tavır takınanlar da yok değildir. Biz, her iki tutumu da bir takım aşırılıklarla malûl görüyoruz. Bilimsellik haklı olarak sorgulanırken, bu sorgulamayı 'bilim'in sahasına da kaydırmak, bu sahada yapılan sorgulamaları avam nazarında ve reel plânda fazla geçerli kılmamaktadır.
Bu yüzden, 'realite'yi inkâr edip, ideal' sahada boğmadan ve 'idealize'de etmeden, her şeyi yerli yerine oturtmak mecburiyetindeyiz. Bu incelememizde üzerinde duracağımız mevzu, Batı'da, Batı'ya has hüviyet ve çizgisiyle gelişme sebepleri ve Ku'ran'ın hakkındaki hüküm ve değerlendirmesiyle bilime izah getirmeğe çalışmak olacaktır.
BİLİM VE TEKNİĞİN BATI'DA GELİŞMESİNİN BELLİ BAŞLI SEBEPLERİ
Beşerin hayatında meydana gelen hâdiselerin çoğunda insan iradesiyle İlâhi irade, bir başka deyişle Kader'in müşterek payı vardır. Bu yüzden, her hâdiseyi önce 'sebepler', sonra da Kader zaviyesinden ele almak mevkiindeyiz. Burada da, bilim ve tekniğin Batı'da gelişme sebeplerini önce 'beşeri sebepler' başlığı altında 'tarihi, iktisadi, itikadı, zihni, içtimai...' sebepler, bunun ardından da 'Kader'in fetvası başlıkları altında Kader zaviyesinden incelemeğe çalışacağız.
A-BİLİM VE TEKNİĞİN BATI'DA GELİŞMESİNİN BEŞERİ SEBEPLERİ:
1. İtikadi ve Zihni Değişim:
Batı'da Rönesans'ı bir başlangıç değil de bir son kabul edenler, hükümlerinde kısmen haklıdırlar. Yıllarca Roma'ya karşı savaşıp, büyük kurbanlar verdikten ve sonunda Roma'nın resmi dini haline geldikten sonra bir 'medeniyet kurmaya girişen Hristiyanlık, Rönesans'la birlikte kendini Epikürizm ve Stoacılık'tan gelen bir natüralizm, emprisizm ve rasyonalizmin kol gezdiği bir vasatta bulmuş ve beşeri bilginin kutsallaştırıldığı bir dünya ile karşılaşmıştır.
Tarihte, irfan ve ma'nâ menşe'li hareketler, fışkırdıkları ortama daha çok zıt bir tutum takınmışlardır. Sözgelimi, Çin'de lüksün, eğlencenin, zulmün, kıskançlık ve doymazlığın hâkim olduğu dönemde Taoizm, insanları dünyadan yüz çevirmeğe, hayatı ve ictimaiyi hor görmeğe çağırırken, insanların çok fazla mistikleştiği bir çağda ise Konfüçyüs, faziletli bir idare ve toplum düzeninin prensipleriyle gelmiştir.
Aynı şekilde, Zerdüştle Buda'nın fonksiyonları bir bakıma birbirleriyle zıtlaşır gibi görünür. Bunun gibi, Firavunların zulmü altında yüzyıllarca inledikten ve iliklerine kadar köleleş(tiril)dikten sonra kendilerini kurtarmak için gelen Hz. Musa Kelimüllah (a) ile daha çok dünyaya, yasalara ve içtimaiye yönelik bir vaziyet alan İsrailoğulları'nda, bu vaziyet aşırı noktalara vardırılıp, dünya rahatı için Ahiret'i ve Din'in kâidelerini unutturucu bir hüviyete bürününce Hz. İsa Ruhullah (a), gerek fazla dünyevileşmiş İsrailoğullarına, gerekse maddi zafere ve güce tapınmanın doruğundaki Roma toplumuna karşı İlâhi Din'in öncelikle 'manevi-ruhi' yönü üzerinde durmuştur Bundandır ki, Roma zulmüne karşı korkusuzca ve şehid olma arzusuyla savaş veren ilk 'Hıristiyanlar', kendilerini Roma'nın değil, İlâhi Sultanlığın vatandaşları olarak görüyor ve binlerce şehid veriyorlardı.
