Aldanma yollarına kapılmamanın yegâne çâresi Cenab-ı Hakk'ı, Kur'an-ı Kerîm'in beyan ettiği ve Peygamber Efendimiz'in (asm.) bildirdiği gibi tanımak ve bilmektir.
İnsan, Allahü Teâlâ'nın varlığını, birliğini, kudsî sıfatlarını, esmâ-i hüsnâsını ancak Kur'ân-ı Kerîm ile öğrenebilir. Bu sayede Allah'ı vâcib (varlığının zaruri olması), ezelî, ebedî (başlangıcı ve sonu olmaması, zamanla sınırlandırılmaması), herşeye Kadir ve Alîm; mahlûkatı ise, fâni, mümkin (varolup olmaması imkan dahilinde olan), âciz olarak bilir. Hak Teâlâ'yı bütün mahlûkatın tek yaratıcısı, bütün âlemlerin yegâne Rabbi, bütün mevcudatın ortaksız hâkimi olarak tanır. O'nun bütün kemâl sıfatlara sahip ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu itikad eder.
Allah, en doğru ve emin olarak ancak Kur'ân-ı Azîmüşşân'dan öğrenilebilir. O'na Kur'ânın beyan ettiği gibi iman edilmezse o iman sahih olmaz, bir fayda vermez, şüphe ve vesveselere karşı dayanamaz.
Bilindiği gibi, "birşey sabit olsa levazımıyla sabit olur" mantıki hükmü vardır. Bu hükme göre meselâ, ısı ve ışık güneşin lâzımlarındandır; güneş onlarsız düşünülemez. Aynen öyle de Allah dendi mi bütün sıfât-ı zâtiye ve sübûtiyesi(1) bütün Esmâ-i Hüsnâ'sı(2) birden düşünülür; bütün kemâl sıfatlarla vasıflandırılan ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh bir Zât-ı Mukaddes anlaşılır. O'nun sıfat ve isimlerinden birisine dahi inanılmasa Allah'a iman sahih olmaz.
İman bir bütündür; imanın altı esasından birisine dahi inanılmasa kalpte iman hâsıl olmaz. Bu kaide imanın bütün rükünleri için de geçerlidir. Bir insan, "melâikeye inanıyorum" dedi mi, Cebrail'e (as.) inanmak da onun içindedir. Sadece bu büyük meleğe inanmasa o şahsın meleklere inandığından söz edilemez. Ve yine, bir insanın kitaplara iman etmiş sayılabilmesi için bütün semavî kitaplara inanması gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'in bir tek âyet-i kerîmesine inanılmazsa o iman sahih olmaz.
Allah'a iman da yukarıdaki esaslara göre değerlendirilir. Sonsuz kudret, sınırsız irâde, hudutsuz malikiyet, ortaksız ulûhiyet, vezirsiz saltanat, sonsuz ilim ve sonsuz büyüklük, Allahü Teâlâ'nın zâtının zaruri lâzımları olduğundan, Allah'a inanan bir insan bütün bunlara da inanmış demektir.
Buna binaen, Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın zât, sıfat ve esmasının nasıl tanıtıldığını ana hatlarıyla açıklamaya çalışacağız.
Cenâb-ı Hakk'ın zât, sıfat ve esmasını bildiren âyetlerden birkaçını numune olarak takdim edeceğiz. Bu mevzudaki bütün âyet-i kerîmeleri ve tefsirlerini kaydetmemiz elbette mümkün değildir. Örnek olarak bazılarını alacak ve maksada yetecek kadar izah edeceğiz.
Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
"O'nun misli gibi birşey yoktur" (Şûra, 11)
Yâni, ne zâtında, ne sıfatında, ne fiillerinde benzeri yoktur. Akla, hâtıra, hayâle ne gelirse Allah onun başkasıdır. Kâinatta gördüğümüz, görmediğimiz yaratılmış varlıkların hiçbirisine, hiçbir surette benzemez.
Allahü Teâlâ gerek zâtıyla, gerek sıfatlarıyla akla, hayâle, zihne, fikre ve tasavvura gelen ve gelmesi mümkün olan her şeye benzemekten münezzehtir. Mukaddes mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.
