Bana zor gelen işlerden biri de, bedihi gerçekler hakkında yazmak veya konuşmaktır. Sıradan Müslümanların dahi bildiği malûmatı tekrarlamak, elbette söz israfıdır. Ama kesin gerçeklere itiraz ederek kendilerine yer açmak ve adlarını duyurmak isteyen ilim ehli geçinen kimselerden birileri çıkıp o konuları kurcalayan makaleler yayınlayıp halkımızın fikirlerini karıştırmaya çalışınca, ister istemez, okuyucuları aydınlatmak da bir görev olmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm metninin Allah Tealâ tarafından Peygamberimiz'e (s.a.s.) vahyedildiği gibi hiçbir değişikliğe uğramaksızın günümüze kadar intikal etmiş olması bu gerçeklerden biridir. Buna rağmen, Kur'ân'ın cem'i, tertibi gibi konularda, yanlışlarla dolu ve kesin gerçeklere zıt iddialar ihtiva eden bazı yazılar kaleme alınabilmektedir. Biz bu yazımızda, sadece, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin tertibinin tevkifi olması konusu üzerinde duracağız. Müslümanlar sahabe döneminden beri inanmaktadırlar ki, her yeni vahiy geldiğinde Cebrail (a.s.) gelen âyetlerin Kur'ân'ın hangi sûresinin neresine dahil olduğunu Hz. Peygamber'e bildiriyor, o da, vahiy kâtiplerine buna göre kaydettiriyordu. Dolayısıyla, âyetlerin sûrelerdeki yerleri kesindir. Peygamber Efendimiz, namazlarda, her Ramazan'da gerçekleştirdiği arz'larda (mukabelede) hep bu tertib ile okuduğu gibi, ondan sonra da sahabe ve tabiîn ve daha sonraki nesiller de böyle okumuşlardır. Bu, sadece bir iman mevzuu değil, aynı zamanda Müslümanların ilmî bir mesele olarak da ispatladıkları bir gerçektir.
Kur'ân metninin doğruluğunun herkesin görebileceği delili şudur: Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları sahabe döneminden itibaren başlamış ve sonra şiddetli bölünmeler devam etmiştir. Fırkalar, farklılıklarını Kur'ân âyetlerinin yorumuna dayandırmaktadırlar. Bu da kolay olmadığından, çoğu zaman hayli zorlanmaktadırlar. Eğer metin kesin olmasaydı, sadece bir kelime eklemek veya çıkarmak, hattâ telâffuz ve okuyuş farkı ortaya koymak suretiyle görüşlerini Kur'ân'a dahil edebilirlerdi. Böylece çok rahat eder, görüşlerini belgelemiş olurlardı. Fakat metnin hiçbir değişikliğe uğramadığını Şi'a, Havariç, Mu'tezile gibi fırkalar kabule mecbur olduklarından, tenzile söz söyleyemeyen fırkalar tevile başvurmuşlar, Kur'ân'ın metnine dair en ufak bir tenkit iddia edememişlerdir. Ta ki son dönemde Batılı bazı oryantalistler İslâm'ı incelemeye teşebbüs edinceye kadar. Bu müsteşriklerin de çoğu Kur'ân metni hakkında böyle bir iddiaya girişmemiş, Müslümanların bildiği Mushaf-ı Şerif'i incelemelerinde temel metin olarak kabul etmişlerdir. Onlardan bir kısmı ise, ya maksatlı olarak Müslümanlara Kur'ân hakkında şüphe vermek için, yahut kendi sınırlı akıllarına göre hareket edip yanlışa düştükleri için bu kabil iddialara girişmişlerdir. İşin esef edilecek tarafı şudur ki, bazı Müslüman ilâhiyatçılar, onların iddialarından haberdar olunca, önemli bir keşifte bulunmuş gibi, bunları aktarmaya başlamış, orijinal görünmek için de, nereden aldıklarını söylememişlerdir. Böylece dinlerini harap ettikleri gibi, dünyalarını da bozmuşlar, kendilerini "bilim hırsızı" durumuna düşürmüşlerdir. Çok isterdik ve yine de istiyoruz ki, böyle yapan arkadaşlarımız, düştükleri yanlış yoldan dönüş yapsın ve emeklerini, Müslümanların muhtaç oldukları çalışmalarda değerlendirsinler. Zira meşru çerçevede yapılacak çok iş vardır. Imam Şafiî'nin (r.a.) dediği gibi, selef öyle iyi niyetli kimselerdir ki, daha sonraki nesillere hizmet bırakmak için, her şeyi kendileri yapmaya kalkmamış, bize de yapacak işler bırakmışlardır. "Kem tereke'l-evvel li'l-ahir (Öncekiler, sonrakilere o kadar çok şey bıraktı ki, saymaya gelmez)" sözü Müslümanlar arasında darb-ı mesel olmuştur. Yeter ki tövbe edip, ihlâs ile, safi bir göِnül ile Hakk'a yöِnelmesini bilelim.