Zamanla, Roma maddeciliğine karşı aşırı maneviyatçı bir hüviyet kazanan Hristiyanlık, natüralizme karşı savaşında 'tabiat'ı, kişiyi Allah'tan alıkoyan bir engel, bir perde gibi görmekle bütünüyle inkâr yönüne kayarak, sırf insani bilgiyi de küçümser bir tutum için girdi. Beri yandan, İran'dan ve Ön Asya'dan yayılan Mitraizm ve Manihaizm gibi dinlerden de etkilendi. Zaten yapısı itibariyle 'mistik' bir din hüviyetinde görünen Hristiyanlık, bu Ön Asya dinlerinden de etkilenince tam bir 'gnostik ve teo-sofik' yapı kazandı.
"İmtihan ve ceza yeri olduğu kadar, bir sığınak ve tefekkür alanı, aynı zamanda Cennet'in bir yansıması olan arzın Cennet vasfı, kilise ve manastırlara verildi." Bütün bunların neticesinde. Pavlos'un tahrifine de uğradığından asliyetini zaten kaybetmiş bulunan ve Roma hukukuyla izdivacı sonucu lâik bir keyfiyet de kazanan Hristiyanlık, Kilise'nin büyük suistimallerine de uğrayınca ferdi, beşeri bilgiyi, insanın zihni faaliyetlerini ve düşünceyi âdeta mahkum eden bir hüviyete büründü.
Dünyanın bir yanında bunlar olurken, beri yanında ise ter ü taze ve hızla yayılan İslâm Dini vardı. Yayılırken, bir taraftan İran, Hind ve ön Asya dinleriyle, bir taraftan da Neo-Platonizm ve tercümeler neticesi eski Yunan düşüncesiyle tanışan İslâm'ın bünyesinde, bu yeni rüzgarların tesiriyle Aristo menşe'li Meşşai felsefe akımı ortaya çıkıyordu. İbn Bacce, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflarca temsil edilen bu -metafiziği yere indirip, felsefenin konusu yapan- rasyonal ve mantığa meyilli düşünce hareketine karşı bilhassa Gazali'nin verdiği mücadele hedefine ulaşır ve İslâm dünyasında Gazali'den aldığı güçle tasavvufi hareketler ivme kazanırken, bunun karşısında Aristoculuk. Yunan Epikürizmi, Hedonizmi ve Roma natüralizmi Arapça'dan tercümeler yoluyla Avrupa'ya geçiyordu. Batı, yeni bir uyanışın içindeydi ve bu uyanış, Antikiteye yönelik bir uyanıştı. Bu uyanış, çeşitli kanallarla temasa geçilen İslâm'ın yeryüzü hayatı planında da ortaya koyduğu ihtişamla değişik buudlar kazanıyor ve Doğudan fışkıran kaynak, bütün varlık susuzluklarını gidersin diye ırmak ırmak Batı'ya akıyor ve kökü Asya'da olan ağacın meyveleri olgunlaştıkça Batı'ya dökülüyordu. Batı, bu meyvelerden bir yandan, modern bilimleri geliştirmekle müsbet manâda faydalanırken, diğer yandan, eski Yunan'ın materyalist, natüralist ve hazcı yanını tevarüs ederek, tam bir 'dünya' insanı haline gelmekle suistimal yoluna gidiyordu.
Antikite hayranlığı şeklinde dirilen Greko-Latin düşüncesi, kendini önce dilde ve edebiyatta gösterir. Bir yandan da Fizik bilimi ön plana çıkar. Francis Bacon'ın değerlendirmesiyle, "insana tabiatın üzerinde bir güç ve görüş veren" bu yeni bilim anlayışı, tabiatı incelemede duyulara ve deneye öncelik tanır. Artık, ne deneye önem vermekle birlikte, "semavi şeylerin bilgisine, Rabb'in temaşasında kemâlini bulan ve Kutsal Ruh'un eserleriyle yüz yüze gelme yolunda yürüyen ruhi tecrübe ile ulaşılabileceğini" savunan Roger Bacon'ın varlığı, ne İslâm'ın Gazali'sinin Hristiyanlıktaki benzeri olarak gösterilen Thomas d'Aquinas'ın Aristoculukla Hristiyanlığı uzlaştırma gayretleri, ne de Nicolas de Cusa gibi, Batlamyus Astronomisine karşı çıkmakla birlikte, "merkezi her yerde, çemberi hiç bir yerde olan uçsuz bucaksız kâinatın" derin mânâsına da işaret eden ilâhiyatçıların gayretleri, bilimsel devrimlerin mânevi tahribatına mâni olamaz.