Cenâb-ı Hakk'ın vâcib, zâti ve ezelî olan varlığı mahlûkatın mümkin, hadis (sonradan varolan) ve fâni varlıkları ile hiçbir cihetle kıyas edilemez. Hak Teâlâ'nın Zâtı mahlûkatıyla mukayese edilemeyeceği gibi, sıfatları da mahlûkatın sıfatlarıyla kıyasa girmez. Zira, O'nun bütün sıfatları ezelidir, sonsuzdur. Mahlûkatın sıfatları ise kendileri gibi mahlûktur, sınırlıdır. Bu sıfatlar ne kadar büyük hayal edilirlerse edilsinler Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları ile mukayese edilemezler; ancak O'nun sıfatlarına işaret ederler.
Hâlık-i Zülcelâl'in, hiçbir mahlûkuna benzememesi açık bir hakikattir. Malûmdur ki, her eser, bir ayna gibi kendi ustasının kemâlini, ilmini, maharetini gösterir. Ama hiçbir eser, mahiyet ve hakikat itibariyle ustasına benzemez. Meselâ, bir saat kendi ustasının hünerini gösterir ve kemâline âyine olur; ama hiçbir cihetle ustasına benzemez.
O saat, ustasının şahsiyetinden koparak hariçte kendi başına oluşmuş da değildir. Ancak ustasının irâde ve kudretiyle, ilim ve hikmetiyle vücud bulmuştur. Evet, ustanın zâtı, hakikati, sıfatları, unvanları başka, saatinki başkadır. Bir saat ne kadar büyük olursa olsun, saat olma mahiyeti değişmez. Yine, ustasının tasarrufu, irâdesi, tedbiri altındadır. O'nun koyduğu kanunların mahkûmudur ve ustasıyla hiçbir cihetle kıyasa giremez.
İşte bu kâinat da gayet hassas ve ince ölçülerle çalışan bir saat gibidir. Allahü Teâlâ'nın yaratmasıyla yokluktan kurtulup varlık sahasına çıkmıştır. O'nun tasarruf ve idaresi altındadır. O Hâlik-ı Zülcelâl, kâinata ve ondaki canlı cansız hiçbir şeye, hiçbir cihetle benzemez. Evvel ve Âhir, Zahir ve Bâtın olan Allah, ilmiyle, irâde ve kudretiyle mahlukatına son derecede yakındır. Mahlukat ise O'na benzemekten ve O'nu hakkıyla tanımaktan son derecede uzaktır; O'nun zâtından ve kudsî mahiyetinden ayrılarak hariçte meydana gelmiş değildir. Ancak O'nun irâde ve kudretiyle yoktan yaratılıp varlık sahasına çıkartılmışlardır.
Allah'ın zât, sıfat, mahiyet ve hakikati, mahlukatın zât, sıfat, mahiyet ve hakikatine benzemekten münezzehtir.
"Evet, bir Zât ki, O'na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele... ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola... hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil, hiçbir fiile mani olmaya... ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola... ve bütün sesleri birden işite... ve umumun hadsiz hacetini birden yapabile... ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, dâire-i meşiet ve irâdesinden hariç olmaya... ve hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola... ve herşey O'ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-ı Kayyûm-u Zülcelâl'in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olamaz; ve olması muhaldir." (3)
İlâh, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemâl sıfatlara sahip bir Zât-ı Vâcib demektir. Birden fazla ilâh farzedildiği takdirde her birinin 'vücudu vâcib, kudreti sonsuz, ilmi muhit, irâdesi nafiz...' olması lâzım gelir. Bu ise mümkün değildir. Çünkü faraza, iki ilâh bulunsa, her ikisinin de kudretinin sonsuz olması gerekecektir. Bu ise bir tezattır. Öte yandan her ikisinin de iradelerinin sınırsız olması icap eder. Birisi hayat vermek isterken, diğeri öldürmek isteyecek yahut biri bir yaratmak isterken, diğeri yaratmamak isteyecektir. Birisi güneşin şarktan doğmasını isterken, diğeri garbdan doğmasını irâde edecektir. Misâller çoğaltılabilir. Her iki ilâhın da irâde ettiği şeylerin tahakkuk etmesi lâzım geldiğinden bir şeyin aynı anda hem yaratılması, hem yaratılmaması safsatası ortaya çıkar. Bu ise sonsuz tezatları ve muhalleri içine alır.
"Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisinde de düzen kalmazdı. Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı şeylerden uzaktır.' (Enbiyâ: 22)
Madem kâinat var ve bu kâinat içinde atomlardan sistemlere, çekirdeklerden ağaçlara, sinek kanadından semavat kandillerine kadar herşeye hükmeden, hassas, mükemmel, şaşmaz bir düzen var. Öyle ise bu âlemin sahibi ve maliki birdir. Şirk sadece bir vehimdir, hariçte yeri yoktur.
Diğer taraftan, bu âlemin birden fazla ilâhın işbirliğiyle yaratılması ve idare edilmesi de muhaldir. Çünkü işbirliği herhangi bir işi tarafların müstakil olarak yapamamasının neticesidir. Bu ise iki ilâhın da âciz ve birbirine muhtaç olması ve birbirilerinin tesiri altında kalması demektir. Böyle bir durumda, her iki ilâhın ulûhiyetleri, hâkimiyetleri, amiriyetleri, irâde, ilim ve kudretleri kayıtlı olmuş olur. Dolayısıyla bunların her ikisi de ilâh olamazlar. Bir şeyin hem sınırsız, hem kayıtlı; hem sonsuz, hem sınırlı olması muhaldir.
Mevhum ilâhlardan birinin diğerinin emir ve irâdesine tâbi olması da düşünülemez. Çünkü tâbi olan, ilâh olamaz.
***
"Şüphe yok ki Allah herşeye kadirdir."(Fetih: 21)
Alla'ın kudreti, ezelîdir, sonsuzdur. Hiçbir şey o kudreti âciz edemez ve kayıtlayamaz. O kudretin icraatında büyük-küçük, az-çok, parça-bütün arasında fark yoktur. Bir atomu kolayca yaratıp tanzim ettiği gibi, bütün yıldızları da aynı anda, aynı kolaylıkla yaratır. Küre-i Arz'ı güneşin etrafında kolayca döndürdüğü gibi, bütün sema sistemlerini de aynı kolaylıkla tanzim ve idare eder.
Allah'ın kudretinin yetmeyeceği hiçbir şey tasavvur edilemez. O'nun kudretini âciz bırakacak bir güç tevehhüm edilemez. Çünkü O'nun kudreti zatîdir. Malûmdur ki, "Bir şey zatî olsa onun zıddı ona arız olamaz." Meselâ güneşin ziyası bir derece zatî olduğundan(4) ona karanlık giremez. Fakat avizenin ışığı arızî olduğundan, yâni, başka yerden geldiğinden sönme ve söndürme ona arız olabilir. Ve yine altın ve elmasın parlaklığı zatî olduğundan solma ve kararma onlara arız olamaz. Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise arızîdir; dökülmeye ve solmaya mahkûmdur.
Cenâb-ı Hakk'ın kudreti zatî, sonsuz ve mutlaktır. Ne kadar âlemler yaratırsa yaratsın O'na bir acizlik, noksanlık gelmesi düşünülemez. Hikmeti gerektirirse, her an sonsuz kâinatlar yaratabilir. Yine de yarattığı şeyler sınırlıdır, İlâhî kudret ise sonsuzdur.
Güneş için ışık verme hususunda bir damla ile deryanın yahut bir çiçekle yıldızın farkı olmadığı gibi, Kudret-i İlâhiye'ye nispeten de az-çok, büyük-küçük farkı yoktur; zerreler ile yıldızlar eşittir. Bu hakikatin misâllerini bu âlemde her an görmekteyiz. Meselâ, her gün sonsuz kolaylıkla yüzbinlerce insan, had ve hesaba gelmez bitki ve hayvan yaratılıyor. Mahiyet ve suretleri, mizaç ve hissiyatları birbirinden farklı olan bu hadsiz mahlûkatın aynı anda, her yerde son derece kolay bir şekilde teşkil ve tedbiri Kudret-i İlâhiyye'nin sonsuzluğuna apaçık bir delildir.
İlmî tesbitlere göre günde üçyüzbin kadar insan yaratılıyor. Buna göre yaklaşık olarak bir saniyeye dört adam düşüyor. Yani, Cenâb-ı Hak bir saniyede dört adam yaratmış oluyor. İnsanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sinek ve böceklerden, balıklardan hadsiz canlıların da yaratıldığı, yine o saniyede bir milyona yakın bitki türlerinin bütün cinslerinin ve fertlerinin yaratıldığı göz önüne alınırsa saniyenin patladığı, zamanın ortadan kalktığı görülür; bir anda sonsuz mahlûk yaratmanın O kudreti âciz etmediği açıkça anlaşılır.