Yukarda sözünü ettiğimiz müddeiler, kendilerince takdim ve tehire uğradıklarını iddia ettikleri âyetlerle ilgili olarak, Kur'ân'ın beş yerinde âyetlerin yerlerinin değiştirildiğini ileri sürmektedirler. Bunları biz de o sıra ile inceleyip, hem söz konusu müddeilerin oryantalistleri kopye etmekten başka bir şey yapmadıklarını, hem de meselenin onların iddia ettiği gibi olmadığını ortaya koyacağız.
Birinci örnek:
Bu kısım, kıble hakkındaki âyetlerle ilgili olup, Bakara sûresinin 115, 142, 143 ve 144. âyetlerini ele almaktadır. İddiaya göre bu âyetlerin yerleri değiştirilmiş olup, yapılması gereken sıralama 143-115-144-142 şeklinde olmalıdır. Önce, bir önceki âyetle beraber 115. âyetin meâlini verip, aralarında münasebet olup olmadığını görelim:
114- Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyip onların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır.
115- Doğu da, batı da Allah'ındır. Hangi tarafa dönerseniz orada Allah'a ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki Allah'ın lütfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır.1
Bütün müfessirlerin, bu âyetin ِöncesi ve sonrası ile hiçbir anlam bağlantısının olmadığını söyledikleri iddia olunmaktadır. Evvelâ, bu tesbit doğru değildir. Meselâ Tefsir-i Kebir'de, başka münasebet cihetleri arasında, şu münasebetin nakledildiğini görüyoruz: Bir önceki 114. âyet mescitlerden bahsediyor. Bu âyet, şunu demek istiyor: "Allah'ın mescitlerini tahrib edenlerin tahribi sizi, Allah'ın yeryüzünün neresinde olursanız olun, Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Çünkü doğu da, batı da, bütün yönler de Allah'ındır."2 Bu âyetin kıble hakkında olmadığını düşünen tefsire göre ise, şöyle bir irtibat kurulduğunu nakl eder: "Âyetin mânâsı şudur: "İçlerinde ismimin anılmasına mani olmaları ve onların harab edilmesine gayret etmeleri sebebiyle, mescitlerime engel çıkararak zalim olan şu kimseler için şöyle şöyle cezalar vardır. Hem onlar Benden ve Benim hükümranlığımdan kaçarak nereye yönelirlerse yönelsinler, muhakkak Benim hükümranlığım onların yakasına yapışacak ve Benim kudretim onları aşacaktır. Ben onları bilirim, oldukları yer Bana gizli değildir."3 Elmalılı M. Hamdi, şöyle irtibat kurmaktadır: "O mescitlerden men edilen ve Allah'a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye'se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah'tan ve Allah'a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü ve lillâhi'l-maşrıku ve'l-mağrib, sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve bütün istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu hâlde her nereye dönerseniz dönünüz, orada Allah'a çıkan bir yöِn, bir cihet vardır. Allah'ın bir mekânı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O'nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret hâlinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızasına erilebilir."4
Sadece bu iki tefsirden naklettiğimiz bu mütalâalar, âyetin gayet yerli yerinde olduğunu ve müfessirlerin bunu belirttiklerini göstermeye kâfidir. Hâl böyle iken, "hemen hemen bütün müfessirler bu âyetin öncesi ve sonrası ile hiçbir anlam bağlantısı olmadığını söylemişlerdir." demek, kesin olarak yanlıştır.