İzahına çalıştığımız bu mânevi-zihni tahavvülat, kendini en manâlı şekilde resim ve heykel san'atlarında gösterir. Gerçekten, Sokorin'in tasviriyle "bir aldatmaca, kandırmaca ve fantezi olup, ferdiyetçilik kokan, düzensizlik, anarşi, erotizm, kadınımsı tavırlar ve zevk düşkünlüğü yansıtan, entellektüel züppelik, zihni ve ruhi çöküntüyle gününü gün etme anlayışı ve dinsizliğin ürünü olan resimle, boşluk korkusuyla ölümden kaçma çırpınışının, ölümlüleri genç tanrılar gibi gösterme ve insanları hep mükemmel olarak sunma hastalığının ürünü olup, şehevilik, kandırıcılık, cinsellik ve fiziki güzelliğin ana malzemesi olarak kadını kullanan heykel san'atının bu dönemde ortaya çıkması basit bir vakıa değildir. Artık, Meryem Ana, resimlerde çekici fiziğe sahip bir kadın ve Michel Angelo'nun Davut'u çini çıplak, güçlü, pazuları ve kasları belirgin ve son derece yakışıklı bir delikanlıdır.
Fizik güzelliğinin yanısıra, bir de hitabet san'atıdır Batı insanının değer olarak Antikite'den alıp kabul ettiği; Homer'in kahramanı Odysseus'un dilinde nasıl ifadesini bulur bakın bu değerler:
"Tanrılar hoşa giden her şeyi birden vermiyor insana;
Boy, pos, akıl, söz ustalığı bir adamda toplanmıyor.
Kimine Tanrı güzellik vermemiştir,
Ama, öyle güzel konuşur ki,
Bütün gözleri çevirir kendine.."
Bu yeni zihin yapısı içindeki Batı insanına, eldeki Kitab-ı Mukaddes metinlerinde okuduğumuz, Adem'in Cennet'ten çıkarılışı kıssasında ifadesini bulan Tanrı-insan ilişkisi kabul edilemez gelecekte tabii:
"Ve Rabb Allah adamı aldı, baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rabb Allah emredip dedi: "Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat, iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin.." Ve Rabb Allah dedi: "İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye- böylece Rabb Allah, onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı".
Şüphesiz, muharref Kitab-ı Mukaddes'te yer alan ve hemen ilk değerlendirmede Allah'ın insanı bilmekten menettiği ve adeta onu kıskandığı imajını uyandıran bu ifadeler, Rönesans insanına elbette ters gelecekti. Kendisi gibi olacak ve iyinin ve kötünün bilgisinin yanısıra, ebedi hayatı da elde edecek diye insanı cennetten kovup, yeryüzünde sıkıntı ve zorluklara maruz bırakan bu "tanrı', Rönesans insanının kafasında hemen Yunan tanrılarıyla aynileşiveriyordu. Rönesans insanı, insanlığın hayrına kutsal ateşi tanrılardan çalan tanrı soylu Promete olmak arzusundaydı, İnsan için, insana yönelik ve insan olmak, Tanrı'ya karşı olmak demekti. Sonra, bu Tanrının gönderdiği (sanılan) kitapların yazdıkları (bunlar, şüphesiz tahrif edilmişlerdi) insan aklının buluşlarıyla bir bir yalanlanmıyor muydu? O halde, Orta Çağ Hristiyanlığına kitaplarda yazıldığı gibi inanmanın, daha doğrusu, -Hristiyanlıktan başka din bilmedikleri ve İslâm'a içten içte hayranlık ve kıskançlık duygularının uyandırdığı kinle baktıkları için- herhangi bir dine inanıp bağlanmanın gereği yoktu. Bu sebeple, insana ve tabiata yönelmek, Hristiyanlığa kısmen karşı çıkmayı gerektiriyordu. Dolayısıyla, bilim Batı'da, Abel Rey'in ifadesiyle, "insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar" inancı içinde, bir din-ilim kavgasıyla yola çıkıyordu.