Hem, bu dünyada, bütün hayvan ve bitki türlerinin elbise, silâh ve rızıklarının, talim ve terhislerinin birbirinden farklı olduğunu, bunların şekilce, intizamca, tertipçe birbirinden ayrı ve mümtaz olduğunu görmekteyiz. Bütün bu ayrılık ve farklılıklar karışıklığa ve güçlüğe sebeb olduğu halde, bütününün son derece kolay olarak noksansız ve kusursuz yaratılması, Kudret-i İlâhiyye'nin nihayetsiz büyüklüğünü keskin akıllara teslim ettirir. Yaratılan bu hadsiz mahlûkata daha ince bir nazar ile baktığımızda tanzim ve takdir etme, hayat verme ve öldürme gibi hadsiz fiilleri de müşahede ederiz.
Hükümleri ayrı ayrı olduğu halde aynı maksad ve gayede birleşen bu fiillerin tamamı birden düşünüldüğünde Kudret-i İlâhiyye'nin büyüklüğü ve sonsuzluğu güneş gibi zuhur eder.
"Vâcib-ül Vücud'un hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karşı mevcudatın hem hadis, hem arızî vücudları, hem mümkinatın, hem kararsız, hem kuvvetsiz sübûtları, elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Vâcib-ül-Vücud, maddeden mücerred, bütün mahiyata muhalif, misli, misâli, mesili olmayan bir Zât-ı Zülcelâl'in o Kudret-i Ezeliye'sine nisbeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır."(5)
"Evet, Hâlik-i Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; O Sâni'-i Hakîm aynı kanunla, her sene küre-i Arz'ın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; aynı kanunla küre-i Arz'ı meczub ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor... Ve manzûme-i Şemsiye'yi gezdiriyor.
Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
Hem O Sâni'-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve aynı kanunla Haşir'de mahlûkatı da ihya eder." (6)
'Şüphesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. Allah, ne yapıyorsanız hakkıyla görücüdür." (Hucürât: 18).
"O herşeyi bilir bir Alîm'dir" (Bakara: 29).
Cenâb-ı Hak, gizli aşikâr, olmuş olacak herşeyi bilir. O'nun ilmi, zâtındandır, ondan ayrılması muhaldir. Allahü Azîmüşşân'ın ilmi zamanla kazanılmaktan ve tecrübe ile gelişmekten münezzehtir. O'nun ilmi sonradan zaman içerisinde artmış değildir. Ezelde ne idiyse, şimdi de odur. Ezelden ebede, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyanın plân ve programları, mahiyet ve hakikatleri, suret ve sîretleri O'nun ilminde mevcuttur.
Cenâb-ı Hakk'ın ilmi mahlûkatın ilmi ile hiçbir cihetle mukayese edilemez. Çünkü mahlûkatın ilmi ister tecrübe ile, ister ilham ile elde edilmiş olsun noksandır, sınırlıdır, sonradan kazanılmıştır. Cüz'iyyetten çıkamaz, belli bir sahanın dışına taşamaz.
Bütün kabarcıklarda, damlalarda, aynalarda tecelli eden ışık huzmeleri, güneşin ışığının bir cilvesi olduğu gibi, bütün insanlar, melekler ve cinlerin ilimleri de ilm-i İlâhînin bir cilvesi, bir tecellisidir.
O'nun ilmi sonsuzdur, muhittir, ezelden ebede kadar her şey her an O'nun huzur ve idaresi altındadır. Canlı ve cansız bütün varlıkların kendilerine has özellikler taşımaları bu hakikatin kat'î şahididir. Dünyaya gelen her insana, Âdem (as.)'dan kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanlardan farklı ve mümtaz bir sima takılması, karakterlerinin hattâ parmak izlerinin bile birbirinden farklı olması bu hakikatin en açık bir delilidir.