Kısaca değinmekte fayda olan bir başka konu şudur: Resûlullah'ın, Mekke'den Medine'ye hicret edince, oradaki Yahudilerin gönüllerini kazanmak içtihadı ve maksadıyla namazlarda yönünü Ka'beden Kudüs'e çevirdiği iddia edilmektedir. Âlimler arasında bu değişikliğin içtihadi olduğunu söyleyenler olmuşsa da, tercihe değer olan, vahiyle gelen ilâhi emre dayandığıdır. Böyle önemli bir meselenin içtihada bırakılacağı düşünülemez. Bu iş, Hz. Peygamber'in içtihadı ile olsaydı, yine içtihadı ile Kâbe'ye dönebilirdi. Bu hususta vahyi beklemesi, önceki kıblenin de, yani Kudüs'ü kıble edinmesinin de vahye dayandığını açıkça gösterir. Kur'ân'ın vahiy eseri olduğunu kabul etmeyen müsteşriklerin hemen hepsi, O'nun Yahudileri memnun etmek için böyle yaptığını vurgularlar. Bu yorum, onların iddialarına delil vermek olur. Meselâ Wensinck, şöyle der: "Bu kıble (yani Kudüs'teki Mescid-i Aksa) 16 veya 17 ay boyunca Müslümanların kıblesi olarak devam etti. Fakat Muhammed, İsrail Oğulları'nı kendi tarafına çekmekten ümidini kesince, o kıbleyi bıraktı."5
Yukarıda geçen 115. âyetin, Kur'ân'daki mevcut yerinden alınıp, 143. âyetten sonra yerleştirilmesi gerektiği; bu âyetin, bulunduğu yere bir şekilde karışmış olduğu ve bu karışmayı izah edebilmek imkânımızın bulunmadığı bir diğer iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Âyetin karıştığı yok, karışan, böyle iddia ortaya atanların kafalarıdır. Kafa karıştıranlar, bazı müsteşriklerdir. Ama R. Blachere bile, âyete başka bir yer göstermek yerine, onun Medine değil de Mekke dönemine ait olmasını teklif etmekle yetinir. O, şöyle der: "Âyetin ikinci yorumu şöyledir: Bu âyet, kıble konusu ile ilgili olmayıp, Allah'ın her yerde hazır ve nâzır olduğunu vurgulamak istemektedir. Şayet bu yorum isabetli ise "ki müteakip 116. âyet de bunu teyid etmektedir" bu âyet, Medine değil de Mekke dönemine ait olmalıdır. Nitekim âyette sözün akışı ve Mekke devrinin özelliklerini taşıması da bunu göstermektedir. Şunu da ilâve edelim: Bu âyet kıble meselesi ile ilişkilendirilse dahi bu, yine âyetin Medine dönemine ait olmasını gerektirmez. Zira Mekke'de nazil olmuş olarak şu mânâyı ifade eder: "Kıble, münhasıran Kâbe değildir. Başka cihetler, özellikle Kudüs de kıble olabilir."6
Bu vesile ile, âyetler arası münasebet konusu üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Münasebet vardır ve aranması makuldür. Fakat bu, birçok durumda, konuya sathi bakanların zannettikleri gibi, bakan her insanın hemen ilk anda görebileceği bir irtibat şeklinde olmayabilir. Evet münasebet makul bir durumdur. Şayet akıllara arz edilecek olursa, akıllar bunu kabul ederler. Ama bu tenasüb, çok çeşitli şekillerden biri ile tezahür edebilir. Bazen âyetlerin başlarında ve sonlarında ortaya çıkar. Bazen bu ikisi, yani başı ile sonu arasında bulunan herhangi bir ortak bağa râci olur: Umum veya husus, aklî veya hissî veya hayalî yahut münasebet türlerinden daha başka bir tarzla olabilir. Yahut zihnî bir telâzüm (gerektirme) ile yani sebep-müsebbep, illet-ma'lul veya iki benzer veya iki zıt şey arasındaki vb. münasebetler gibi olabilir. Ya da sadece zihinde (sübjektif) olmayıp, aynı zamanda dış dünyada bulunan (objektif) bir telâzüm şeklinde olabilir. Bu münasebetleri kurmak, kelâmın bir kısmını öbür kısmı ile kenetlemek, böylece irtibatı kuvvetlendirmek olur. Binanın cüzleri birbirine perçinlenmiş sağlam bir yapı hâline gelir. Fahreddin Razi, bunu çok uygulamış ve "Kur'ân'ın beyan güzelliklerinin ekserisi bu münasebetlerde derc edilmiştir" demiştir.