2. İHTİYAÇ, COĞRAFİ KEŞİFLER VE EMPERYALİZM:
Hristiyanlık çağındaki, yani Avrupa Orta Çağındaki halkın hayatını ve değer hükümlerini Prof. Tawney şöyle anlatıyor:
"Şimdi mekanik olan şeylerin çoğu, o zaman şahsi, mahrem ve samimiydi; ferdi ölçülerin çok üstüne çıkan bir skalaya göre kurulmuş bir teşkilata, vicdanları kusturan ve her şeyi eninde sonunda ekonomik menfaatlere bağlayan bir doktrine yer yoktu.O çağda, ekonomik menfaatler, hayatın asıl gayesi olan mânevi kurtuluşa tabiydi ve ekonomik davranış, diğer davranışlar gibi şahsi davranış bütününün ahlâki kurallara bağlı bir görünümünü teşkil ediyordu. Maddi zenginlik ikinci dereceden bir önem taşımaktaydı. İnsanlar, şiddetli arzular şeklinde ortaya çıkan ekonomik saiklerden ürküyordu. İnsan, servet için değil, servet insan içindi. Bir insanın, toplum içindeki yerine göre yaşayabilmesi için gereken parayı kazanmaya hakkı vardı; daha fazlasını kazanmaya çalışmak ise, teşebbüs gücü değil, para hırsıydı ve büyük günâhtı.. Mal ve mülk meşru yoldan kazanılmalı ve mümkün olduğu kadar çok sayıda kişinin elinde olmalıydı"
Orta Çağdaki bu anlayış, Rönesans insanının mânevi olandan maddi olana yönelmesinin neticesinde değişti. İslâm dünyasıyla geçilen temas ve bir takım seyyahların anlata anlata bitiremedikleri efsânevi Şark, Batı'lıyı büyüler hâle gelmişti. Bir yandan, engizisyona kadar varan Klişenin baskısı ve suiistimalleri, öte yandan acımasız derebeylerin ve kralların zâlim idaresi, Batı insanını bunaltıyordu. Dar, girintili çıkıntılı ve üç yanı denizlerle çevrili Avrupa toprağı, üzerindeki nüfusa dar geliyor ve ihtiyaçları çoğaltıyordu. Malumdur ki, ihtiyaç, ilmin ve san'atın hocasıdır. İşte, toprağın darlığı ve deniz ve nehirlerin, yani tabii ulaşım yollarının bolluğu sebebiyle, içerde ve dışarıda fazla temas imkânına sahip olan Avrupalı, edindiği çeşitli fikirler, gerçekleştirdiği tanışma ve sahip olduğu rekabet hissiyle ve içerdeki gaddarane baskıların da tazyikiyle bir yandan kabiliyetlerini inkişâf ettirirken, öte yandan denizaşırı keşiflere girişti.
Coğrafi keşiflerin tam bu zamana rastlaması tesadüfi değildir. Yukarda saydığımız saiklerle, nerede olursa olsun para peşine düşen müteşebbis tipi yerden biter gibi biter. Artık, "uyanan bir asrın açlığıdır altına doymazlık; herkes için dünyanın yuvarlaklığını yoklama zamanı gelmiştir". Amerika'dan gelen altın ve gümüş, bir yandan bu yeni dünyaya göçü hızlandırırken, bir yandan da maddecilik ruhu geliştikçe gelişir.
Kendi ülkesindeki zulümden kaçan Avrupalının gittiği yerlerde adaletli davranması beklenirdi; fakat heyhat! Tüm Amerika kıt'asında yerliler acımasızca katledilir ve toprakları ellerinden alınır. O kadar ki, Meksika'da buğdaydan daha besleyici ve adeta 'milli mahsul' haline gelmiş bir bitkinin yasaklanması misalinde olduğu gibi, halkın yerli mahsullerini üretmesine bile mâni olunur. Afrika insanı, tarihin kaydetmediği zulümler altında yeni Dünyaya taşınır ve köleleştirilir.
Kendisini, insanlığın her bakımdan ulaşabileceği zirvenin temsilcisi sayan Batılının unutur göründüğü gerçek, Batı'nın dünyayı sömürerek geliştiğidir. Plassey savaşından sonra koca Hind yarımadasını işgal eden İngilizler, Bengal hazinelerini Londra'ya taşırlar. Bütün yazarlar, sanayi inkılâbının, bu savaş sonrasında Bengal kömürlerinin İngiltere'ye taşınıp buharlı geminin bulunuşuyla başladığını kabul ederler. Yoksa, daha önce Thomas More'un ünlü ütopya'sından tasvir ettiği gibi, İngiltere her bakımdan acınacak durumdaydı. 1640 İngiliz devriminde Krallığa karşı çıkanlar, ihtiyaç içindeki dalkavuklar, mağrur saldırgan rahipler, hırsız dalavereciler, mülk sahipleri, köle sahipleri ve korsanlardı. İdari sınıfın zaten bunlardan farkı yoktu. Aynı şekilde, 1789 Fransız ihtilâlinde Versay'a yürüyenler, Jean Gino'nun ifadesiyle, 'yüzbin XVI. Louis ile, yüzbin Marie Antoniet'ti.