Bediüzzaman Hazretleri bu mevzuda şöyle buyurmaktadır:
"Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler; o ilme işaret eder. Çünkü: İnâyetkârâne, lûtufkârâne iş gören; elbette bilir ve bilerek yapar. Hem her biri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve her biri birer intizam içindeki bütün mîzanlı ve ölçülü hey'at, yine o ilm-i muhite işaret eder. Çünkü: İntizam ile iş görmek, ilim ile olur. Hem bütün inayetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile san'atkârâne yapan; elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar. Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazanın düsturiyle ve kaderin pergâriyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve hey'etler, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhit ile olur, başka surette olamaz...
Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimamat ve san'atkârâne tasvirat ve mâhirane tezyinat, bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir vaziyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir ilm-i muhîti gösteriyor.
Hem îcad ve ibda'-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder. Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İşte bu sırra binaen, her biri birer mûcize-î san'at olan mevcudata bakıyoruz ki; hayret-nümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda; fakat, mu'ciz-nüma bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır... ve hâkezâ... Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sâdıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zât'ın, muhit bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnatıyla bilir, sonra yapar." (7)
Özetleyecek olursak, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi zatîdir, mutlak ve muhittir; mevcudattaki bütün hikmetlerin, faydaların, plân ve programların esasıdır. Mahlûkat yokluktan varlığa gelmek için O'nun ilmine muhtaçtır. O'nun zâtının misli, misâli, benzeri olmadığı gibi, ilminin de eşi, benzeri ve dengi yoktur. Meleklerin, cinlerin, insanların ilimleri, ilm-i ezelîye nisbeten güneşe karşı bir mum ışığı kadar da olamaz. İnsanın, elindeki bir fener ile güneşe karşı koyması ne derece gülünç ise, kendi kafa feneri ile yâni, cüz'i fikir ve ilmi ile Cenâb-ı Hakk'ın ilm-i ezelisiyle mübarezeye kalkışması da bundan bin derece daha büyük bir divaneliktir.
"O, daima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (El-Mü'min: 65).
Cenâb-ı Hak, Hayy'dır. Yâni, hayat sahibidir. O'nun hayatı, ezelî ve ebedîdir, zâtîdir, zevalden münezzehtir. Şu kâinat yüzünde hummalı bir faaliyetle, kafile kafile gelip geçen hadsiz hayat sahipleri "Hayy" isminin tezahürleridir. O'nun Zatı, mahlûkatın zatlarına hiçbir cihetle benzemediği gibi, mukaddes hayatı da onların hayatına benzemez.
Arz ve semadaki bütün hayat tabakaları, insanlar, hayvanlar, melekler, cinler o Hayy-ı Kayyûm'un "Muhyi' yani hayat verici isminin birer cilvesidirler. Mahlûkatın hayatları, Vâcib-ül Vücud'un ezelî ve ebedî hayatına nisbetle gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Mahlûkatına hayat bahşetmesi, sırf O'nun lütuf ve keremindendir.
"Mevcudat; vücudlarıyla, hayatlarıyla nasıl ki O Hayy-ı Lâyemût'un hayatına ve o hayatın Vücub-u Vücuduna delâlet ve şehadet ederler; öyle de; mevtleriyle, zevâlleriyle o hayatın bekasına, sermediyetine delâlet eder ve şehadet ederler. Çünkü; mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarında, yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki; daimi bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı tazelendiriyor. Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle; yüksek daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkî'nin beka ve devamına şehadet ederler,"(8)
"Muhakkak ki, Allah Semi'dir, Basîr'dir." (Mücâdele: 1).
Cenab-ı Hakk, gelmiş ve gelecek olan herşeyi birden müşahedesinde tuttuğu gibi; gizli aşikâr bütün sesleri de birden işitir ve umumun arzularına birden cevap verir. O'nun görme ve işitmesinde uzak-yakın gizli-âşikâr farkı yoktur. Bir şeyi görüp işitmesi başka şeyleri görmesine ve işitmesine mâni değildir. Herşey, her an O'nun huzur ve murakabesindedir. O'nun görme ve işitmesi mahlûkatınkine benzemez. Zira, mahlûkatın görmesi, işitmesi mahluktur, sınırlıdır, noksandır. O Vâcib-ül Vücud'un ise bütün sıfatları gibi, bu sıfatları da zâtidir, ezelî ve ebedîdir. Sonsuz fezaları gözlere seyrettiren ve yine sonsuz sesleri sonsuz kulaklara işittiren O Zât-ı Zülcelâl elbette o gözlerin gördüklerini de görür ve o kulakların işittiklerini de işitir.