Gerçekten âyetler arasındaki irtibat çok çeşitli şekillerde tezahür eder: 1-Münasebet, kelamın son kısmının baş kısmını tamamlaması ile olur.. Yahut te'kid, tefsir, i'tiraz, teşdid nevilerinden biri ile olur. Bu kısma itiraz eden (yani bu çeşit münasebeti anlamayan) olmamıştır. Bazen bu irtibat aşikâr olmaz. Atf edatı ile ma'tuf olursa, aralarında ortak bir özellik bulunur Atf edatı, bu âyetlerdeki hükümleri birbirine rabt eder.
Bazen aradaki münasebet şekli, zıtlık olur: rahmet ve azabın yan yana zikredilmesi gibi. Bazen ma'tuf olduğu hâlde irtibat ciheti gizli kalabilir, açıklamaya ihtiyaç duyulur: Terğibin yanında terhibi zikr etmek gibi. Meselâ: "Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için, özellikle hac için vakit ölçüleridir. Evlere arka taraftan girmeniz fazilet değildir. Asıl fazilet, haramlardan sakınan müttaki insanın gösterdiği fazilettir" (Bakara/2: 189). âyetinde hilâllerin hükmü ile evlere girme şekli arasındaki münasebeti kurmak zor görünebilir. Oysa, çeşitli şekillerde bir münasebetin olması pekalâ mümkün ve vâkidir. Birincisi: "Onlara sanki şöyle denilmiştir: Pek iyi bilirsiniz ki, Allah Tealâ'nın bütün yaptıkları hikmetlidir, kullarının faydasınadır. Öyle ise soru sormayı bırakın da, siz asıl kendi yaptıklarınıza, size hiçbir faydası olmayan, -evlere arka taraftan girmek gibi- tuhaf işlerinizi düzeltmeye bakın."7 Zerkeşî, bunları belirttikten sonra, bu sefer ma'tuf olmama durumuna göre açıklamalar yapar. Bu durumda, ortak özelliği gösteren mânevî karineler (mânâ ile ilgili deliller) bulmak mümkündür. Burada çeşitli imkânlar söz konusudur. Birincisi, tanzir'dir ki, benzeri benzere ilhak etmektir. Meselâ Enfal 4. ve 5. âyetleri arasında böyle bir durum vardır.8 Maksat şudur: "Vaktiyle nasıl ganimetlerin taksimi hususunda senin yaptığından hoşlanmadılarsa, aynı şekilde seninle beraber savaşa çıkmaktan da hoşlanmadılar."9 Zerkeşi, daha sonra, münasebetin ilk anda görülmediği istitrad (parantez içi) örnekleri verir. Muhatabın dikkatini canlı tutmak için kullanılan intikal üslubundan bahs eder.10 Bu hususlar, âyetler arasındaki münasebetlerin ne kadar çeşitli durumlar ihtiva edebileceğini göstermeye kâfidir. Fakat bunları anlamak, pek çok ilimlerin yanısıra, bilhassa belâgat bilmeyi gerektirir.
İkinci örnek:
Bakara sûresinden 238 ve 239. âyetlerdir. Bundan önceki âyetler aile hukuku, nikâh, boşanma ve mehir konusu ile ilgilidir. Bu bölümün meâlini nakledelim:
238- Namazlara, hele salât-ı vustaya dikkat edin ve kalkın, huşu ile Allah'ın divanında durun.
239- Eğer bir korku hâlinde iseniz, yaya veya binek üzerinde namaz kılın. Fakat güvenliğe çıktığınızda, bilmediğiniz şeyleri size öğreten Allah'ın size öğrettiği gibi ibadetinizi ifa edin.
Bundan sonraki âyetler de, aile ve miras hukukuna dair bazı hükümler ihtiva eder. İddiaya göre, bu iki âyet, süregelen belli başlı bir konu arasına, hiçbir anlam bağı bulunmaksızın girmiştir. Bu âyetlerin yerlerinin burası olmadığı açıktır.