Bugün, dünya nüfusunun %6'sını barındıran ABD, dünya kâğıt hamurunun %40'ını, kömür ve linyitin %36'sını, çeliğin %25'ini, pamuğun %20'sini tüketmekte, ayrıca beslenmek için, kendi topraklarından başka, dünyanın geri kalan topraklarının %10'unu kullanmaktadır. Gelişmiş denilen ülkeler, dünya nüfusunun %16'sını teşkil ettikleri halde, yeryüzündeki kaynakların %80'ini kullanmaktadırlar.
Evet, ihtiyaç, coğrafi keşifler ve emperyalizm, bilimin Batı'da gelişmesinde önemli birer faktör olmuştur.
3. PROTESTANLIK:
Batı'da Rönesans ve Reform hareketleri, modern Batı'nın meydana gelmesinde önemli birer etkiye sahiptir. Antikiteyle tanışmasının ardından çok çeşitli faktörlerle zihniyet değişimi geçiren Batı insanı, reform hareketleriyle bu değişimi 'din'e tasdik ettirmiştir.
Protestanlık inancında tam bir kadercilik hakimdir. Buna göre, seçilmişler önceden seçilmiş olup, kul, ne yaparsa yapsın kaderini veya daha önceden belirlenen Cennetlik veya cehennemlik olma vasfını değiştiremez. Luter de Calvin de, "bütün dikkatimizi Tanrı'nın isteğine çevirmekten başka çâre yok.. iyi bir harekette bulunmaktan mahrumuz" demekteydiler.
Böyle bir anlayışla, Protestanlık kitleleri nasıl çalışmaya itebilir diye sorulabilir. İşte, Luter ve Calvin'in bu noktada getirdikleri izahat, Batı insanını tamamen maddeci ve sadece çalışıp biriktiren biri haline getirmiştir:
Protestanlık'ta, insanın Tanrı karşısında hür iradesi yoktur ve seçilmişler önceden seçilmiştir ama, "seçilmişliğin göstergesi, durup dinlenmeden çalışmak ve şüphe ve güçsüzlük duygusunu yenmek için sürekli faal olmaktır. Kazanmak ve başarmak, Tanrı'nın sevgili kulu olmak demektir". Zenginlere karşı çıkan orta sınıfın kini, onları Protestanlığı kabule ve dolayısıyla sürekli çalışıp biriktirmeğe itmiştir. Bu da, çalışmanın kazanmayı, kazanmanın tüketimi, tüketimin ihtiyaçları, ihtiyaçların daha çok çalışmayı kamçılaması dairesi içinde, bilimlerin gelişmesinde kendine has bir rol oynamıştır denebilir.
4. İSLÂM MEDENİYETİ'NİN TESİRİ:
Dikkat edilirse, yazımız boyunca Bilimin Batı'da 'gelişmesi tâbirini kullandık, 'doğması' değil. Yukarda izahına çalıştığımız üç ana sebep, modern bilimlerin Batıda gelişmesini izaha yöneliktir; yoksa, bilimler, gerçek mânâsından ve ruhundan kopmamış şekilde, yüzyıllarca Eski Dünyayı gölgeleyen İslâm Medeniyeti içinde ortaya çıkmış ve belli bir mesafe almış durumdaydılar.
Bu cümleden olmak üzere, Kimya'nın kurucusu Cabir ibn Hayyan'dır. Buharlaştırma, süzme, tasfiye etme, damıtma ve billurlaştırma Cabir'in geliştirdiği metodlardır. Alembik'i icad eden müslümanlardır. Optik, büyütücü mercekler, pek çok tasın özgül ağırlığının tesbiti, denge ve ağırlık fikirleri hep müslümanların eseridir. '0' ve 'pi' sayılarını bulan, dört işlemi tam olarak ortaya koyan müslümanlardır. Cebir, tamamen müslümanların icadıdır. Logaritme ve Trigonometri tamamen müslümanların bulup, geliştirdiği ilimlerdir. Sekantı, tanjant ve kotenjantı, sinüs ve kosinüsü bulanlar da müslümanlardır. Me'mun zamanında Akdeniz'in eni ve boyu cebir ve geometri usulleriyle hesap edilmiş. Battâni, bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dak. 22 s. olduğunu ortaya koymuştur. Tıb ve Farmakoloji sahalarında müslümanların icad ve hizmetleri cildleri doldurur, İbn Sina, Râzi ve Zehrâvi, tesirleri bugüne ulaşan büyük tabiblerdir. Coğrafya ve Botanik de müslümanlara, Batılıların asla ödeyemeyecekleri çok şeyler borçludur.