Mahlûkatm sınırlı ve noksan olan görme ve işitmeleri ne kadar inkişaf ederse etsin, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak ve muhit olan görmesinin ve işitmesinin cüz'î bir tecellisi, zayıf bir gölgesi olmaktan ileri gidemezler.
"Göklerin ve yerin ve aralarındaki herşeyin hükümranlığı Allah'ındır. O ne dilerse yaratır." (Mâide; 17)
Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı da iradedir. O'nun irâdesi ezelîdir. Her bir mevcudun bütün özelliklerini, şeklini, miktarını, mahiyet ve hakikatini ve hangi zamanda varlık sahasına çıkacağını, ezelî irâdesi ile tayin ve tesbit etmiştir.
Allah, "Fa'âlün limâ yürîd"dir, irâde ettiğini yapar, herşey O'nun dilemesiyle vücuda gelir. Lâkin yaptığı her işte bir değil, belki binler hikmetler vardır. Hiçbir kuvvet ve kudret O'nun mutlak iradesini kayıtlayamaz. Diğer sıfatları gibi, irâde sıfatında da misli ve misâli yoktur, eşi ve dengi olamaz. Ezelde, halde, ebedde O'nun irâdesini hükümsüz kılacak hiçbir irade tasavvur edilemez. Böyle bir şeyi vehmetmek hurafelerin en bâtılı, muhallerin en acibidir.
"Allah Musa'ya da hitab ile konuştu.' (Nisa; 164)
Cenâb-ı Hakkın, bir sıfatı da kelâm sıfatıdır. Başta Kur'an olarak bütün semavî kitaplar Hak Teâlâ'nın kelâm sıfatının en büyük delilleridir. Hem insanın diğer sıfatları Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından haber verdiği gibi, konuşması da O'nun kelâm sıfatına delâlet eder. Evet, Allahü Teâlâ mütekellimdir. O'nun kelâmı, kudsî zâtına mahsustur, kadîmdir, ezelîdir, ebedîdir.
Kelâm-ı İlâhî, sesten ve harften münezzehtir. İnsan diğer kudsî sıfatlar gibi, kelâm sıfatının da ancak varlığını bilir, lâkin mahiyetini bilemez. Cenâb-ı Hakk'ın işitmesi, görmesi mahlûkatın işitmesine, görmesine benzemediği gibi, kelâm sıfatı da beşerin kelâmına benzemez. Bütün vahiyler ve ilhamlar O'nun kelam sıfatının tecellileridirler.
Cenab-ı Hak, irâde sıfatından gelen şu kâinat kitabı ile varlığını ve birliğini, azamet ve kibriyâsını bildirdiği gibi; kelâm sıfatından gelen Kur'ân-ı Azîmüşşân ile de varlığını, birliğini, bütün isim ve sıfatlarını, diğer iman hakikatlerini, mahlukatın yaratılış gayesini, insanın dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve Rabbine karşı vazifelerini beyan etmiştir.
Evet, Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde kendisini kullarına Esmâ-i Hüsnâsı ile tanıttırmaktadır. Tâ ki mü'minler O Zât-ı Zülcelâl'i bu isimlerle tanıyıp bilsinler ve O'nun dergâhına bu kudsi esma ile iltica etsinler, şeytanların desise ve vesveselerinden kendilerini korusunlar.
Bu hakikata binaen, biz de Allahü Azîmüşşân'm Kur'ân-ı Kerîm'de geçen kudsî isimlerinden nümûne olarak bazılarını kısaca beyan edeceğiz.
Cenâb-ı Hak, 'Evvel ve Âhir'dir. Yâni, varlığının öncesi olmadığı gibi sonu da yoktur.
"O'na Evvel demek, ikincisi var demek değil, sabıkı yok demektir. O'na Âhir demek de sabıkı var demek değil, O'na ulaşan, yetişen yok demektir".(9)
Evvel ismi Cenâb-ı Hakk'm kıdemine, ezeliyetine baktığı gibi, Âhir ismi de bekasına, ebediyetine bakar. İnsan fikren ezele doğru ne kadar giderse gitsin O'nun mevcut olmadığı bir anı tasavvur edemeyeceği gibi, ebede doğru da ne kadar gitse O Zât-ı Kadîm'e bir nihayet tahayyül edemez.