Blachere de 238. âyet hakkında şöyle diyor: "Bu ve müteakip âyet, buraya aykırı düşmektedirler. Beyzavi, Nesefi, kezâ Razi'nin, bunların burada yer almalarına dair gösterdikleri sebeplerde sıkıntıya düştükleri görülür."11 Oysa Razi, önceki kısımla münasebeti şöyle belirtir: "Bil ki Allah Tealâ, mükelleflere dini malûmatı beyan edip şeriatının kanunlarını iyiden iyiye izah buyurunca, onlara beş vakit namaza devam etmelerini emretmiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:
a) Namazda Kur'ân okumak, ayakta durmak (kıyam), rüku, sücud ve huşu mânâları olduğu için namaz, Allah'ın heybeti karşısında kalbin hüznünü, insanın yapısında bulunan başkaldırı ve isyanın olmamasını ve Allah'ın emirlerine inkiyad edip, O'nun nehyettiği şeylerden vazgeçmeyi ifade eder. Nitekim Allah Tealâ, "Muhakkak ki namaz, edepsizlikten ve çirkin olan her şeyden insanı korur" (Ankebut/29: 45) buyurmuştur.
b) Namaz, kuluna Allah'ın rububiyetinin celalini, kulluğun tevazuunu, zilletini, mükâfat ve ceza işlerini hatırlatır. Böylece de kulun Allah'a itaati, boyun eğmesi kolaylaşmış olur. İşte bu sebepten dolayı Cenab-ı Hak, "Sabır ve namazla yardım isteyin" (Bakara/2: 45) buyurmuştur.
c) Nikâh, talâk ve iddet gibi daha önce geçmiş olan hususlar dünyevi işlerle meşgul olmayı ifade ediyordu. Böylece buna Hak Tealâ, âhiret işleri olan namaz mevzuunu eklemiştir.12
Bu münasebetler, belki Blachere'i ve müsteşriklerin bizdeki kopyecilerini tatmin etmese de, on beş asırdan beri bütün Müslümanları tatmin etmektedir.
Üçüncü örnek:
Verilen üçüncü öِrnek, Ahzab sûresinin 55. âyeti olup, bu âyetin 59. âyetin peşine yerleştirilmesi gerektiği iddiasıdır. İddiaya göre, güya bu âyetin başındaki "Onlara bir günah yoktur (La cünahe aleyhinne)" ifadesindeki (aleyhinne) ile işaret edilenlerin kimler olduğu, mevcut Mushaf'taki tertipten tam olarak anlaşılmamaktadır. Zamirin, gramer olarak mutlaka bir ism-i zahirden sonra kullanılması gerekir. Aksi durumda anlam vermek güçleşmektedir. M. Esed meâlinde, bu zorluğa dipnotta işaret etmiş ve söz konusu zamirle kasdedilenlerin 53. âyetteki , "perde arkasından konuşmaları istenen" Hz. Peygamberin eşleri olduğunu söylemiştir. Fakat âyete bu anlamı vermek mümkün değildir.
Önce hemen belirtelim ki, burada bir zorluk söz konusu değildir. İlgili yere bakılırsa, M. Esed'den yapılan iktibasın da doğru olmadığı, onun her hangi bir zorluktan bahs etmediğini görürüz.13
Bu âyetten önceki 51, 52 ve 53. âyetlerde Hz. Peygamber'in (s.a.s.) hanımlarından bahs edilir. Yalnız mutariza (parantez içi) kabilinden olan pek kısa 54. âyet araya girmekle beraber, aynı kelâm devam ettiğinden, 55. âyetteki zamirin yine ezvac-ı tâhirâta râci olduğu aşikârdır. Şimdi bu bölümdeki âyetlerin meâlini verelim:
53- (...) Sizin, Allah'ın Resûlü'nü rahatsız etmeniz ve kendisinin vefatından sonra onun eşlerini nikâhlamanız asla helâl değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.
54- Her hangi bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de bilin ki, Allah her şeyi pek iyi bilir.
55- Onlara; babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, Müslüman kadınlar ve mâlik oldukları köleler hakkında bir günah yoktur. (Bunlar, onların evlerine gelebilir ve onlarla karşılaşabilirler). Bununla beraber, (ey Peygamber eşleri,) Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah her şeye şahittir.
56- Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygamber'e hep salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.