B. KADERİN FETVASI:
Cenâb-ı Allah'ın, insanların hayatı için koyduğu Kelâm sıfatından gelen Şeriatı'nın yanısıra, bir de İrade sıfatından gelen Tekvini Şeriatı vardır. Birinciye itaat veya isyanın karşılığı daha çok Ahiret'e bırakılırken, ikinciye itaat ve isyanın karşılığı ise daha çok dünyada görülür. Nasıl sabrın mükâfatı zafer, ataletin cezası sefalettir; öyle de, emeğin sevabı servet, sebatın mükâfatı galibiyet ve zehrin cezası hastalık, panzehirin sevabı sıhhattir. Bu bakımdan, nasıl Şeriat-ı Garra'ya itaat ve isyanın karşılığı vardır, aynı şekilde Şeriat-ı Tekviniyye'ye de itaat ve isyanın karşılığı olacaktır. Bilim, Şeriat-ı Tekviniyye'nin ilke ve kâidelerinin keşfinden ibarettir. Aynı şekilde, her hakkın her vesilesi her zaman hak olamadığı gibi, her bâtılın her vesilesi de her zaman bâtıl olmamaktadır. Bunun neticesinde, kendisi bâtıl yolda olan bir kişinin sarıldığı hak bir vesile, kendisi hak yolda olan bir kişinin sarıldığı bâtıl vesileye elbette gâlip gelecektir.
İşte, Rönesans'ı müteakip, İslâm dünyası atalete, tembelliğe ve durgunluğa, hatta umursamazlığa girerken, Batı insanı, "bir dayanak noktası bulursam, yeryüzünü yerinden oynatırım" inanç ve kararlığıyla ve ümitsizliğin yol bulamadığı tam bir emelle, küre gibi büyük işleri çevirebilecek bir inanç ve sebat sergilemiştir. Ayrıca, kendi yurdunda Katolikliğe, hatta kısmen dine karşı çıksa da, dünyanın her yanında Hristiyanları desteklemiş ve yardım ve işbirliği elini uzatmıştır. İşte, bu birlik, sebat, çalışma, azim, ümid ve emel, karşılığını bilimsel buluşlar ve teknik icadlarla almıştır.
Öte yandan, insanın zekâ ve kabiliyeti, zihni gayreti nisbetinde artar. İnsan, büyük bir aşkla, cehdle, düzen ve disiplin içinde ve tam bir zihni teksifle bir konuya eğildiğinde, bu gayretiyle başarmayı hak ettiği zaman, kendisine, 'İlâhi ilham' yoluyla kapılar birden açılır, yani 'keşif denilen şey gerçekleşir. Yoksa, ne Arşimet suyun kaldırma özelliğini bulabilir, ne de daldan düşen elma Newton'un zihninde yerçekimi kanununu uyarırdı. Keşif, başarı ve icad ise, insanı daha çok gayrete iter. İşte, Rönesans sonrası, zihin yapısı, eşya ve dünyaya bakışı ve içinde bulunduğu ihtiyaç ile 'tabiat'a eğilen, uğraşan, didinen Batı insanı, peş-peşe bilimlere mesafe kat'ettirmiş ve bugünkü teknik seviyesine ulaşmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
— Bediüzzaman Said Nursi; Sözler.
— S. Ülgener; Zihniyet ve Din.
— Ali Şeriati; Medeniyet ve Modernizm, ter. F.Selim, A. Arslan.
— Christopher Dawson: Batı'nın Oluşum, ç. D. Tayanç.
— S. Hüseyin Nasr; İnsan ve Tabiat, ç. N. Avcı.
— Cemil Meriç: Ümrandan Uygarlığa.
— Homeros: İlyada, ç. A. Erhat, A. Kadir.
— Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahid.
— Erich Fromm: Hürriyetten Kaçış, ç. A. Yörükan.
— Jean Dufour; İdeoloji ve İktisadi Hayat, ç. F. Arslan.
— Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, ç. N. Kalaycıoğlu.
— E. F. Schumacher; Küçük Güzeldir, ç. O. Deniztekin.
— Thomas More; Utopia, ç. M. Urgan, V. Günyol. Abdurrahman Ahmed, Garb'ın İslâm'dan öğrendikleri.