Cenâb-ı Hak Zahir ve Bâtın'dır. Yâni, varlığı herşeyden açık ve aşikârdır, kudsî mahiyeti ise meçhuldür.
İnsan, değil Cenâb-ı Hakk'ın kudsî hakikatını, kendi akıl ve ruhunun ve sair birçok varlıkların dahi mahiyetini anlamaktan âcizdir.
Cenâb-ı Hak, Hâlık'tır. Bütün mevcudat O'nun yaratmasıyla yokluktan varlık âlemine çıkmıştır. Herşeyi suretiyle ve mahiyeti ile takdir ve tayin edip, onları bu takdir üzere halk etmiştir. Model, şekil, kalıp, madde, hareket, müddet, mekân, zaman ve kanun yokken herşeyi yoktan yaratmıştır.
Mevcudatı yaratması lütuf ve keremini göstermek, ezelî irâdesini tahakkuk ettirmek, "servetinin şa'şaasını", "san'atınm hârikalarını" ve "saltanatının haşmetini" göstermek, azamet ve kibriyâsmı, sonsuz cemâl ve kemâlini sezdirmek ve sayısız nimet ve ihsanlarını mahlukatına tattırmak ve faydalandırmak gibi azîm hikmetler içindir.
Kâinatı yaratmakla O'nun sonsuz kudretinden birşey noksan olmadığı gibi, sonsuz kemâlinde de bir ziyadeleşme olmamıştır.
Cenâb-ı Hak, Kayyûm'dur. Yâni, "bizatihi kâimdir, dâimdir. Bakidir. Bütün eşya O'nunla kaimdir, devam eder... ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun, o nisbet-i kayyumıyet kesilse, kâinat mahvolur."(10)
Atom sistemlerinden galaksilere kadar herşeyin kıyamı, devamı ve bekası Kayyûm ismine istinad etmektedir. İnsan da Kayyûm isminin bir cilvesine mazhar olan ruh ile ayakta durmaktadır.
Cenâb-ı Hak, "Aliyy-ül Azîm" dir.
Allah, "Aliyy"dir. Yâni, mutlak yücedir. O'nun ulviyetinin fevkinde bir derece tahayyül edilemez; maddi ve manevî, cismanî ve ruhanî bütün derecelerin fevkindedir. Hak Teâlâ'nın ulviyyeti başkalara nisbetle değildir. O'nun, Zâtı mahlûkatın zâtına benzemediği gibi, ulviyeti de mahlûkatm ulviyetine benzemez. O'ndan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsızdır. Allahü Azîmüşşan kudrette, ilimde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarda sonsuz ulvîdir. Ulûhiyetinin şanına yaraşmayan her türlü noksaniyetten münezzehtir.
Mahlukatın, ister cismanî, ister aklî, ister hissi olsun bütün büyüklükleri hep O'nun ihsanıdır. Bütününü birden görür, bütününde birden tasarruf eder, hepsinin ihtiyacına birden cevap verir. Mevcudat ebediyen terakki etseler, onların büyüklük dereceleri, O'nun ulviyyet ve yüceliği ile nisbete giremez, hepsi yine O'nun emir ve hükmü altındadırlar.
Cenâb-ı Hak, Azîm'dir. Mutlak büyüktür. O'nun azameti nisbi ve izafî değildir. Varlıklar için düşünülebilen bütün büyüklükler nakıstır, mutlak değildir. Mahlûkat, ancak birbirilerine nisbetle büyüktürler. Mutlak büyük olan Zât-ı Akdes'in azamet ve kibriyâsı, mahlukattaki tecellileriyle kıyasa girmez. Mutlak azamet ezelde, halde, ebede ancak O'na mahsustur.
Bütün mahlûkatı hiç yoktan yaratıp, onlara vücud nimetini O verdiği gibi, o varlıklardaki iktidar, kudret, kabiliyet, saltanat, haşmet, cesaret, ilim gibi her türlü büyüklük mertebelerini de yine O ihsan etmektedir.
Allah, Kebîr'dir. Kibriyâ sahibidir, eşsizdir, tek büyüktür. Celîl'dir; celâlet ve ululuk sahibidir, ilim, kudret, hâkimiyet, izzet, azamet gibi celâl sıfatları ile muttasıftır. Hakem'dir; "Hakiki hâkim, gerçek karar verici O'dur. O'nun hükmünü bozacak, kararını temyiz edecek birisi yoktur."