57- Allah ve Resûlü'nü çirkin iddia ve davranışlarıyla incitenlere Allah, dünyada da âhirette de lânet etmiş ve onlara zelil eden bir azap hazırlamıştır. (Ahzab/33:52-57)
M. Esed gibi, eski müfessirler de aynı mânâyı vermişlerdir. Meselâ, "Bu âyet, öncelikle Hz. Peygamber'in hanımları hakkındadır" diyen Alûsi'nin yaptığı izahlar bu yönde olup, o, Hz. Hafsa, Hz. Aişe gibi hanımların akrabalarını misal verir ve iddia sahiplerinin ilgisiz zannettiği 56. âyetle münasebetini şu şekilde kurar: "Bu âyet, bir önceki kelâmın ifade ettiği, Hz. Peygamber'in hanımları hakkındaki benzeri görülmemiş üstün bir teşrifin sebebini bildirmek gayesine matuftur. İnne ile te'kid, haberin büyük önemine gösterilen ihtimamı ifade eder. Şöyle de denilmiştir: İnne, Acaba bu üstün teşrifin sebebi nedir?' mukadder sualine cevap olması içindir."14
Razi de, 53-56. âyetler arasındaki münasebet hakkında "Cenab-ı Hak, mü'minlere izin istemelerini emr edip, saygı göstermek maksadıyla Peygamber'in hanımlarının yüzlerine bakmamalarını da belirtince, bu saygının tam izahını yapmıştır (...)"15
Bu bölümde sözünü ettiğimiz, Ahzab sûresi 56. âyetin siyak ve sibakıyla münasebeti olmadığı iddiasının da kaynağı yine müsteşriklerdir. Blachere, 55. âyetin de içinde bulunduğu 27-59. âyetlerden müteşekkil kısmın, Kur'ân sûrelerinin iniş dönemleriyle ilgili olarak kendinden yaptığı sıralamada II. Bölüm'e yerleştirir ve bu kısmın I. ile III. Bölüm arasına sun'i olarak derc edildiğini, 63 vd. âyetlerin, çok daha önceki bir âyetin devamı durumunda olduğunu iddia eder.16
Döِrdüncü Örnek:
Âl-i İmran sûresindedir. Önce, bu ilgili bölümdeki âyetlerin meâllerini verelim: 121. âyetten itibaren bu bِölüm, Uhud gazvesi ile ilgili hususlara temas eder ve bu arada Bedir zaferi hatırlatılır.
126- Allah, bu imdadı sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Nusret ve zafer, ancak mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından gelir.
127- Evet, Allah Tealâ, kâfirlerden ileri gelenleri imha etmek veya onları başaşağı getirerek ümitsiz bir hâle düşürmek için size bu imdadı gönderdi.
128- Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah, ister onlara tövbe nasib edip, kendilerini bağışlar, isterse, nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır.
129- Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah gafurdur, rahimdir.
130- Ey iman edenler! Öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki, felâh bulasınız.
131- Hem, kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten korunun.
132- Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ki, merhamete nail olasınız.
F. Razi, Kaffal'den naklen bu âyetler arasında şöyle bir münasebet kurar: Müşriklerin faiz sebebiyle topladıkları malları ordularına harcamış olmaları cihetiyle de âyetin, kendinden önceki ifadelerle ilgili olması muhtemeldir. Böylece bu durum, Müslümanların, kâfirlerden intikam alabilmek için kendi ordularını güçlendirmek ve bu sebeple daha fazla mal toplamak maksadıyla ribaya (faize) yöِnelmelerine bir sebep ve davet edici olmuştur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, tam yerinde olarak, mü'minleri bundan nehy etmiştir.17
Elmalılı M. Hamdi ise, 128 ve 129. âyetlerin muhtevalarına dikkat çekerek, 130. âyet ile münasebetlerini şöyle kurar: "Şu hâlde bunu iyi bilmeli ve yalnız Allah'ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak O'nun yardımına dayanıp, ona göre sabır ve ittika (gereğine sakınmak) ile ilâhî af ve rahmet yoluna girmeli ve Uhud vak'asında olduğu gibi, zarar görmemek için küçük cihaddan önce mü'minler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile ahlâklarını, toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler. Demek ki, şimdi içe ait ıslahat hususunda dikkat nazarına alınacak mesele, ittika ile ilgili olan iktisadî meseledir. Ve bunun en önemlisi de, faizden kaçınmaktır. Bunda da ilk iş, kat kat artırılmış faizin kaldırılmasıdır (...)."18
Fakat bu münasebeti yerinde bulmayan bazı münasebetsizler, işbu 130. âyeti buradan çıkarıp, Bakara sûresi 275. âyetinin önüne yerleştirmek isterler. Güya onlara göre, söz konusu âyetler, Uhud Savaşı sonrası nâzil olmuştur. Resûlüllah'ı ve mü'minleri teselli etmektedir. Halbuki hem müfessirlere, hem İslâm hukukçularına göre, faiz ile ilgili âyetler en son nazil olan âyetlerdendir. Bu âyetin de son inen âyetlerden olması gerekir. Bu nedenle faiz âyetinin burada olmaması gerekmektedir. Evet, bu iddiadan yola çıkarak, bu âyetin yerinin, Bakara sûresindeki 275. âyetin önü olması gerektiği ileri sürülmektedir.. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, sarhoşluk veren içkiyi yasaklayan, infak ve cihadı emreden hükümler, farklı sûrelerdeki âyetlerle bir tedricilik takip etmiş ve bunlar, Kur'ân-ı Kerîm'de art arda sıralanmamıştır. Faizi nihai olarak yasaklayan ve faiz yiyenlere şiddetli tehditler ihtiva eden Bakara 275-276. âyetlerinden önce bu âyetin, diğer münasebetlerle birlikte, faizi henüz tamamen değil, kat kat yemeyi yasaklama hükmüyle gelmiş olmasında hiçbir mani yoktur.