Hakim'dir; sonsuz hikmet sahibidir. Bütün fiil ve icraatında, emirlerinde ve yasaklarında, nice hayırlar, menfaatler, maslahatlar vardır. Cebbâr'dır; dilediğini cebr ile yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir mahlûk O'nun kudret elinden kurtulamaz. Azîz'dir; mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir. Mağlûb edilmesi mümkün olmayan yegâne galibdir. Kahhâr'dır; her bakımdan üstün, daima galiptir.
Hak Teâlâ'nın, yukarıda birkaçından bahsettiğimiz isim ve sıfatlarını Kur'an-ı Kerîm'in beyan ettiği şekliyle bilenler, O'nu sonsuz cemâl ve kemâl sahibi olarak tanır, ulûhiyetinin şanına uygun düşmeyen her türlü bâtıl fikirlerden, hayallerden, vehimlerden tenzih ederler. İmanları taklidden, tahkike yükselir, mutlak kemâlin ancak ve ancak Allah'ın zât ve sıfatlarına mahsus olduğunu bilir, bütün mahlûkata takılan izzet ve kemâllerin O'nun sonsuz kemâlinin cilveleri olduğunu iz'an ederler. Allahü Azîmüşşan'ın, "misilsiz... ve Vâcibü'l-Vücud. ve maddeden mücerred... ve mekândan münezzeh... ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal... ve tegayyür ve tebeddülü mümteni... ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes" olduğunu bilirler. İnsî ve cinnî şeytanların ifsatlarına ve nefislerinin desiselerine kapılmaz, tereddüd ve şüphelere düşmezler.
--------------------------------
Dipnotlar :
(1) Sıfât-ı Zâtiye: vücud, kıdem, beka, muhalefetün lil-havâdis, kıyam bizatihi (kıyam binefsihi), vahdaniyettir. Vücud: Allahü Azîmüşşân vücud sıfatı ile muttasıf bir mevcud-u hakikidir. Kıdem: Allahü Teâlâ'nm varlığının evveli olmaması, ezelî olmasıdır.
Kıdem, Hak Teâlâ'nm zâtının muktezasıdır. Bunun zıddı olan hudus (sonradan olma), Allahü Teâlâ hakkında muhaldir. Beka: Allahü Azîmüşşân'm varlığının sonu olmaması, yani ebedî olmasıdır. Beka ve ebediyet, O'na vâcibtir. Bunun zıddı olan zeval ve fena, Cenâb-ı Hak için muhaldir. Muhalefetün lil-havadis: Vâcib ve Ganiy-yi Mutlak olan Allahü Azîmüşşân mümkinat ve mahlûkata hiçbir cihetle benzemez.
Mümkinatın vasıflarından münezzehtir. Kıyam bizatihi (Kıyam binefsihi): Allahü Teâlâ'nm bizzat kaim olması, yani ikamet edecek bir mekâna, hulul edecek bir mahalle, kendisini tahsis edecek bir muhassise, yahut kendisini icad edecek bir mucide muhtaç olmamasıdır. Vahdaniyyet: Cenâb-ı Hakk'm bir olması, ulûhiyet ve O'nun hâssalarında şerikî ve naziri olmamasıdır. Sıfat-ı Sübutiye; hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelâm, tekvindir.
(2) Esmâ-i Hüsnâ: Allahü Teâlâ'nın isimleridir. Cenâb-ı Hakk'ın hadisle sabit olan meşhur isimleri 99'dur.
(3) Said Nursî, Lem'alar, s. 322
(4) Hiçbir mahlûkun hiçbir sıfatı zatî değildir. Hepsi Cenâb-ı Hakk'm ihsanı, hediyesidir. Zatî sıfat ancak Allah'a mahsustur. Hakikatin anlaşılmasına yardım olması bakımından güneşin ziyası ve altının parlaklığı bir derece zatî farzedilmiştir.
(5) Said Nursî, Mektubat, s. 229
(6) a.g.e., s. 269
(7) a.g.e., s. 223
(8) a.g.e., s. 221, 222.
(9) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, s. 6304.
(10) Said Nursî, Lem'alar, s. 322.