Bir mani varsa, o da bazı müsteşriklerin ve onların bazı yerli kopyecilerinin iddialarıdır.
Hulasa:
Kur'ân-ı Hakim gibi kutsal bir din kitabının tertibinin, hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaştığı, tarihen kesin olan bir gerçektir. Zira, gerek Hz. Peygamber'in (s.a.s.) hem hafızalarda ezberletme, hem de yazı ile kaydettirme ve yazılanları mukabele ile kontrol etme şeklinde uyguladığı, gerekse ashabın titizlikle tatbik ettiği bilimsel metod sayesinde, dünyanın birinci derecede güvendiği, ihtilâfsız, ilk günden beri dünyanın her tarafında aynı olan bir Kitaba sahip bulunmaktayız. Bu inanma konusu değil, ilmen ispatlanan bir gerçektir. Mânâ yönünden ise delilimiz şudur: Kur'ân'ı gönderen Allah Tealâ kesin bir tarzda, Kur'ân metnini değiştirilmekten koruyacağını garanti etmiştir: "Hiç şüphe yok ki Kur'ânı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz'iz (Hicr/15:9)." Diğer taraftan bilmek gerekir ki, bir metnin dil ve edebiyat yönünden tutarlı olup olmadığı hususunda, birinci derecede merci olacak yetkililer, o dilin sahipleri, o dinin mü'minleridir. Hem dil yönünden yabancı, hem din-iman yönünden mahrum ve peşin hükümlü olan ecnebiler değildir. Buna binaen, Müslümanlara yakışan, bu gerçeklerin farkında olup, ecnebileri taklid ederek düştükleri büyük hatadan tövbe etmeleridir. Tevfik Allah'tandır.
Dipnotlar
1. Bakara 114-115. Bu âyete, "Nereye dönerseniz dönün, Allah'ın yönü orasıdır." şeklinde bir meâl verilmektedir ki, Allah hakkında bir yön düşündürecek, Allah'ın belli bir yönde olduğu zannını uyandıracak böyle bir meâl doğru değildir.
2. Ali İbn İsa'dan F. Razi, Tefsir-i Kebir Tercümesi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990, 3, 383-384.
3. F. Razi, a.g.e., 3, 381.
4. Elmalı'lı M. H. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Bakara 115 tefsirinden sadeleştirilerek, Azim Dağıtım, 1, 394.
5. Blachere, Le Coran, II, 768, n. 136.
6. R. Blachere, Le Coran , Paris, G.P. Maisonneuve, 1949, II, 760, n.109.
7. Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi'l-Kur'ân, I, 40-41.
8. Enfal 4 ve 5. âyetlerinin meâli şöyledir: 4- "İşte onlardır gerçek mü'minler. Onlara Rab'lerinin nezdinde, Cennet'te yüksek dereceler, mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır" 5- "Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin seni evinden çıkardığı zaman, mü'minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı."
9. Zerkeşi, a.g.e., I, 47.
10. Zerkeşi a.g..e., I, 50.
11. R. Blachere, a.g.e., II, 800.
12. Razi, a.g.g.e., 5, 291.
13. M. Esed, Kur'ân Mesajı, 2, 865.
14. Alûsi, Ruhu'l-Meânî, 22, 75.
15. Razi, a.g.g.e., 18, 290.
16. R. Blachere, a.g.g.e., II, 997.
17. Razi, a.g.g.e., 7, 63.
18. Elmalılı M. Hamdi Yazır, a.g.e., 2, 421-422.